Hz. Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursî'nin, İtikatta Mezhepsel Ortak Noktası: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Anlayışı

Eklenme Tarihi: 06 Kasım 2017 | Güncelleme Tarihi: 06 Kasım 2017

Doç. Dr. Mustafa EKİNCİ[1]

GİRİŞ:

Mevlana (öl. 1273m.) ve Said Nursî (öl. 1960) yazdığı eserlerle bütün İslam âlemini etkiledikleri gibi, eserlerinin diğer dillere çevrilmesiyle farklı açılardan da olsa bütün dünyayı etkilemiş ve etkilemeye de devam eden iki şahsiyettir. Mevlana ve Said Nursî farklı asırlarda yaşamış olsalar da her ikisinin yüklendiği misyon aslında aynıdır. O da şudur: İslam ümmetinin bunaldığı, çeşitli musibetlere ve felaketlere maruz kaldığı asırlarda İslam Ümmetinin istikametini muhafaza eden şahsiyetlerin çıktığını görüyoruz. Ümmetin siyasî sahada doğru yoldan saptığı bir zaman diliminde Ömer b. Abdülaziz’in; on ikinci asrın başlarında Batinîliğin fikren İslam coğrafyasını sarstığı bir zamanda İmam Gazalî’nin ve on altıncı asırda özellikle Hint alt kıtasında İslam dinini dejenere edip ortadan kaldırmaya çalışan Ekber Şaha karşı da İmam Rabbanî’nin çıktığını görüyoruz. Bu ve buna benzer diğer bazı şahsiyetler, “Ümmetimden, her yüz yılda bu dini tecdit edecek şahsiyetler gelecektir” hadisinin sırrına mazhar olmuş kişilerdir. Bunlardan kimi siyaset alanında ve çoğu da eserleriyle özellikle itikadî sahada bu Ümmetin istikametini muhafaza etmiş kimselerdir. Ümmetin istikametinin muhafazasında en önemli konu hiç şüphesiz itikadî sahadır. Çünkü itikadî sahada herhangi ufak bir sapma, merkezdeki bir noktadan birbirinden ayrılan ve gittikçe büyüyen bir açıya benzer. Bu durum siyasî ayrışmaları beraberinde getirir. Siyasî ayrışmalar da beraberinde çatışmaları getirir. Ameldeki büyük bir ihmal bile bu itikad alanındaki sapma kadar zarar veremez. Bu sebepten dolayı dini tecditle görevli olan zatlar en büyük tahşidat ve yığınağı itikadî alanda göstermişlerdir. Ayrıca, itikadî sahadaki sapmayı sonradan telafi etmek de neredeyse imkânsız gibidir. Örneğin Şia anlayışı, ana gövdeden itikadî bir sapmadır. Sünnîlikle Şia arasındaki bu itikadî sapma tam olarak giderilemez ve kıyamete kadar da bir şekilde devam edecektir.

Hz. Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursî de eserlerinden ve yaptıklarından anladığımız kadarıyla, dini tecdit göreviyle görevli bu nuranî halkanın farklı zamanlardaki birer halkasıdırlar. Hz. Mevlana on üçüncü asrın, Said Nursî de yirminci asrın tecdit görevini bihakkın yerine getiren şahsiyetleridir.

Söz konusu iki şahsiyetimize baktığımız zaman Hz. Mevlana, Moğol istilasına maruz kalan İslam dünyasının bozulan moralini ve çöken maneviyatını yazdığı Mesnevisiyle düzeltmeye gayret etmiş ve İslam dünyasının zihin yapısını yeniden ihya ve inşa etmeye çalışmıştır. Bu konuda büyük bir oranda muvaffak olduğunu da söyleyebiliriz.

Said Nursî’ye baktığımız zaman O da yirminci asırda özellikle Batı felsefesinden kaynaklanan uluhiyyeti inkar fikri ve felsefesine karşı durmuş ve yazdığı Nur Risaleleriyle başta Türkiye olmak üzere İslam âlemini bu inkar furyasına karşı korumaya çalışmıştır. İslam dünyasının I. Dünya savaşının getirdiği moral bozukluğundan da kaynaklanan ve istikametini kaybetmek üzere olan zihin dünyasını tamir etmeye, yeniden inşa ve yapılandırmaya odaklanmıştır.

Burada her iki şahsiyetimizin İslam dünyasının zihin yapısını tamir ederken özellikle üzerinde durdukları ortak nokta, hem itikadî ve hem amelî sahada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışı olmuştur. Bundan da hiçbir şekilde taviz vermemişlerdir. Ehl-i Sünnet dışındaki anlayışları, ana gövdeden ayrılan birer yanlış düşünce ve anlayış olarak değerlendirmişlerdir. Okuyucularını ve mensuplarını bu fikirlere karşı korumuş ve uyarmışlardır.       

Bu arada şunu da ifade edelim ki, Hz. Mevlana’nın kendisine ait olmadığı tespit edilen bazı şiirlerinden hareketle[2] veya kendisine ait olan bazı şiirlerinin zorlamalı bazı yorumlarından yola çıkarak kendisinin gulat-ı şiadan, yani aşırı bir Şiî olduğu da iddia edilebilmiştir.

Oysa Hz. Mevlana’nın eserleri ve özellikle Mesnevisi dikkatli bir şekilde incelendiği zaman onun aşırı bir Şiî olduğu şöyle dursun, Şiîlikle uzaktan yakından bir alakasının olmadığı görülecektir. Özellikle İtikadî İslam mezhepleri arasında tartışmalı olan bazı konuları direkt veya dolaylı bir şekilde işleyerek bu konularda tam bir Sünnî gibi düşündüğünü göstermiştir.

Hz. Mevlana ve Said Nursî arasındaki tek farkın vahdetü vücud konusunda olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Mevlana, Allah’ı tanımada veya tevhid konusunda vahdeti vücud anlayışını yeterli görürken; buna karşın Said Nursî, Allah’ı tanıma ve tevhid konusunda vahdeti vücud anlayışını eksik ve yetersiz bulur. Bu şekildeki bir anlayışın bu zamanda yanlış anlaşılabileceğini ve esbab perdesini yırtamayan bazı kimselerin bu konuyu yanlış anlayabileceklerini de ifade eder. 

Diğer taraftan Hz. Mevlana’ya göre imtihan sırrının bir gereği olarak aslında bu âlemde her zaman bir ikilik mevcuttur. Diğer bir ifadeyle bu şehadet âlemi, suret-mana, varlık-yokluk, ğayb-şehadet, ışık-karanlık gibi çift çift veya ikili zıtlar halinde zuhur etmiştir. Bu şekildeki meydana gelmeler, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin birer tezahürüdürler ve bu şekilde tecelli etmişlerdir. Ancak bununla beraber iman-küfür, hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir. Allah’a nispetle hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük olmadan kötülüğü terk etmek imkânsızdır. Yine küfür olmadan din olmaz, çünkü din, küfrü bırakmaktır. Hz. Mevlana’nın bu anlayışına göre imtihan sırrının tahakkuk etmesi için her hususta ikiliğin olması kaçınılmazdır. Bunu Mesnevideki şu mısralarıyla dile getirir:

“Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi odun, burada öd ağacı yok demektir.

Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey batıl diyen de şakîdir”.

Hz. Mevlana’nın bu anlayışına göre konumuz olan Sünnî anlayışla karşıt anlayışı da mutlaka olacaktır. Çünkü yanlış olmadan doğruyu bulamazsınız. Bu da son derece doğaldır ve aslına bakarsanız böyle de olmalıdır.

Said Nursî’nin de bu konuda benzer bir şekilde düşündüğünü söyleyebiliriz.

