Barla Lahikası’nda Hak ve Hukuk Mücadelesi

Eklenme Tarihi: 25 Haziran 2015 | Güncelleme Tarihi: 23 Ocak 2017

 

Hukukçu-Avukat Ahmet YILMAZ’ın Barla Lahikası Sempozyumu tebliğidir

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Barla Hayatını bilmeyen, orada kendisine reva görülen akıl almaz zulümlerden, hukuk dışı ve tamamen keyfi muamelelerden haberdar olmayan biri, Barla Lahikası’nı okusa; Bediüzzaman ve talebelerinin son derece rahat bir ortamda, güllük gülistanlık bir vasatta hizmet ettiklerini zanneder. Çünkü, çekilen çile, uygulanan baskı ve istibdat mektuplara yansıtılmamıştır.

Üstad Hazretlerinin çektiği sıkıntı ve maruz kaldığı zulmün ne kadar dayanılmaz hale geldiğini onun şu sözlerinden anlayabiliriz: “Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğerdînimintihardanbenimenetmeseydi, belki bugün Said, topraklar altında çürümüş gitmişti.”(1) Üstada intiharı düşündürecek kadar eşedd-i zulüm!

Peki bu şiddetli zulüm ve baskı karşısında Üstad ve Talebeleri nasıl bir hak ve hukuk mücadelesi vermiştir? Barla Lahikası’nı baştan sona, inceden inceye okuyun. Hiçbir mektupta, hiçbir satır arasında silahtan, silahlı direnişten bahsedildiğini göremezsiniz. Silahlı bir örgüt kurarak, devleti ele geçirme ve zalimlere haddini bildirme gibi tehlikeli bir yola talebelerini hiçbir zaman teşvik etmemiş, hatta böyle düşüncelerin karşısında olmuştur. “Mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir.” (2) diyerek, dâhilde çatışmaya kapıları sıkı sıkıya kapatmıştır.

Yine Barla Lahikası’nı tetkik edin. Devletin bir takım mevki ve makamlarını ele geçirerek, devletin kılcallarına nüfuz ederek, söz sahibi olmak gibi bir plan ve projeye de asla rastlayamazsınız.

Bediüzzaman’ın geliştirdiği mücadele tarzının adı: Müspet harekettir. Müspet hareket, pasiflik, pısırıklık, korkaklık, sindirilmişlik demek değildir. Bediüzzaman, birebir model olarak bize müspet hareketin ne demek olduğunu ve nasıl uygulanacağını göstermiştir. Bediüzzaman, kanun namına kanunsuzluk eden, hak, hukuk tanımadan, gözü dönmüş bir vaziyette saldıran ‘ifsad komitesi’ne karşı silahlı mücadele yolunu seçmemiş, devleti ele geçirmeye çalışmamış, hatta onlara beddua dahi etmemiştir. Bediüzzaman, bedduayı dahi menfi hareket olarak görmüştür. Fakat hiçbir kaide ve kural tanımayan bir kısım adamlardan oluşan, gizli ve dehşetli komite karşısında ‘dava’sından da zerre miktar geri adım atmamıştır.

Bediüzzaman’ın literatüründeki müspet hareketin içinde pasif değil, aktif direniş mevcuttur. Hedefine giderken önüne çıkarılan hiçbir engele takılmama, hatta onlarla meşgul dahi olmama vardır.

Bediüzzaman’ı ve fikirlerini yok etmek isteyenler, onu Barla’ya sürgün ettiler. Ne olur ne olmaz diye, burada da rahat bırakmadılar. Adeta nefes almasına izin vermediler. Ama O; “Aziz, sıddık, gayyûr kardeşim,...HAYRUL UMURİ AHMEZUHA (İşlerin hayırlı olanı zor olanıdır.) sırrınca, azîm hayırların müşkülâtı çok oluyor. Müşkülât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşaallah siz de öyle metîn ve sebatkârlardansınız” (3) diyerek, şevk ve gayretle, kelime kelime, satır satır hak ve hakikati neşretmeye devam etti. Baskı ve tehditlere peş para ehemmiyet vermedi. Hatta bunları medar-ı bahis dahi etmedi. Öyle ki, Bediüzzaman ve talebeleri, kendilerini yok etmeye çalışanları, yok saydılar. Ehl-i zındıkanın planlı bir şekilde sindirme ve caydırma gayretleriyle adeta alay edercesine, daha önemli sıkıntıları yokmuşçasına, mektuplarda; seferde namazın kısaltılıp kısaltılmayacağından ya da dişe kaplama yapmanın bir mahzuru olup olmadığından bahsettiler.

