İlhâmın Tabakaları, Çeşitleri ve Farkları

Eklenme Tarihi: 24 Ağustos 2023 | Güncelleme Tarihi: 12 Eylül 2023

Erdem AKÇA

İlham lafzının etimolojik boyutu hakkında Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde şu bilgiler verilir: Sözlükte “içmek, birden yutmak” anlamındaki lehm (lehem) kökünden türemiş olan ilhâm kelimesi “yutturmak” demektir. Terim olarak “Allah’ın, doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması” diye tanımlanabilir. Bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) âniden ortaya çıkması ilhamın esasını teşkil eder. Yaygın olmamakla birlikte ilham yerine havâtır, hevâcis ve firâset tabirleri de kullanılmış, ayrıca bunlara az çok farklı mânalar yüklenmiştir. Hads, keşif, tecellî, vârid ilhama yakın anlamlar verilen diğer bazı terimlerdir. Sadece bir âyette geçen ilham kavramıyla Allah’ın insan benliğine hem mânevî zaaflarını hem de güçlerini yerleştirdiği belirtilir.[1] Müfessirler, Hz. Mûsâ’nın (AS) annesine yapılan vahyin doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham anlamına geldiğini genellikle kabul ederler. İlham kavramı hadislerde de yer alır. Hz. Peygamber (SAV) Husayn adındaki sahâbîye öğrettiği duada, “Allah’ım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” ifadesi mevcuttur.[2] Yine Resûl-i Ekrem (SAV), Allah’ın kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamdettiğini açıklamış[3], “Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer’dir”[4] demiştir.[5]

İlhamın Kelam ve Akide İlmi Açısından İsbatı ve Tespiti

Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı sübûtiye adı verilen ve yaratılış âleminin kuruluş ve devamında hükümlerini gösteren kudret, ilim, irade, hayat, kelam, sem’ ve basar şeklinde yedi sıfatı bulunmaktadır. Maturidîler gibi bazı kelamcılar ise kudret-ilim-irade sıfatlarının beraber tecelli etmesiyle beliren “tekvin” sıfatını ayrı bir sıfat kabul ederek bu sayıyı sekize çıkarmaktadırlar.

Cenab-ı Hakk’ın kudret sıfatı yaratıcılığında, hayat sıfatı yaşatıcılığında, ilim sıfatı takdirinde, irade sıfatı bütün fiillerinde kendini gösterdiği ve tecelli ettiği gibi kelam sıfatı da çeşitli şekillerde kendini gösterir.

Kudret sıfatının celal ve ihtişamı, sünnetullah şeklindeki külli icraatlarında göründüğü gibi cemal ve keremi de, enbiyaların mucizelerinde, evliyaların kerametlerinde, asfiyaların inayetleri ve ikramlarında zuhur eder.

İlim sıfatının kuşatıcılığı ve nüfuz ediciliği, âdetullah kanunlarının her şeyi şümulüne alışında göründüğü, canlıları ve nesneleri yekpare bir sistem haline getirmesinde belirdiği gibi ilmin vüs’ati ve müşahedesi de her nesne ve canlıyı diğer nesne ve canlılardan ayrı kılacak hususi özelliklerle onu donatması, süslemesi ve güzelleştirmesinde belirir.

Aynen bunun gibi Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatının azameti ve ulviyeti, peygamberlere gelen ve bütün insanlar ve cinleri bağlayıcı mahiyette bâki hakikat ve sermedî hikmetlerle kendini gösteren vahiylerde göründüğü gibi kelam sıfatının inayeti ve lütfu da evliyalara gelen “ilhamlar”, asfiya ve âlimlere gelen “hads-i sâdık” larla kendini gösterir.