Hz. Mevlanâ’nın ve Bediüzzaman Said Nursî’nin, fikirlerini direkt veya dolaylı olarak açıkladığı tartışmalı konular özetle şunlardır: Tevhid, C. Hakk’ın sıfatları meselesi, Cebr, Sahabelerin ve özellikle Muaviye’nin durumu, Hilafet, Sünnîlik, Şiîlik, Mutezilîlik, Ehl-i Beyt, Allah’a el ve benzeri uzuvların isnadı, ef’al-i ibad, hulefay-i raşidinin sıralanması meselesi, irsal-i rusul, vahdet-i vücud ve buna benzer diğer bazı meselelerdir.

Ayrıca Hz. Mevlana ve Said Nursî, yine mezhepler arasında tartışmalı olan ahir zaman alametlerinden nuzul-u İsa, dabbetü’l-arz, mehdî, deccal, ye’cüc-me’cüc, sedd-i Zülkarneyn, Güneşin batıdan doğması v.b. konularda da nasıl düşündüklerini açıklamışlar ve yine bu konularda da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinden ayrılmamışlardır. Bu düşüncelerini naklî delillerin yanı sıra aklî delillerle de desteklemeye çalışmışlardır.

Bu kısa girişten sonra şimdi Hz. Mevlana’nın bahsettiğimiz konular hakkındaki görüşlerine şöyle bir bakalım:

Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin, miladî on üçüncü asırda yaşamış (öl.1273) bir mutasavvıf olduğunu biliyoruz. Tasavvufa yönelmeden önce uzun bir müddet medrese tahsili görmüş ve ardından medresede öğrencilerine ders veren bir müderris olmuştur. Gerek tasavvufa yönelmeden önceki müderrislik hayatında ve gerekse tasavvufa yöneldikten sonraki hayatında İslam’ın bazı amelî ve nazarî konularıyla ilgili görüşlerini de çeşitli vesilelerle açıklamıştır.

İslam fikir hayatında, itikadî İslam mezheplerinin temsilcileri, İslam’ın temellerini oluşturan itikadî meseleler hakkındaki fikir ve görüşlerini açıklamışlardır. Bu mezhepler arasında temel bazı konulardaki görüş farklılıkları günümüze kadar gelebilmiştir. Tartışmalı konuların çoğunun siyasî, itikadî ve bazılarının da nazarî olması hasebiyle bu görüş farklılıklarının bir kısmının kıyamete kadar devam edeceği de kuvvetle muhtemeldir.

Hz. Mevlana da büyük bir İslam âlimi ve mutasavvıfı olması cihetiyle bu itikadî mezhepler arasında tartışmalı olan konular hakkındaki görüşlerini en büyük eseri olan Mesnevi’de yer yer açıklamış ve meseleler hakkındaki kanaatini şiirlerinde dile getirmiştir. Mevlana’nın kişilik ve şahsiyetinin anlaşılması açısından da onun özellikle tartışmalı olan konular hakkındaki fikirlerinin bilinmesine şiddetle ihtiyaç vardır diyebiliriz.

Ayrıca, Mesnevinin diğer bir özelliğine de dikkat çekmekte yarar vardır. Hz. Mevlana, kitabının, bir ilham eseri olarak yazıldığını ifade etmekte, övmekte ve onu ilahî bir kitap olarak vasıflandırmaktadır.[3]

“Bu, ne yıldız bilgisidir ne remil ne de rüya. Allah doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah vahyidir”[4] demek suretiyle Mesnevinin kıymetini ifade etmeye çalışmaktadır. Bu özelliğinden dolayı bir topluluğa Mesneviyi okuyan herhangi bir şahıs okumaya son vermek istediği zaman “İnçünin fermud Mevlanay-ı ma   Kaşif-i esrarhay-ı Kibriya” (Ululuk sırlarını keşfeden Mevlana’mız böyle buyurdular) dedikten sonra yukarıya aldığımız mısraın orijinal metnini okur ve dersi bitirirdi.[5]

Bu kısa açıklamadan sonra Hz. Mevlana’nın itikadî mezhepler arasında tartışmalı olan, özellikle itikat açısından önem arz eden bazı konular hakkındaki açıklamalarına geçebiliriz.

Tevhid Hakkındaki Görüşleri:

Hz. Mevlana, İslam’ın temel taşı olan tevhid yani Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarıyla eşsiz, benzersiz ve tek olduğu hakkındaki görüşlerini şu mısralarıyla dile getirir.

Allah’ın insanî vasıflarla vasıflanamayacağı ile ilgili olarak,

“El, ayak bizim için öğüş vesilesidir. Fakat Allah’ın arılığına nispetle kusur.

Doğmaz, doğurmaz vasfı ona layıktır. Babayı da halk eden o, oğlu da.

Doğma cisim olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur.

Çünkü doğan kevn ü fesat âlemindendir, aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette onu bir meydana getiren lazım”.[6]

Hz. Mevlana, yukarıdaki beyitlerde ifade ettiği gibi Cenab-ı Hakk’ın, beşere ait olan el-ayak sahibi olma, doğmak-doğurmak, baba olma-oğul olma gibi insanî sıfatlardan münezzeh olduğunu, çünkü bunların kevn-fesad âlemine ait olup sonradan olduklarını, bu yüzden bunların Allah’a ait sıfatlar olamayacağını açık bir dille ifade etmektedir.

Diğer taraftan Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olarak Hz. Mevlana,

“Allah ismi, sıfattan türeme, sıfattan meydana gelmedir. Allah, sıfatlarıyla kadimdir, evveli yoktur. İllet-i ula misali gibi batıl ve saçma değildir”.[7]

“Bil ki sağır ve dilsizin kulağı, afetlerden bir afettir. Ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır, ne de belletmeye.

Belletilmeden söyleyen Allah’tır, çünkü onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır.

Yahut Âdem gibi ana ve dadı hicabı olmaksızın Allah telkiniyle söyler”[8] demek suretiyle Allah’ın sıfatlarını, Sünnîliğin öngördüğü bir şekilde kabul etmekte, bunların ezelî olduğunu, illet-i ula gibi batıl ve saçma olmadığını açıkça vurgulamaktadır.

Hz. Mevlana, burada Allah’ın sıfatlarının ezeliyyetini kabul etmekle Mutezilî ve Şiî bakış açısını reddetmekte ve tamamen Sünnî bir bakış açısına sahip olduğunu göstermektedir.

Allah’ın keyfiyetsiz oluşu, zamandan ve mekândan münezzeh oluşuyla ilgili olarak da şöyle der.

“Aklının sana yakınlığı keyfiyete sığmaz. Ne sağdadır, ne solda, ne arttadır ne önde.

Aklın bile sana yakınlığı, aklın bile sendeki varlığı keyfiyetsiz, anlatılmaz bir haldeyken ve o yolda akıldan bahis bile edilemezken o padişahın sana yakınlığı, neden keyfiyetsiz olmasın”.[9]

“Gözünün nuru, gözbebeğindeki ışık, altı cihetten de gelmiyor. Fakat ne yolla geliyor?

Taraf ve cihet, halk (yaratılış) âlemindendir. Emir ve sıfat âlemini cihetsiz bil.

Güzelim, bil ki emir âleminde cihet yoktur. Artık emir sahibi olan Allah, elbette büsbütün cihetten münezzehtir”.[10]

Hz. Mevlana, yukarıdaki görüşlerini dile getirmekle müşebbihe[11] ve musavvire[12] mensuplarının görüşlerine katılmadığını, onları reddettiğini göstermektedir.

Tevhid-i Zatî ile ilgili olarak,

“Güneş, gerçi dışarıda tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.