Şöyle bir düşünelim; zındıkanın yaptığı haksızlıklara biz maruz kalsaydık, telif edeceğimiz eserde herhalde Cehennemden, Cehennemdeki azabın şiddetinden bahsederek onlardan bir nevi intikam almaya çalışırdık. Ama Bediüzzaman, Barla’da Cennet Bahsini telif etmiş, müjdeler vermiş, ümit aşılamıştır.

Bediüzzaman’ın izzetini rencide etmeye çalışarak, onu öfkelendirmeye ve menfi harekete sevk etmeye çalışanların planı tutmamıştır. Onlar zulmün dozunu artırdıkça Bediüzzaman da iman hakikatlerini neşretme konusunda gayrete gelmiştir. “Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş… Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir”(4) diyen Bediüzzaman, kimsenin planına alet olmamış, o kendi yolunda, kendi projelerini hayata geçirmek için pervasızca yürümüştür. Bediüzzaman, hukuku eğip bükenlere karşı, hukukun içinde kalarak zorlu bir mücadeleyi başarmıştır. Böylece, onun unutulmaya ve ölüme terk edildiği bu diyarda, kıyamete kadar yaşayacak bir iman hizmetinin temelleri atılmıştır.

"Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek, bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." (5) diyen Bediüzzaman, şahsına yapılan keyfi ve gayr-i hukuki muameleler nedeniyle, davacı olmamış, zalimlerin adaletine tenezzül etmemiştir. Ama ne zaman ki, Risale-i Nurlara zarar verilmiş, o elmas kıymetindeki eserler elinden alınmış, o zaman daha fazla sabır göstermeyerek, hakkını aramıştır. Barla Lahikası’nda bu manada hak arama ve savcılığa müracaat etmenin bir tek örneği vardır. O da Barla Lahikası’nın sonlarındaki Isparta Cumhuriyet Savcılığı’na yazdığı şikayet dilekçesidir. Bu dilekçeye sebebiyet veren olay, özetle şu şekilde olmuştur:

Bediüzzaman, Kurban Bayramından kısa bir süre sonra, 4 Nisan 1935 tarihinde kırlarda gezmek üzere evinden çıkar. Hemen emniyet memurlarınca takibe alınır. Kır gezisinden dönüşünde evine giren emniyet mensupları her tarafı ararlar. Ev sahibi Şükrü Efendi’nin emaneti olan bir kısım eşyaların yazılı olduğu liste dahil, evde ne var ne yoksa alırlar. Bu aramalardan sonra Bediüzzaman, önce emniyet, sonra Isparta Cumhuriyet Savcılığı ve Sorgu Hakimliği tarafından sorgulanır.

Bediüzzaman’ın evinde yapılan arama ve eşyalara el konması işlemi, tamamıyla kanunsuzdur. Çünkü, evde arama yapılmasına izin veren bir mahkeme kararı yoktur. Eşyalara el konmasını haklı kılacak hiçbir yasal dayanak bulunmamaktadır. İşte bu nedenle, Bediüzzaman Hazretleri, Isparta Cumhuriyet Savcılığı’na öyle bir şikayet dilekçesi yazar ki, yazılan dilekçe, hak arama ve kanunsuzluğa karşı mücadele adına o dönemde eşine az rastlanır hukuk manzumesidir. Her satırı bir hukuk dersidir. Şikayet dilekçesinde sadece hukuk dersi verilmez, aynı zamanda el konulan eserlerin maddi ve manevi kıymetleri tek tek anlatılmak suretiyle, nazarlar Risale-i Nur Eserlerine çekilir;

“Isparta Cumhuriyet Müdde-i Umumîliğine

Dokuz senedir, beni bu memlekette sebepsiz olarak ikamete memur ettiler(6) Hariçle ihtilâttan men olduğum için (7) çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. (8)

On üç seneden beri, beni bu vilâyette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki:

On üç seneden beri bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi, sekiz sene oturduğum Barla halkıyla işhad ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilâyette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taallûk eden hiçbir meseleye temas etmediğimi gösterebilirim.(9)

Bu halimle beraber, bu senenin Kurban Bayramında, fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için, hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazıyla kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle, benim gibi garip, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnat ederek, tarassut ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâsebep taht-ı nezarette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi gelmiyormuş gibi (10) bu senenin Nisan'ının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemadiyen harekâtımın takip ve tarassut edilmesinden dolayı harice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

İşte o günü, altı aylık ızdırabımı tahfif etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale etmek için, havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim. Avdetimle, bir komiserle iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni takip ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye başladılar.(11)