Vahiy, ilham ve hads aynı mekanizmanın farklı seviyelerdeki kişilerde görünen birer meyvesidir. Bu konuyu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Mahall-i iman olan kalb, hads ve ilham gibi isimlerle tâbir edilen bir hiss-i sâdise-i bâtıniye (bâtınî altıncı his) ile hakaike bakar ki, enbiyada vahiy o hisse göredir.”[6] Bu hissin ismi, Nakşibendî evliya ve asfiyâlarının tasnifine göre “ahfâ” latifesidir. Bu latifeyi Üstad Bediüzzaman “kalb telefonu” olarak isimlendirir. Diğer adıyla “kalb kulağı” dır. Veya “sâika” isimli latifedir.[7] Son devir Nakşibendî şeyhlerinden Süleyman Hilmi Tunahan Hz.leri “Ahfâ, Rasûlullah Efendimizin telefon noktasıdır (irtibat merkezidir)” der.[8]

           İnsanın “kalb gözü” nün inkişafı,

· Fâniyâttan ve mâsivâdan gözünü ve yüzünü Bâki-i Zü’l-Celal’e zikr-i hak ve aşk-ı hakikat ile çevirmek,

· “Riyâ” hissi ve “şöhret” tutkusundan sıyrılmak,

· Allah’tan başkasına “kör olmak” la olabildiği gibi…

İnsanın “kalb kulağı” nın da inkişafı,

· Halkın takdir ve beğenisinden Mukaddir-i Zü’l-Cemal’e kulağını çevirmek,

· Onun kelamı olan Kur’anı dinlediği ve okuduğu zaman “semi’na ve eta’na” (işittik itaat ettik) diyerek teslimiyetle ona kendini vermek,

· “Süm’a” (desinler) ve “takdir” hissinden yüzünü çevirmek ve

· Halka karşı “sağır olmak” la olabilir.

Bu taharet-i kalb ameliyesini “tezkiye-i nefs” ile ve tecliye-i ruh ameliyesini “tebrie-i levm-i enâniyet” le kendi iç dünyasında gerçekleştirmeyen, sıdk ve ihlasta sıddıkıyet ve muhlisiyet seviyesine yükselmeyen kişiler, milyonlarca evliya ve asfiyânın hakkalyakîn şahitliğiyle ilham-ı İlâhiyeye mazhar olamazlar. İlhamın hakikatli, nurlu ve feyizli sözleri onların hasta ve kirli kalplerine, karanlık ve saplantılı ruhlarına misafir olamaz.

İlhamın Çeşitleri ve Özellikleri

İslam uleması ve evliyasının eserlerinde ilhama dair sünuhat, tuluat, huturat[9], ihtarat ve zuhurat şeklinde isimlendirmeler verildiğini görüyoruz. Bu farklı farklı isimlendirmeler, ilhamın farklı dalga boyunda kendini göstermesine, içeriklerinin etkisine, ortaya çıkış hallerinin sebeplerine ve yansıdıkları enfüsî merkezlere göredir. Bu çerçevede ilhamın bu alt tabakalarını şu şekilde tanımlayabiliriz:

Tuluat, hem aklî hem kalbî olarak gerçekleşmektedir. Aklî tuluat, akıl bir “katre”[10] mahiyetinde olduğu için, “Dolunay” şeklinde olur. Yani meselenin ilmini ve hakikatini kişinin ufkuna açar. Aklî tuluatta, kalb gözü açık olanlar Dolunay’ın doğduğunu görürler. Kalbî tuluat ise, kalb bir “reşha” mahiyetinde bulunduğu, âciz ve fakir olduğu için, “Güneş” şeklinde olur. Yani kişiye meselenin sırrı ve hikmeti açılır. Akıl aczini itiraf edip hissetse, Akrebiyetin penceresinden kalb ile birleşirse, bu durumda kalbin ışığı ile Hakikat Güneşi’ni görebilir. Kalbin tuluatı, kişiye “ziya”; aklî tuluat ise, “nur” verir. Tuluat bir vak’a üzerine kalbe doğan bir mana olabildiği gibi bir ilim ehline kitap kaleme alırken veyahut halis bir sohbet ehline ders verme esnasında da açılabilir. Bu konuda örnek bir vak’a Mescid-i Nebevi’nin inşaı esnasında gerçekleşir. Vak’a şöyle cereyan eder:

Ebu Sâid el-Hudrî (RA) der ki: Hepimiz mescid için birer taş taşıdığımız hâlde, Ammâr bin Yâsir (R.Anhuma) ikişer taş taşıyordu. Resulullah (SAV), onu görünce üzerindeki tozları silkeleyerek şöyle buyurmuştu: ” Vah Ammâr vah! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. Sen onları Hakk’a davet ederken, onlar seni Cehennem’e çağıracaklar. ”[11]

Hz. Peygamber’in (ASM), Ammar bin Yâsir’i (R. Anhuma) çift taş taşırken görmesi, tuluat-ı kalbiye şeklinde bir ilhamın gelişinin anahtarı olmuştur. İslam’ın temel taşlarının hararetli kurucularından olan Ammar bin Yâsir’in (R.Anhuma), insanları hakka davet etmesine rağmen şehit edileceği acı haberi, Hz. Peygamber’in (SAV) kalbine hüzünlü şekilde tulu’ eder.

Tuluat-ı kalbiyenin daha külli hali ise Hz. Peygamber (SAV) ve Hz. Ebu Bekir’in (R.Anhuma) Seniyyetü’l-Vedâ’dan Medine’ye girişleri esnasında onları gözetleyen Medineli Müslümanlarda tahakkuk etmiştir. Şöyle ki:

Hz. Peygamber (SAV) ve Hz. Ebu Bekir’in (R.Anhuma) hicret haberini alan Medineli Müslümanlar yolculuğun bitiş tarihini ve saatlerini tahmin ettikleri için nurlu misafirleri beklemekteydiler. İki mübarek misafiri gördükleri anda bütün hepsinin kalbinde “Talaa’l-bedru aleyna/Min Seniyyeti’l-Vedâ…” şiiri hatta melodisiyle beraber tulû’ etti. Ki aynı şiir aynı melodisiyle günümüz Müslümanlarınca da bütün kalbî hissiyatlarıyla beraber okunmaktadır. Bu çerçevede tuluat ile görme fiili arasında bir bağ bulunmaktadır, tespitini yapabiliyoruz.

Tulûatın aklî ve kalbî boyutlarının farkını, manevi cephesinin namaz ile bağlantısını bizzat yaşadığım bir vaka göstermektedir. Ailece tanıdığımız son devir kadın evliyalarından birisi Giresunlu Fatma Teyze idi. Kendisi hayatının belli bir safhasında geçirdiği rahatsızlık sonucu a’ma kalmıştı. Fakat sürekli dilinde zikir bulunuyordu. Meşhur cümlesi şöyle idi:

Allah Allah bir Allah

Dolu kalbim nur Allah

Kalbimin muradını

Gece gündüz ver Allah…

Bundan 15-20 sene önce zaman zaman evlerine gider, evinde Risale-i Nur dersi yapmak için bulunurduk. Bir gün öğle namazı vakti girmişti. Kendisinin de bulunduğu salonda namaza durdum. Namaza durunca bir anda kızına seslendi:

“Güler! Bak, ay doğdu!” (Teyzemizin kızının ismi, Güler idi.)

Mübarek teyzemiz bunu söyleyince gayr-ı ihtiyari namazda duydum. O esnada 24. Söz’deki Katre-Reşha-Zühre bahsi namazda aklıma geldi. O esnada “katre” konumunda olduğumun teyidini bu müşahede veriyordu. Namazda aklıma bir fikir geldi, acaba Allah’a sığınarak günahlarımı itiraf etsem, acz ve fakrımı, kulluğumu itiraf ederek tövbe ve dua etsem sahne değişir mi? (Böyle bir şeyin doğruluğu tartışılır[12] ama o an yapmıştım.) Kıyamdayken dua etmeye başlayınca Fatma teyzemiz tekrar konuştu:

“Güler! Bak, güneş çıktı!”