Ama kendisinden esir varolan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de dışarıda da benzer olamaz.

Nerde tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin”.[13]

Burada da Hz. Mevlana, Allah’ın zat ve sıfatlarında eşsiz ve benzersiz olduğunu ifade etmektedir. 

Allah’ın kudreti ile ilgili olarak,

“Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan kadim Allah ile pençeleşiyordu.

Öyle kudretli bir Allah ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu alem gibi yüz tanesini var eder”.[14]

“Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür.

Bu ömür uzunluğu da Allah’ın tez tez halk etmesindendir.

Yüce Rabb’in yeniden yeniye ve süratle halk etmesi, ömrü öyle daimî gösterir.

Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa (kendiliğinden bilemez), ona de ki: İşte Hüsameddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır (ondan öğren)”.[15]

Yukarıya alıntıladığımız tüm mısralarından da anlaşıldığı gibi Hz. Mevlana, Allah’ın varlını ve birliğini vurgulamakta, ayrıca onun insanî vasıflarla vasıflanamayacağını, kendisine ait özel sıfatlarının olduğunu ve bunların ezelî ve ebedî olduğunu, kudretinin sonsuz olduğunu, bu âlemi her an yeniden yarattığını, zatının mahiyetinin tasavvur dahi edilemeyeceğini, zamandan, mekândan ve cihetten münezzeh olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Diğer yandan Hz. Mevlana’nın, vahdetü vucud meslek ve meşrebini kabul ettiğini daha önce ifade etmiştik. Ancak Hz. Mevlana, bu konuyla ilgili görüşlerini dile getirirken son derece dikkatli bir dil kullanır, daha fazla izahata girişmesi halinde bazı zihinlerin yanlış anlamalara kapılabileceğini, bu yüzden fazla açıklama yapmaktan kaçındığını da açıkça ifade eder.

Konuyla ilgili olan bazı mısraları şöyledir:

“Sonra bu cüz’î olan gönüller de hakiki maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.

Bu söz çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum.

Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından, ihtiyarım elimde bulunmadığından (dolayıdır).

Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır”.[16]

“Benim davulumu döğen ‘irciî’[17] sesidir. Benimle davaya girişenlerin rağmına şahidim Allah’tır.

Padişahın cinsinden değilim, haşa… bunu iddia etmiyorum.[18] Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim.

Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü yok oldu.

Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim toz gibi.

Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var”.[19]

“Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıstır; can buna benzemez.

Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın karışır.

Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu göremiyoruz”.[20]

“Mademki iş yurdu, iş sahibinin mekânıdır, dışarıda kalan gafildir.

O halde iş yurduna, yani yokluğa gel ki sanatı da sanatkârı da bir arada göresin”.[21]

“Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve saftık.. su gibi.

O güzel ve latif nur surete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.

Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, bundan korkarım”.[22]

“Esasen ab-ı hayat da kendisidir, saki de kendisi, sarhoş da. Tılsımın bozuldu mu üçü de birleşir.

Fakat bu birliği kıyas yoluyla bilemezsin. Kulluk et ey kendini bilmez, saçma sapan söylenme.

Senin mana sandığın surettir, eğretidir. Sen kendince öğünüp seviniyorsun”![23]

Yukarıdaki mısralarda açıkça görüldüğü gibi konuyla ilgili daha fazla açıklama yapması halinde bazı zihinlerin bulanabileceğini, sözlerine yanlış bazı anlamlar yüklenebileceğini ve bunları okuyacak insanların dinî açıdan bazı çıkmazlara düşmemesi için bundan kaçındığını ifade etmektedir. Yine Hz. Mevlana’nın özellikle Panteizm’e yorumlanabilecek söz ve ifadelerden şiddetle kaçındığını görmekteyiz. Diğer taraftan Mevlana, burada insanın her hal-ü kârda ibadetle mükellef olduğunu, hiçbir zaman herhangi bir insanın şer’î ibadetlerden muaf olamayacağını vurgulama ihtiyacı hissettiği de görülmektedir.

Cebr, İhtiyar ve Cüz-i İhtiyarî Hakkındaki Görüşleri:
Hz. Mevlana bu kavramlarla ilgili görüşlerini de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde açıklamaktadır. İyiliğin bilinmesi için de kötüye ihtiyaç bulunduğunun genel bir kural olduğunu belirtir.

İnsanın iradesinde hür olduğuyla ilgili olarak şöyle der.

“Kendine gel de ‘Rabbi bima ağveyteni’[24] yi oku… Oku da cebrî olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma!

Cebir ağacına ne vakte dek sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın.

İblis ve soyu sopu gibi Allah’la savaşta, mübahasedesin”.[25]

“Allah’ın, bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi menetmek değildir ki”![26]

“Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu Allah’tandır diye kendini cebrî yaparsın.

Peygamberler dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.

Peygamberlerin ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde”.[27]

“Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir”.[28]

“Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın.

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el.

Her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır. Fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur.

İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin, fakat titreme illetine mübtela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün”.[29]

“Onun verdiği kudrete şükretmek, kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.

Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı o dergâhı görmedikçe uykuya dalma.

Ey dikkatsiz cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayri bir yerde uyuma.

Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur”.[30]

“Tembellik yüzünden şükür ve sabırdan mahrum kalan ancak şunu bilir: Ayağını ‘cebir’ tutmuştur (bana bunu Allah vermiş demektedir).

Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır”.[31]

“İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin. Ey yiğit, zıt zıddıyla görülebilir.

Mademki bu fikri terk etmekten acizsin. O vakit günah işlemekten de acizdin.

Aciz olduktan sonra pişmanlık neden? O acizlik, kimin takdiriyle onu ara”.[32]

Yukarıya aldığımız mısralardan da anlaşıldığı gibi Hz. Mevlana, kulun herhangi bir seçme hürriyetine sahip olmadığı anlamına gelen cebir (Cebriyye) görüşünü kesin olarak reddetmektedir. Buna mukabil insanın yaptığı işlerde, tamamen seçme hürriyetine yani bir iradeye sahip olduğunu ve bu seçme hürriyeti neticesinde yaptığı işlerden de sorumlu olduğunu açıkça vurgulamaktadır. Bu açıklamalarıyla Hz. Mevlana, Cebriyye mezhebinin görüşlerini reddetmekte ve Ehl-i Sünnetin görüşlerini benimsediğini göstermiş olmaktadır. Ayrıca “Allah’ın, bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi menetmek değildir ki”![33] şeklindeki açıklamasıyla, Allah’ın küllî iradesi ile kulun cüz’î iradesinin (cüz-i ihtiyarî) çatışmadığını, bilakis her ikisinin bir şekilde uyuştuğunu ve uyumlu olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır.

Efal-i İbad Konusundaki Görüşleri:

Mevlana bu konuda da görüş ve fikirlerini açıkça ifade etmiştir. Kulların fiillerinde ve bu fiillerin meydana gelmesinde kulun, sadece kasib yani kazanan olduğunu, insanın fiillerinin ise tamamen Allah tarafından yaratıldığını çok açık bir şekilde beyan eder.

Konuyla ilgili olarak,

“Kimi altına, gümüşe sahip olmuş, zenginlikte naziri olmayan bir dereceye erişmiş görürsen bil ki o, kazanma zahmetine sabretmiştir.

Gözü açık olan bunları sebepsiz, Allah hikmeti olarak görür. Fakat mademki duygu âlemindesin, sebeplere kulak as.

Sebeplere yapışmamak, onları görmemek makamı; ruhu tabayi âleminden kurtulmuş olanındır”.[34]

“Yapılan işin ğayb âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tabi değildir.

Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek olan Allah tarafından yaratılmıştır.