Dokuz seneden beri ihtilâttan bilâsebep men edildiğimden, mesleğim itibarıyla Kur'ân ve imanla hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerden,
Birisi, Kur'ân-ı Hakîmdeki iki bin sekiz yüz küsur Lâfza-i Celâlin bir sırr-ı kerametini ve bir nakş-ı i'câzını gösterecek, en müstesna bir hatla yazılmış gayetle kıymettar yirmiden fazla Kur'ân-ı Kerîm cüzlerini;

2. Beka-i ruh ve melâike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmi Dokuzuncu Söz namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi;

3. Hazret-i Peygamberin risaletini güneş gibi ispat eden ve harika bir surette on iki saatte telif edilen yüz elli sayfalık On Dokuzuncu Mektup namı altında Mucizât-ı Ahmediye risalesini ki, o mucizâtın kerameti olarak, o risalede tevafuk namıyla öyle bir sırr-ı azîm tezahür etmiş ki, o risale tek başıyla maddeten bin lira kadar kendimizce kıymettardır;

4. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi güneş gibi ispat eden ve Kur'ân'ın otuz üç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuz Üç Pencere namındaki Otuz Üçüncü Mektup ki, sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibarıyla ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risaleyi;

5. Şirkin esasını ref edip, vahdâniyeti nihayetsiz derecede kuvvetle ispat eden Otuz İkinci Söz namı altındaki eseri ki, o eser bir âlim tarafından zayi edilse, onu elde etmek için bin lira tereddütsüz vereceğini zannettiğim misilsiz risalemden mevcut her iki tanesini;

6. İsraftan kurtarmak ve bu fakir milleti iktisada alıştırmak için yazdığım, küçük fakat müstesna bir ehemmiyette olan İktisat Risalesi ismindeki risalemin mevcut olan her üç nüshasını;

7. Kendi ihtiyarlığımdan dolayı, İmân noktasında Kur'ân'dan bulduğum rica ve tesellî nurlarından kaleme aldığım ve mevcudu tam üç nüsha ve iki nüsha da noksan olarak umum beş parçasını ki, bence bu risale benim gibi kabre yakınlaşmış bir ihtiyar adama kıymet takdir edilmeyecek derecede yüksek bir hakikatle yazılmıştır;

8. On beş sene evvel Arapça olarak tab edilen, Harb-i Umumîde ateş içinde yazıldığı için, o zamandaki Başkumandanın bu yâdigâr-ı harbin hayrına iştirak etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşârâtü'l-İ'câz tefsirini;

Hem üç yüz otuz beş senesinde İstanbul'da tab edilen Katre, Şemme, Habbe, Habbenin Zeyli ve Ankara'da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin Zeyli ve Ankara Matbaasında tab edilen Hubab ve İstanbul'da tab edilen Zühre ve Şûle gibi risaleleri hâvi Arapça matbu bir mecmuamı ve İstanbul'da on beş sene evvel tab edilen Sünuhat isminde kıymettar iki matbu risalemi ve hem biraderzadem Abdurrahman tarafından on beş sene evvel İstanbul'da tab ettirilen Tarihçe-i Hayatımın bir kısmına ait matbu risalemden üç nüshası tamam ve beş-altı nüshası noksan kitaplarımı ve hem de İstanbul'da yeni huruf çıkmadan evvel tab ettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymettar haşri ve kıyameti gündüz gibi ispat eden risalemi ve daha bilmediğim hususî ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

Bu taharriyatta o kadar ileri gidildi ki, altı ay evvel oturduğum köşkten şimdiki oturduğum köşke nakledince, sandalye, şişe, demir ve sair eşyaya ait listeye varıncaya kadar aldılar ve el'an da iade edilmedi.

Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnat edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şüphe hiçbir emare vücut bulmadı. Ve menfîliğimde, sebepsiz ve ancak ihtiyat ve tevehhüm yüzünden olmakla inziva ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim. Bu müddet zarfında siyasetle ve dünyayla alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı hayatımın şehadetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şüphe birşey bulamadıklarıdır.Eğer bir cürmüm varsa, dokuz seneden beri mütemadiyen dikkat ettikleri halde cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

Şu kitap zayiatımdan lâakal şahsî iki bin lira zararım var. Çünkü, bunların hiçbirisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tab etmek için, yalnız İşârâtü'l-İ'câz tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edip yoktur ki, "Bin lira kıymetindedir" demesin.

Ve bir de, on üç sene evvel hükûmet Darü'l-Hikmette yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlâma'ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilât ve gezmekten men edildiğim gibi, bir vâridâtım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin birşeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiplerinden tazminini dâvâ ediyorum.