Bu sahne değişimi o an “katre modu” ndan “reşha modu” na geçildiğine delil olmuştu. Katre-i akıldan, reşha-i kalbe geçişte duanın muazzam tesirini bu yaşanan manevi hal ispat hükmüne geçti. Üstad Bediüzzaman’ın “Ehl-i şuhud dediğimiz ehl-i hibre, enbiya ve evliyadır. Çünkü hakikî velî, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad ettiği gaybî şeyleribazan velî, aynı şeyi gözüyle veyahut kalble görüyor.”[13] sözünün bu yaşanan vaka bilfiil bir ispatıdır. Namazda yaşanan, bizce gaybî, evliya için şuhûdî bu iki hal, manevi çerçevede “hilal-i hakk ve şems-i hakikat” in birer tulû’ edişidir.[14]

Zuhurat ise, kalbîdir. Çünkü zuhur, sırr-ı Samediyettir ve daha özelde sırr-ı Kayyûmiyettir.[15] “Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir.”[16]Zuhurat, kişinin kalbinde kendisi belirmek ve görünmek isteyen hakikatlerdir. Aynen öğle vakti güneşi gibi çok parlak ve nettirler. Yakıcı ve ışıtıcıdırlar. Tuluat ise, sabah güneşi gibi ışıltılı ama yakıcı değildirler. Zuhuratın zuhur zamanı için en ideal zaman “Zuhur (Öğle) namazı” dır. O vakit, maddi güneşin zirve zamanı olduğu gibi, Şehadet âlemindeki sanat ve güzelliklerin de en net görüneceği vakittir. Zuhurat, kişiyi terbiye edici ve değiştirici özelliktedir. Bu açıdan Üstad Bediüzzaman’ın tekrar tekrar vurguladığı üzere, Rububiyet zuhurat ile “tezahür” etmek ister. Ulûhiyetin “tebarüz” etmek istemesi gibi…[17]

Sünuhat ise, kalîb[18]-i kalbe zikirle artezyen vurulması sonucu fışkıran feyizli su mahiyetinde manalardır. Sünuhât, ya fen bilimleri ve kâinata ait meselelerin özünü ve hakikatini bildirir veya muhataplarının kalb dünyasını yeşertecek zengin içerikli bir feyzi ifade eder. Sünuhat da, kalbîdir.

Hutur ve ihtarat ise, hem kalbî hem ruhîdirler. Hutur, cemalli; ihtarat ise, hem cemalli hem celallidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden çekmek için İlahî bir sevk ve himaye şeklinde celalli, kimi zaman da teselli şeklinde cemalli mahiyetlidirler. Huturat ve ihtarat, takva derecesine göre kişide belirirler. Bir kumandanın emri gibi…

Bu ve benzeri çeşitleri göz önüne alındığında Cenab-ı Hakk’ın has kulları ile bir irtibat kanalı, kelam sıfatının bu renk renk tecellilerine dayanır. Ayrıca vahyin bir çeşidi olan sâdık rüyalar hakkında da Hz. Peygamber (SAV) onların da bir çeşit İlâhî tekellüm olduğunu ifade sadedinde “Müminin gördüğü rüya, kulun rüyasında Rabbiyle konuşmasıdır.”[19] der. Bazı sadık rüyalarda doğrudan Allahü Teala’nın kuluyla konuştuğu da vâkidir.[20] Bu çerçevede sâdık rüyalara en azından bir ilham-ı İlâhî olarak bakmak aklen bir zarurettir.

Özetlersek ilham, Allah ile kulu arasında kaynaşmayı sağlayacak ve sünnetullaha kişinin alışmasına yardım edecek şekilde beliren manalardır. Ki akıl, o mananın hikmetiyle ikna olur; kalb o mananın feyziyle işba olur. Ruh ise ilhamdan aldığı nur ile sükunet bulur. Bu manada ilham, cüz’î iradeyi Külli İrade’ye bağlayıcıdır. İlham, genel olarak kalbîdir. Vahiy ise, doğrudan doğruya ruhîdir. Vahiy, Sırr-ı Ehadiyetle Cenab-ı Hakk’ın külliyet-i ef’âlini bildirir ve temelinde bürûz ve tebârüz hakikatlerine dayanır.