Mesela Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok Amr’ı kaplan gibi yaralar.

Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri Hak yaratmıştır, insan değil.

Ok’a hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse yahut ölümüne kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,

O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e, ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!

Hepsi Allah’ın icadiysa da o ağrıları Zeyd’e nispet et”.[35]

“Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri, hep Hakk’a mutîdir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzağa düşüren, doğurtan, yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır)”.[36]

“Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim de yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda”.[37]

“Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye ‘bunu niye böyle yaptın’ deme!

Allah’ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmededir. Bizim işlerimiz, Hak işlerinin eserleridir”.[38]

Görüldüğü gibi Hz. Mevlana yukarıya alıntıladığımız mısralarında, insanın sadece tercih yapan, kazanan, kesb eden olduğunu, bundan dolayı da sorumlu olduğunu; ancak insanın fiillerinin ve diğer tüm hareketlerin yaratıcısının Allah olduğunu ve insanın tercihi sonucu tüm hareketlerin Allah tarafından yaratıldığını beyan etmektedir. Hz. Mevlana, insana tercih hakkını vermekle Cebriyye mezhebinin görüşünü reddetmektedir. İnsan fillerinin yaratıcısının, kulun kendisinin değil de Allah olduğunu kabul etmekle de Mutezile mezhebinin iddialarını reddetmiş olmaktadır. Bu bakış açısı tamamen Sünnî bir bakış açısıdır. Dolayısıyla Hz. Mevlana da bu bakış açısını kabul etmekle Sünnî anlayışı benimsemiş olmaktadır.[39]

Kaza ve Kader Hakkındaki Görüşleri:

Hz. Mevlana İslam mezhepleri arasında tartışmalı konulardan biri olan Kaza ve Kader meselesinde de görüşlerini açıklamıştır. Konuyla ilgili Mevlana’nın görüşleri şöyledir.

“Fakat kaza gelince bilgi uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.

Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkar edenin inkarı bile, bil ki kaza ve kaderdendir”.[40]

“Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!

Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.

Eğer kaza seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur”.[41]

“Hepsi dediler ki: ‘Ey halden haberdar hakim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.

Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü tevekkül et ki tevekkül hepsinden iyidir.

Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın”.[42]

“Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir”.[43]

Burada Hz. Mevlana açıkça kaza ve kaderin varlığını kabul ettiğini göstermektedir. Şu hususa da dikkat çekmekte yarar var kanaatindeyim. Yukarıya alıntılanan mısralarda zahiren cebrîlik iddiası varmış gibi görünüyorsa da Hz. Mevlana’nın buradaki esas vurgusu, asıl olanın irade-i külliye olan Allah’ın iradesi olduğu hususunadır. Buna göre kâinatta, dünyada, insanlar ve toplumlararası ilişkilerde esas olan irade, irade-i külliyedir. Diğer bir tabirle insan ve diğer tüm yaratıklar, Allah’ın onlar için koyduğu kural ve kaidelere bağlıdırlar ve bunların dışına çıkamazlar ki buna Sünnetullah diyoruz. Diğer taraftan Hz. Mevlana burada bu fikirleri dile getirmekle aslında ‘İnsan’ (Dehr) suresinin otuzuncu ayetinin bir nevi tefsirini yapmış olmaktadır. Adı geçen surenin otuzuncu ayetinin meali şöyledir: “Şu da var ki: Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, hikmet sahibi olan ancak Allah’tır”.[44]

İnsanın kendi fiillerinin yaratıcısı olup olmadığı konusu ise efal-i ibad konusunda işlenmişti. Kısaca hatırlayacak olursak kul, kendi cüzî iradesi olduğu için yaptığından sorumlu olmakla beraber; insanın bizzat kendisi, kendi fiillerinin yaratıcısı değildir. Tüm fiiller Allah tarafından yaratılmaktadır. Burada Hz. Mevlana’ya göre irade-i cüz’îyye ile irade-i külliye çatışmamakta, aksine birbirini tamamlayan birer unsur olmaktadırlar.

İlk Dört Halife (Hulefa-i Raşidin) ve Diğer Sahabeler Hakkındaki Görüşleri:
Konuşmamızın başında Hz. Mevlana’nın özellikle aşırı Şiîlikle itham edildiğini ifade etmiştik. Şiîliği diğer mezheplerden farklı kılan temel inanç ilkeleri kısaca şunlardır.

a- Hz. Ali, Hz. Peygamberden sonra nass ve tayinle Halife olması gereken kişidir.

b- İmamet Hz. Ali’nin çocukları (Hasan ve Hüseyin) ve Hüseyin’den olma torunlarıyla devam eder ve onlara hastır.

c- Hz. Peygamberden sonra İmamların sayısı on ikidir.

d- Hz. Ali ile savaşan Muaviye ve yakın arkadaşlarını küfre girmiş kimseler olarak kabul ederler.

e- İlk üç Halife, Hz. Ali’nin hakkı olan hilafeti en hafif deyimiyle ona vermemiş, hakkını teslim etmemişlerdir. Daha aşırı Şiîler ise ilk üç Halifeye (özellikle ilk ikisine) küfreder ve onları zalimlikle suçlarlar.[45]

Şia’nın bu fikirlerini göz önünde bulundurarak, Hz. Mevlana’nın bu konularla ilgili ne tür fikirler beyan ettiğine bakarsak onun aşırı olup olmadığı bir tarafa, Şiîlikle hiçbir alakasının olmadığı rahatlıkla görülecektir.   

Konuyla ilgili görüşlerine gelince Hz. Mevlana, sırasıyla Hz. Adem, Şit, Nuh, İbrahim, İsmail, Davud, Süleyman, Yakup, Yusuf, Musa ve İsa peygamberleri çeşitli vasıflarla anıp övdükten sonra sözü Hz. Muhammed ve arkadaşlarına getirir.

“Muhammed o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.

Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.

Ömer o maşuka aşık oldu da gönül gibi hakkı batılı ayırd etti.

Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup zinnureyn oldu.

Mürteza onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Allah aslanı kesildi”.[46]

Hz. Mevlana burada Hz. Ali’den sonra sırasıyla Cüneyd-i Bağdadî (öl.909-911)[47], Bayezid-i Bistamî (öl.848)[48], Maruf-u Kerhî (öl.815-816)[49], İbrahim Edhem (öl.777-778)[50] ve Şakik (öl.709) gibi büyük mutasavvıfları meşhur yönleriyle överek zikreder.

Hz. Mevlana, yukarıya alıntıladığımız mısralarında ilk dört halifeyi sırasıyla olduğu gibi ele alıp onları zikretmiş ve övmüştür. Ve yine onları, tarihçe meşhur oldukları vasıflarıyla ön plana çıkararak anmıştır. Bu durum, onların fazilet sırasını Ehl-i Sünnetin anlayışındaki gibi aynen kabul ettiğini gösterir.

Diğer taraftan Şiîlerin özellikle sevmediği Hz. Ömer’i açık bir şekilde överek şöyle der:

Rum elçisi, “Medine halkına ‘Halifenin köşkü nerdedir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim’ dedi.

Halk dedi ki: ‘Onun köşkü yok, Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.

Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.

Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!

Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet”.[51]

 “Bir Bedevî karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp ‘İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında;

Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Allah gölgesini gör’ dedi”[52]

 “Ey aziz sen bana Mustafa’sın, ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım dedi”[53]

Hz. Mevlana, bu beyitleriyle Hz. Ömer’in hem mütevaziliğini hem manevi değerini ‘Allah gölgesi’ tabiriyle nazara vermeye çalışmaktadır.