Tetimme: Hükûmetin kanunu, tarikat dersi vermeye ve muska yazmaya ve nüfuz temin etmeye müsaade etmediği ve ben de bunlarla alâkadar olmadığım ve hükûmet de yanıma gelen ziyaretçileri hoş görmediği için, bazı adam müteaddit defa tarikat ve muska niyetiyle yanıma gelmek istedi. Ben de hükûmetin kanununa riayet etmek ve hükûmet memurlarını sebepsiz kuşkulandırmamak için, kabul etmeyip reddettim

Mesmuatıma göre, bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnadatta bulunmuş. Böyle hükûmetin kanununa riayeten reddettiğim kimseler yüzünden beni böyle sıkıştırmaktan, hilâf-ı kanun hareket etmediğim için böyle azap vermek, kanunu dinlememeye mecburiyet vaziyetini veriyorlar mânâsı çıkıyor.

Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim, sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde, böyle hayat-ı uhreviyeme suikast suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i dâvâya mecbur oldum.”(12)

Isparta Cumhuriyet Savcılığı, Bediüzzaman tarafından verilen bu şikayet dilekçesini maalesef, işleme dahi koymamıştır. Şikayet konusu ve şikayet edilenler hakkında hiçbir tahkikat yapılmamıştır. Aksine, bu şikayet dilekçesinden sonra tümüyle haksız ve gerçek dışı bir suçlama ile Bediüzzaman Hazretleri tutuklanarak Isparta Cezaevine konulmuştur. Böylece kanunlar da hukuk da adalet de defalarca ayaklar altında çiğnenmiştir.

Sonuç olarak; devletin bütün imkanlarını elinde bulunduranlar ve bu imkanları Bediüzzaman’ı ezmek için kullanan nice devletlülerin bugün isimleri dahi hatırlanmıyor. Kimilerinin isimleri caddelerden, meydanlardan silinirken, kimileri de bugün lanetle ve nefretle anılıyor. Ama Bediüzzaman, bütün maddi imkansızlıklara rağmen, Barla’dan bütün dünyaya sesini duyurmayı başarmıştır. Milyonlarca talebesiyle hakaik-ı iman ve Kur’an’ı neşretmeye devam etmektedir. Bu Bediüzzamanca hizmet metodunun zaferidir.

KAYNAKÇA ve DİPNOTLAR:

(1)Tarihçe-i Hayat/Isparta Hayatı/Tahliller (Eşref Edip)

(2)Emirdağ Lahikası-II/Söz BasımYayın/151.Mektub

(3)Barla Lahikası/ Söz Basım Yayın/255.Mektub

(4)Emirdağ Lahikası-II/Söz Basım Yayın/151.Mektub

(5)Mektubat/On Altıncı Mektub/On Altıncı Mektubun Zeyli

(6)İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 13-“Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.” Bu hak daha sonra 1961 Anayasası ve 1982 Anayasasına(Madde 23) da girmiştir.

(7)Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesinde düşünceyi açıklama ve haberleşme özgürlüğü düzenlenmiştir. 10. madde şöyledir:“Herkes düşünceyi açıklama hakkına sahiptir. Bu hak düşünce hürriyetini ve resmi makamların müdahalesi ve memleket sınırları söz konusu olmaksızın, haber veya fikir almak veya vermek özgürlüğünü içerir.” Avrupa İnsan Hakları Komisyon ve Mahkemesi’nin maddeye ilişkin içtihatı zengindir.

(8) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 23 “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, âdil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.”Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 6.Maddesi “…Devletler, herkesin serbestçe seçtiği ya da kabul ettiği bir işte çalışarak hayatını kazanma fırsatı veren çalışma hakkını tanırlar ve bu hakkın korunması için gerekli tedbirleri alırlar.”

(9) Said Nursi, mevcut tek parti yönetimine karşı muhalefet etmek ve siyasi faaliyette bulunmakla suçlanmıştır. Said Nursi ise, böyle bir faaliyetinin olmadığını ispatlamak zorunda kalmıştır. Halbuki ulusal ve uluslar arası yasa ve sözleşmelerde, bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunmak, en tabi insan hakları arasında sayılmıştır.

(10)Her demokratik hukuk devletinde fertlere, maddî ve manevî varlıklarını istedikleri gibi geliştirip şekillendirebilecekleri hür bir hayat alanı tanınır. Anayasa (AY) m. 20, 21 ve 22 de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) m. 12 ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) m. 8 de, fertlerin devletin müdahalelerinden korunmuş hür bir alana sahip bulundukları açıkça ifade edilmiştir.

(11) Halbuki kimsenin konutuna dokunulamayacağı, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça, kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin konutuna girilemeyeceği, arama yapılamayacağı ve buradaki eşyaya el konulamayacağı bütün hukuk devletlerinde garanti altına alınmışken, 1930’lu yılların sözde hukuk devletinde bu insani haklar ayaklar altındadır.

(12) Barla Lahikası/Söz Basım Yayın/280.Mektub

 

- Reklam -