Hz. Osman ile ilgili olarak,

“Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu oraya oturdu”.[54]

“Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı”.[55]

Hz. Mevlana burada da Hz. Osman’ın merhametini ve şefkatini açıkça övmektedir. Şia mensupları gibi onu, hakkı olmadığı halde hilafeti ‘bir şekilde’ almakla veya diğer bazı müellifler gibi onu daha farklı sebeplerle eleştirmemektedir.

Hz. Mevlana, Hz. Muaviye’yi de emir olarak anmakta, onu akıllı, tedbirli, şeytanla olan tartışmalarında bile Şeytan’a galebe çalan ve ona aldanmayan akıllı bir kimse olarak göstermektedir.[56]

Diğer tüm sahabelerle ilgili olarak da Hz. Mevlana şöyle der.

“Hamd âlemlerin rabbi Allah’adır. Allah resulüne -Allah rahmet etsin- selametler versin. Ve onun tertemiz soyunun ve sahabesinin hepsine rahmet olsun”.[57]

Hz. Mevlana, Hz. Peygamberin çocuklarıyla ilgili olarak da şöyle der.

“Dönen ve bu yüzden başı dönmüş olan kişi elbette evi de kendisi gibi döner görür.

O edepsiz bahçıvanın söylediği sözler kendi haliydi. Evlad-ı Resulden o işler uzaktır”.[58]

“O zalim herif, şerife; Haricî, Al-i Yasin’e ne yaparsa onu yaptı.

Hatta Şeytan ve Gul, Al-ı Resul’e Yezid ve Şimir[59] gibi nasıl kin tutarlarsa o da öyle kin tuttu, öcünü aldı”.[60]

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Hz. Mevlana, Hz. Peygamberin tüm ashabına rahmet istemektedir. Bu istek ve inancıyla, Şiî İmamiyye’nin temel bir görüşü olan Hz. Peygamberin ashabı arasındaki ayırım fikrini reddetmektedir. Diğer taraftan evlad-ı resulu genel olarak övmekte ve onları ‘bayağı işlerden uzak olan kimseler’ olarak vasıflandırmaktadır. Bununla beraber onlara, İmamiyye inancında olduğu gibi İmamet ve masumiyet isnat etmediğini de müşahede etmekteyiz. Bu konuda da Hz. Mevlana’nın bu fikirleriyle yine tamamen Sünnî anlayışı benimsediğini görmekteyiz.

Bütün bunlardan ayrı olarak Hz. Mevlana, muhafazakâr olarak bilinen Sünnîlikten de öte, kendi meslek ve meşrebinin aşk olduğunu, eserlerinin çok değişik yerlerinde çok değişik ifadelerle dile getirmektedir. Bununla da ilgili olarak şöyle der.

“Bunu bırak, surete olan aşklar, mutlaka surete ve güzel kadına değildir.

İster bu cihanın aşkı olsun, ister o cihanın aşkı, hakiki maşukta suret yoktur.

Hakikaten surete âşıksan eğer, sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun?

Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden? Âşık, iyice ara, maşukun kim?”[61]

“Sen suretten kurtulmadıkça Allah hakkında, surete sığmaz yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.

Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi, tamamıyla iç (batın) olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır”.[62]

“Ey nakşı sureti olmayan! Bunca nakışlar, bunca suretlerle sana hem müşebbih hayran olmuştur, hem muvahhit.

Gah müşebbihi muvahhit yapmakta, gah suretler muvahhidin yolunu kesmekte”.[63]

Hz. Mevlana bu ifadelerle Cenabı Allah’ın birliğini ve benzersiz oluşunu, aynı zamanda evvel, ahir, zahir ve batın olduğunu anlatmanın yanı sıra kendi tasavvufî anlayışını da dile getirmektedir. Ayrıca, daha önce Hz. Mevlana’nın sırasıyla ilk Peygamberleri, sonra Hz. Muhammed’i, daha sonra ilk dört halifeyi ve hemen sonrasında da tasavvuf meslek ve meşrebinin önde gelen simalarını zikredip övdüğünü ifade etmiştik. Aslında bu sıralama Hz. Mevlana’nın, hakkı tebliğ görevinin, bir başka ifadeyle, Allah tarafından insanları irşad görevinin, Hz. Peygamber ve ilk dört halifeden sonra velayet tarzında tecelli ederek adlarını zikrettiği[64] tasavvuf büyüklerine geçtiği inancında olduğunu da göstermektedir.

Bütün bunlarla beraber Hz. Mevlana, insanlar arasında mutlaka görüş farklılıklarının olacağını, hatta bunun kaçınılmaz olduğunu ve bu durumun bu ‘imkân’ âleminin böylesi bir sonucu verecek şekilde dizayn edilmesinin bir sonucu olduğunu; bir başka ifadeyle güzel ve güzelliklerin ortaya çıkması için mutlaka zıtlarına da ihtiyaç bulunduğunu ifade etmektedir. Bunu dile getirmekle beraber vahyin rehberliğini kabul ettiği gibi; aklın rehberliğini de bir tarafa atmamakta, vahiyle desteklenmiş münevver bir aklı da ölçü olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bu farklılıklar konusunda özellikle bilginin kıymetine vurgu yapmakta ve “Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi odun, burada öd ağacı yok demektir. Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey batıl diyen de şakidir”[65] demek suretiyle bu hususlara dikkati çekmektedir.

Şimdi de Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatında İtikadî Mezhepleri Değerlendirmesine Bakalım

Bediüzzaman Said Nursi de, Hz. Mevlana’nın beslendiği kaynaktan yani medreseden beslenmiştir. Risale-i Nur Külliyatı olarak isimlendirdiği külliyatının da medrese malı olduğunu ifade eder.[66]

Medreseler, çeşitli zaman dilimlerinde şekil değiştirmiş olsalar bile İslam’ın ilk yıllarından itibaren İslamî ilimlerin tahsil edildiği yerler olmuştur. İlk dört halife, Emevîler ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde bu görevi camiler görmüş, daha sonraları ise bu iş için, içinde mescidi de bulunan müstakil binalar yapılmıştır.

İslamî ilimlerin tahsil edildiği bu mekânlarda İlahiyata dair tüm konular işlenmiş ve tartışılmıştır. Tabii olarak bu konuların içinde en çok işlenen ve tartışılan konuların başında da farklı itikadî mezheplerin görüşlerinin geldiğini söylemek herhalde abartı olmayacaktır.

Risale-i Nurlar, medrese malı yani medrese ilimlerinin netice verdiği bir külliyat olduğuna göre bu külliyatta, itikadî mezheplerin işlediği konuların ve bu mezheplerin birbirine aykırı olan görüşlerinin de işlenmiş olması son derece tabiîdir.

Risale-i Nurlardan önce yazılan ve bu konularla ilgili olarak medreselerde okutulan klasik kaynakların tamamı bu görüşlerden teferruatlı bir şekilde bahseder ve bu konudaki farklı görüşler aklî ve naklî deliller ışığı altında değerlendirilir.

Bediüzzaman Said Nursî de medreselerde okutulan ve tartışılan bu itikadî konuları, klasik kaynaklarda tartışıldığı kadar olmasa bile bütün bu meseleleri ele almış ve bu konularda söylenmesi gerekeni söylemiştir.

Ancak burada Hz. Mevlana’da olduğu gibi Said Nursî de bu meselelerden bahsederken esas olarak Ehl-i Sünnet anlayışına vurgu yapar ve bu görüşün doğru; diğerlerinin ise hatalı olduğuna dikkat çeker.

Şurası da var ki, Nur risalelerinin diğer klasik medrese kitaplarından bazı noktalarda önemli farkları vardır. Şöyle ki:

1- Said Nursî, kendi eserlerinde diğer klasik mezhepler tarihi kitaplarında olduğu gibi meselelerden uzun uzadıya bahsetmez. Onlardan gerektiği kadar az, öz ama bu konudaki fikrinin de ne olduğunu açık bir tarzda belirterek bahseder. Örneğin Eşarî-Maturidî ve Mutezile arasında tartışmalı bir konu olan Hüsün-Kubuh meselesinden bahsederken uzun uzun tartışmalara ve açıklamalara girmez. Eşarî ve Maturîdi mezhepleri arasındaki cüzî farklardan da bahsetmeyerek bu konudaki görüşünü ve tercihini bir cümleyle belirtir. Mesela şöyle der: “Amma mezheb-i Hak olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat derler ki: ‘Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder sonra kabih olur’. Demek, emir ile güzellik; nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder.”[67] Said Nursî bu bir cümleyle mezhepler arasında çok tartışmalı olan bu konuda tercihini Eşarî’den yana kullanır. Bu konuda Eşarî’nin savunduğu fikrin ve anlayışın doğru; diğerlerinin hatalı olduğunu böylesi bir cümleyle ifade etmiş olur.

2- İkinci bir fark olarak Said Nursî, Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin fikirlerini ve anlayışlarını reddederken toptancı davranmaz. Bir kısım klasik İslam âlimlerinin aksine o, batıl veya fırak-ı dalle olarak adlandırılan mezheplerde de birer dane-i hakikat bulunduğunu kabul eder. Bu fırak-ı dalle olan mezheplerden, özellikle Cebriye ve Mutezile’nin yaptıkları en büyük hatanın ise bu dane-i hakikat olan noktanın hususi bir mahalli varken, onu orda tutmayıp o anlayışı tamim edip genelleştirmeleri olduğuna vurgu yapar. Konuyu işlediği cümlelerinde şöyle der: “Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve ma’siyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesaibe nazar olur kadere. Söz olur Cebriyye. Müstakbel ve maasi, nazar olur teklife, söz olur İ‘tizale. İ‘tizal ile Cebir şurada barışırlar. Şu batıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsusu mahalli vardır; batıl olan tamimdir.[68]

3- Said Nursî’nin dikkat çektiği bir diğer husus da şudur: Said Nursî, özellikle Mutezile mezhebini bazı konularda tenkit ederken onları ğabavetle ve bönlükle suçlar. Halbuki özellikle İslam Kelamı alanında aklı en çok kullanan ve ön plana çıkaran mezhep Mutezile mezhebidir. Said Nursî’nin bazı konularda Mutezile mezhebini gabavetle suçlaması onun bu konularda aklı reddetmesi veya akla önem vermediği anlamına gelmez. Tam aksine aklı ön plana çıkaran Mutezile’nin aklı tam ve doğru olarak kullanmadığını ve bunun neticesinde de bazı konularda doğru yoldan saptığını ifade eder. Şöyle der mesela: “Ehl-i İ‘tizalin bazı İmamları ‘Cehennem sonradan halkedilecektir’ demeleri, hal-i hazırda tamamiyle inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabavettir.”[69] Nursî, konunun devamında Mutezile’nin kainatın her tarafını gezmeden, görmeden böyle bir hükme varmasının akla uygun olmadığını belirtir.

Diğer taraftan Said Nursî, özellikle nübüvvet konusunda Mutezile ve Şia ile aynı tabirleri kullanmamakla beraber netice olarak aynı sonuca varır. Şöyleki, Mutezile ve Şia mezheplerine göre insanlara peygamber göndermek lutuf olarak Allah’a vaciptir.[70] Said Nursî, Allah hakkında bu vacip tabirini kullanmaz. Ancak “Nübüvvet beşerde zaruriyyedir” başlığı altında: “Karıncayı emirsiz, arıları ya‘subsuz bırakmayan kudret-i ezeliyye; elbette beşeri de bırakmaz, şeriatsız, nebisiz, sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette”[71] demek suretiyle aynı sonuca varır. Burada varılan kanaat, nübüvvetin beşer için zaruriyye olduğu sonucudur.

Said Nursî, risalelerinde 1300 yıl boyunca medreselerde ihtilaflı olsun olmasın tartışılan konuların tamamına değinmiş ve bu konularda bir cümleyle de olsa görüşlerini açıklamıştır. Bu meselelerden bazısına bir cümleyle temas ettiği gibi bazı meselelerden de oldukça geniş bir şekilde bahsetmiştir.

Geniş bir şekilde bahsettiği meselelerin başında tevhid, nübüvvet, haşir ve kader meseleleri gelmektedir. Haşir ve Kader konularına müstakil birer eser tahsis ettiğini biliyoruz. Tevhid ve nübüvvet konularına da birçok risalesinde geniş yer verdiğini ve bunları çok değişik açılardan işlediğini görüyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî, Hz. Mevlana’nın da yaptığı gibi tevhid konusunu en geniş bir şekilde işlemiş, bu konuda Ehl-i Sünnet’in görüşlerini esaslı bir şekilde savunmuştur. Özellikle sıfatlar konusunda Mutezile ve Şia’yı reddetmiş bu konuda Ehl-i Sünnet anlayışı olan ‘Cenab-ı Hakk’ın sıfatları, zatının ne aynıdır ne de ğayridir’ anlayışının doğru, diğerlerinin hatalı olduğunu güneş ve yedi rengini misal vererek ispatlamaya çalışmıştır.

Ayrıca yine tevhid konusunda özellikle Şia’nın öne sürdüğü tevhid-i zat; tevhid-i fiil; tevhid-i sıfat; tevhid-i ibadet[72] konularını işleyerek bunları kabul etmekle beraber bunlara bir de tevhid-i rububiyyet, tevhid-i kayyumiyyet; tevhid-i şuhud; tevhid-i celalî; tevhid-i sermedî ve tevhid-i cami[73] tabirlerini eklemek suretiyle bu konuyu daha da geniş bir şekilde işlemiştir.

Said Nursî’nin geniş olarak ele aldığı meselelerden bir diğeri Kader konusudur. Bu konuda cüz-i ihtiyarînin üssülesası olan meyelan meselesini ele alır. Bu meyelan denen şeyin ne olup olmadığı meselesini izah etmeye çalışır. Said Nursî burada meseleyi mezheplere göre açıklar.[74] Netice olarak Hz. Mevlana’da da olduğu gibi insanın kendi fiillerinden tamamen sorumlu olduğunu dile getirir.

Risalelerin diğer bazı yerlerinde ise cüz’î iradenin küllî irade karşısındaki pozisyonunu açıklar. “İnsan her ne kadar fail-i muhtar ise de asıl olan küllî iradedir. Küllî iradenin karşısında iktidar-ı beşerin konuşamayacağını ve susacağını”[75] ifade eder.

Bediüzzaman Said Nursî’nin mezheplerle ilgili olarak dikkat çektiği diğer bir konu da mezheplerin sosyolojik temelleridir. Ona göre ilk başlarda çok zayıf ve cılız olarak ortaya çıkan bir mezhebin itikadî görüşleri, üzerinden zaman geçtikçe ve nesilden nesile aktarıldıkça ilk başlardakinin aksine o fikirler kuvvetleşir ve kökleşir.[76] Belli bir zaman diliminden sonra bu fikirlerin ıslahı ve iptali oldukça güçleşir. Çünkü bu fikirler artık yerleşik kültür haline gelmişlerdir. İnsan toplulukları ise kolay kolay yerleşik kültürlerinden vazgeçmezler ve onu atalar kültü haline getirirler.

Said Nursî’nin diakkat çektiği ve açıklamaya çalıştığı diğer bazı meseleler ise ahir zamanla ilgili olan meselelerdir.

Ancak Said Nursî, nuzul-u İsa, dabbetü’l-arz, mehdi-deccal, ye’cüc-me’cüc, sedd-i zülkarneyn ve güneşin batıdan doğması gibi kıyamet alametlerini Mevlana’da olduğu gibi Sünnî anlayışa uygun olarak olduğu gibi kabul eder. Bununla beraber bu meseleleri izah ederken kendine mahsus oldukça ilginç aklî ve muknî bazı açıklamalarda bulunur. Örneğin Hz. İsa’nın hadislerin zahirine göre ineceğini kabul eder. Ancak herkesin onu, açıkça tanımasının dinin imtihan sırrına aykırı olacağı dusturundan hareketle onun çok yakınında bulunan bazı kimselerin dışında kimsenin onu tanımayacağını belirtir.[77] Yine ona göre dabbetü’l-arz, tek bir hayvan değil bir nev‘dir bir taifedir.[78] Mehdi ve deccal ise normal birer insan olmakla beraber bunlar birer fikir akımlarının bir bakıma temsilcisidirler. Ye’cüc ve Me’cüc’ün de yine birer taife olduğunu ifade eder.

Said Nursî’nin ahir zaman hadisatıyla ilgili olarak tevil etmeksizin olduğu gibi kabul ettiği tek şey ise güneşin batıdan doğması hadisesidir ki bu olay gerçekleştikten sonra artık tövbe kapısının kapanacağını ve bundan sonra da kıyametin kopacağını ifade eder.[79]

Sonuç olarak Bediüzzaman Said Nursî de, Hz. Mevlana’nın yaptığı gibi itikadî alanla ilgili olarak burada daha değinmediğimiz birçok tartışmalı konu olan ecel, rızık, ilmî istibdat, kesb, iman-İslam ilişkisi, iman-amel ilişkisi, imanın artması ve eksilmesi, kader meselesi, mucize, keramet, istidrac, Cennet, Cehennem ve buna benzer diğer bazı konular üzerinde durur, bunları Ehl-i Sünnet anlayışı çerçevesinde kabul eder ve izah etmeye çalışır.

Ancak hemen şunu hatırlatmak zorundayım. Şöyle ki: Risale-i Nur külliyatının esas amacı bu tür konuları tartışmak değildir. Bediüzzaman Said Nursî’nin asıl amacı, yaşadığı asrı göz önünde bulundurduğundan iman ve İslam’ın esasları olan Tevhid, Nübüvvet ve Haşirdir. Başka bir ifadeyle iman ve İslam esaslarının ispatı, yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Aynı zamanda bunların doğru anlaşılması ve yayılmasıdır. İslam’ın doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması da ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışı çerçevesinde olabilir. Bu sebepten dolayı Said Nursî mezhepler arasında tartışmalı olan konuların tamamına temas etmekle beraber külliyatında bunları izah ederken kıymet-i kametince yer vermiş, kimine birer cümleyle temas etmiş, kimini de geniş bir şekilde izah etmiştir. Bununla beraber tüm bu açıklamaları yaparken Hz. Mevlana’nın da yaptığı gibi hitap ettiği İslam dünyasının itikadî alanda istikametini muhafaza etmesi için Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışından hiçbir şekilde taviz vermemiştir.

SONUÇ

Hz. Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursî, her ikisi de kendi eserlerinde İslamî konuların neredeyse tamamına değindiği gibi İtikadî alanda tarih sahnesine çıkan Mezhepler hakkında da serd-i kelam etmiş ve bu mezhepleri çeşitli açılardan değerlendirmişlerdir.

Mevlana ve Said Nursî, Ehl-i Sünnet dışındaki itikadî mezhepleri dalalete sapmış fırkalar olarak nitelendirmişlerdir. Bunların iddia ettikleri fikirlerini ve anlayışlarını tek tek ele alarak bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin görüşlerinin doğru, diğer mezheplerin görüşlerinin hatalı olduğunu açık bir şekilde dile getirmişlerdir.

Mevlana ve Nursî, itikadî alanda ön plana çıkmış mezheplerden özellikle Cebriye, Mutezile, Mücessime, Mürcie, Haricîlik, Şia ve diğer mezhepler veya görüşler hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunmuşlar ve bunların Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına aykırı olan görüşlerini reddetmişlerdir. Özellikle Nursî’nin, itikadî konularda daha çok aklı ön plana çıkarmakla bilinen Mutezile mezhebini gabavetle suçlaması da oldukça dikkat çekici bir husustur.

Mevlana ve Nursî, itkadî alanla ilgili olarak cebr, efal-i ibad, ihtiyar, tercih bila müreccih, tereccuh bila müreccih, kesb, husun-kubh, küllî irade, cüz’î irade, meyl-meyelan, iman-İslam ilişkisi, iman-amel ilişkisi, imanın artması ve eksilmesi, kader meselesi, esma-i ilahîyyenin Allah’ın zatının aynı mı ğayrı mı olduğu meselesi, tevhid, tevhid-i uluhiyyet, tevhid-i sıfat, tevhid-i rububiyyet, tevhid-i ibadet, mucize, keramet, istidrac, Cennet ve Cehennem’in ahvalinden bahsetmişler ve bu konular hakkındaki fikirlerini açıkça beyan etmişlerdir.

Diğer taraftan Hz. Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursî, yine mezhepler arasında tartışmalı olan ahir zaman alametlerinden nuzul-u İsa, dabbetü’l-arz, mehdî, deccal, ye’cüc-me’cüc, sedd-i Zülkarneyn, Güneşin batıdan doğması v.b. konularda da nasıl düşündüklerini açıklamışlar ve yine bu konularda da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinden ayrılmamışlardır. Bu düşüncelerini naklî delillerin yanı sıra aklî delillerle de desteklemeye çalışmışlardır.

Ayrıca her ikisi de Hz. Peygamberden sonraki Halifelerin sıralamalarını olduğu gibi kabul etmeleri, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi ciddi bir şekilde övmeleri ve hayırla yâd etmeleri; ayrıca Şia mezhebinden hiçbir şekilde etkilenmeyerek Hz. Muaviye’yi de makul bir şahsiyet olarak kabul edip herhangi bir olumsuzlukla itham etmemeleri gösteriyor ki, her iki şahsiyet de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in sahabeler hakkındaki görüşlerini de titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır.

BİBLİYOGRAFYA

ATEŞ, Süleyman, “Cüneyd-i Bağdadî”, DİA, VIII, İstanbul 1993.

BULUT, İbrahim Halil, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011.

FIĞLALI, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul 1980.

------------, Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2011.

GÖLCÜK, Şerafettin, Bakıllanî ve İnsanın Fiilleri, TDV Yayınları, Ankara 1997.

İBN BABEVEYH, el-Kummî, Risaletü’l-İ’tikadati’l-İmamiyye, ter: Ethem Ruhi Fığlalı, AÜİF Yayınları, No: 141, Ankara.

MEVLANA, Celaleddin-i Rumî, Mesnevi, I, MEGSB Yayınları, ter: Veled İzbudak, Gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1998.

---------------, Mesnevi, II, MEGSB Yayınları, ter: Veled İzbudak, Gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1998.

---------------, Mesnevi, III, MEGSB Yayınları, ter: Veled İzbudak, Gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1998.

---------------, Mesnevi, IV, MEGSB Yayınları, ter: Veled İzbudak, Gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1998.

Nursî, Said, Emirdağ Lahikası, istanbul 2007.

--------------, Sözler, İstanbul 2011.

--------------, Mektubat, İstanbul 2010.

--------------, Şualar, İstanbul 2010.

ÖNGÖREN, Reşat, “Mevlana Celaleddin-i Rumî”, DİA, XXIX, Ankara 2004.

---------------, “Maruf-u Kerhî”, DİA, XXVIII, Ankara 2003.

---------------, “İbrahim b. Edhem”, DİA, XXI, İstanbul 2000.

TURAN, Ahmet, İslam Mezhepleri Tarihi, Samsun 2000.

ULUDAĞ, Süleyman, Bayezid-i Bistamî, DİA, V, İstanbul 1992.

         

DİPNOTLAR
[1] - Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[2] Reşat Öngören, “Mevlana Celaleddin-i Rumî”, DİA, XXIX, 445.

[3] Mevlana, Mesnevi, MEGSB Yayınları, ter: Veled İzbudak, Gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, I, Önsöz s. H.

[4] Mesnevi, IV, 151. Menakibü’l-Arifin’de Sultan Veled’in şu hatırası da oldukça dikkat çekicidir. “Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikâyette bulundu ve âlimler Mesnevi’ye neden Kur’an diyorlar diye benimle bahse girişti. Ben de ‘Kur’an’nın tefsiridir’ dedim deyince babam bir lahza susup sonra “A sersem dedi. Niçin olmasın? A eşek niçin olmasın? A o….. kardeşi niçin olmasın? Peygamberle velilerin harfî zarflarında Allah sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Allah sözü onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerinden akar. İster Süryanî dilince olsun, ister Seb’al Mesanî dilince. İster İbranî dilince olsun, ister Arapça”. Mesnevi, IV, 326. Hemen belirtelim ki, Mevlana vahiy kelimesini burada genel bir ıstılah olarak bilinen manasında değil de sözlük anlamını kastederek yani geniş anlamını kastederek ilham kelimesinin karşılığı olarak kullanmıştır.        

[5] Mesnevi, IV, 327.

[6] Mesnevi, II, 134.

[7] Mesnevi, IV, 19.

[8] Mesnevi, IV, 244.

[9] Mesnevi, IV, 294.

[10] Mesnevi, IV, 294-295.

[11] Allah’ın zatını insana benzetenler. Görüşleri için bkz. Ahmet Turan, İslam Mezhepleri Tarihi, s.139-140, Samsun 2000.

[12] Allah’ı cisme benzetenler. Görüşleri için bkz. Turan, a.g.e., s.137-158.

[13] Mesnevi, I, 10.

[14] Mesnevi, I, 42.

[15] Mesnevi, I, 93.

[16] Mesnevi, II, 64.

[17] Kur’an, 80/28. “Dön rabbine, sen O’ndan, O senden hoşnut olarak”.

[18] Hz. Mevlana, burada ‘Panteizm’i çağrıştırabilecek en ufak bir yorumu dahi açıkça reddetmektedir.

[19] Mesnevi, II, 89-90.

[20] Mesnevi, II, 286.

[21] Mesnevi, II, 58.

[22] Mesnevi, I, 55.

[23] Mesnevi, II, 55.

[24] Kur’an, 15/39-40. “İblis: ‘Ey rabbim, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki, kesinlikle ben yeryüzünde onlar için tezyinat yapacağım ve hepsini azdıracağım. Ancak içlerinden ihlâsa erdirilen kulların hariç’ dedi”.

[25] Mesnevi, IV, 114.

[26] Mesnevi, IV, 234.

[27] Mesnevi, I, 51.

[28] Mesnevi, I, 49.

[29] Mesnevi, I, 120.

[30] Mesnevi, I, 75.

[31] Mesnevi, I, 86.

[32] Mesnevi, IV, 110.

[33] Mesnevi, IV, 234.

[34] Mesnevi, II, 141.

[35] Mesnevi, I, 133.

[36] Mesnevi, I, 134.

[37] Mesnevi, I, 118.

[38] Mesnevi, I, 119.

[39] Ehl-i Sünnetin konuyla ilgili görüşleri için bkz. Ethem Ruhî Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul 1980, s. 49-50; Şerafettin Gölcük, Bakıllanî ve İnsanın Fiilleri, TDV Yayınları, Ankara 1997.

[40] Mesnevi, I, 99.

[41] Mesnevi, I, 101.

[42] Mesnevi, I, 72-73.

[43] Mesnevi, I, 79.

[44] Kur’an, 76/30.

[45] Şia’nın konuyla görüşleri için bkz. İbn Babeveyh el-Kummî, Risaletü’l-İ’tikadati’l-İmamiyye, ter: Ethem Ruhi Fığlalı, AÜİF Yayınları, No: 141, Ankara.

[46] Mesnevi, II, 70-71.

[47] Hayatı için bkz., Süleyman Ateş, “Cüneyd-i Bağdadî”, DİA, VIII, 119-121, İstanbul 1993.

[48] Hayatı için bkz., Süleyman Uludağ, “Bayezid-i Bistami”, DİA, V, 238-241, İstanbul 1992.

[49] Hayatı için bkz. Reşat Öngören, “Maruf-u Kerhi”, DİA, XXVIII, 67-68, Ankara 2003.

[50] Hayatı için bkz., Reşat Öngören, “İbrahim b. Edhem”, DİA, XXI, 293-295, İstanbul 2000.

[51] Mesnevi, I, 112.

[52] Mesnevi, I, 113.

[53] Mesnevi, I, 6.

[54] Mesnevi, IV, 40.

[55] Mesnevi, IV, 41.

[56] Mesnevi, II, 200-214. Abdülbaki Gölpınarlı, burada Hz. Mevlana’nın, Hz. Muaviye’ye sadece emir dediğini, böyle demekle onun halifeliğini tasdik etmediğini ve onu ancak bir padişah, bir sultan olarak gördüğüne dikkati çeker. Mesnevi, II, 326. Gölpınarlı’nın bu yorumunun, -Şia’ya mensubiyetinden dolayı olsa gerek- zorlamalı bir yorum olduğu açıktır. Çünkü Ehl-i Sünnet’in de onu, vasıfları itibariyle, Hulefa-i Raşidin olarak kabul edilen ilk dört Halife gibi görmediği bilinen bir husustur. Hatta, sahabe olmasına rağmen onun bazı icraatları, yine bazı Sünnî âlimler tarafından şiddetli bir şekilde tenkit edilmiştir. Kısaca Hz. Mevlana’nın Hz. Muaviye hakkındaki görüşleri de Sünnî camianın bu konudaki görüşleriyle paralellik arz etmektedir.

[57] Mesnevi, I, Önsöz s. K.

[58] Mesnevi, II, 168.

[59] Hz. Hüseyin’i şehid eden kişinin adı.

[60] Mesnevi, II, 169.

[61] Mesnevi, II, 54.

[62] Mesnevi, II, 6.

[63] Mesnevi, II, 5.

[64] Mesnevi, II, 70-71.

[65] Mesnevi, II, 225.

[66] Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 505, İstanbul 2007.

[67] - Said Nursî, Sözler, s. 437, İstanbul 2011.

[68] - Said Nursî, Sözler, s. 1154.

[69] - Said Nursî, Mektubat, s. 21, İstanbul 2010.

[70] - İbrahim Halil Bulut, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 236, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011.

[71] - Said Nursî, Sözler, s. 1142.

[72] - Ethem Ruhî Fığlalı, Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, s. 335-338, İzmir 2011.

[73] - Said Nursî, Sözler, s. 1135.

[74] - Said Nursî, Sözler, s. 759.

[75] - Said Nursî, Mektubat, s. 87.

[76] - Said Nursî, Sözler, s. 1190-91.

[77] - Said Nursî, Mektubat, s. 96-97.

[78] - Said Nursî, Şualar, s. 924-925, İstanbul 2010.

[79] - Said Nursî, Şualar, s. 923-924.

 

- Reklam -