İlhâmın Hakikati

İlham-ı İlâhî, Mütekellim isminin Ehadiyet boyutunda Allah’ın makbul kullarında bir tecellisidir. İlhamın kendi içinde mertebeleri bulunur. Allah’a en yakın melekler olan Kerrubiyyûndan avam melaikelere kadar her tabaka melaikede, insanlardan evliya olanlardan avam seviyedeki insanlara kadar her bir insanda, hatta hayvanların sevk ve idaresinde görünen çeşitlerine kadar dar ve geniş yelpazede ilham tecellileri bulunmaktadır. İlhamın en ulvîsi, Kelam-ı İlâhinin içerdiği gizli manaların şerhi ve izahı mahiyetinde olan kısmıdır. Bu tarz ilhamlar, mukaddes kitapların yine bizzat Kelâmın Sahibi tarafından tefsiri demektir.

İlhamın hakikati, kul ile Rabbi arasındaki kopukluğu gidermek, mümin kulun hayatını İlâhî emir ve tavsiyeler eşliğinde sevk ve idare etmektir. Ki bu sevk ve idareye Kur’ânî terminolojide “velâyet” adı verilmektedir. Enfüsî ve âfâki iki tağut olan ve insanı sırat-ı müstakimden dışarı taşırtan ve çıkartan “enâniyet” ve “tabiat” tan yüz çevirerek sıdk ve ihlas ile, Allah’ın ipi olan Kur’an’a yapışarak “zulümâttan nura çıkan”[21] her bir mümin Allah’ın velayeti altındaki hakiki bir velisidir. Hz. Yusuf’un (AS) kendi hayatında okuduğu üzere böyle bir müminin hayatını idare eden Veliyy-i Zü’l-Cemal olan Allah’tır.[22] Bu çerçevede hakiki bir mümin ile Rabbi arasında kopmaz bir zincir mahiyetinde ilhamî ve saire bağlar bulunmaktadır.

İlhamın tebarüz şekillerini ihata hakikati ve Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın isimleri sistematiği çerçevesinde ele alırsak, ilhamın bir çeşidi olan tuluat,güneşin doğuşu manasında olmasıyla Evvel ismine ma’kestir. Zuhurât, bariz şekilde güneşin tepedeki hali manasında Zâhir ismine mazhardır. Sünuhat, yerin bâtınında saklı ve gizli suların artezyen vurularak yüzeye çıkarılması şeklindeki teşbihî manasıyla kalîb-i kalbden fışkıran feyz-i Kur’anı ifade etmesiyle Bâtın ismine mazhardır. Huturât ve ihtârât ise, Âhir ismine mazhardırlar ki bu noktaya işaret sadedinde Hz. Peygamber (SAV) ism-i Âhir’e mazhar olan Cennet[23] hakkında “ Fîha mâ lâ aynun raet, ve lâ üzünün semiat, ve lâ hatara alâ kalbi beşer” (Ebedî Cennet’te hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine hutûr etmeyen nimetler vardır.) der.[24]

Bu çerçevede ilham-ı İlâhî tuluat, huturat, ihtarat, zuhurat ve sünuhat nurlarından mürekkep bir ziyadır. Hakiki bir mümin ile Rabbi arasında kudsî bir mükâleme-i kalbî, ulvi bir musâhabe-i rûhî ve nurlu bir muhâvere-i aklîdir.

İlhâmın Mâhiyeti ve Hikmeti

İlhamın mahiyeti ve lüzumu konusunda Kur’an ve hadisleri bütüncül bir şekilde ele alarak orijinal tespitler yapan âlimlerden birisi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Kendisi insanlığın ilim ve irfan yolculuğunda ilhamın hayatî fonksiyonunu şöyle tespit eder:

“Mârifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan mi’racların usulü dörttür.

Birincisi:Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin (sûfî muhakkiklerin) minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn (kelam âlimlerinin) tarîkidir.

Bu iki asıl, çendan ( her ne kadar) Kur'ân'dan teşâub etmişlerdir ( şubelenmişlerdir). Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği (boşalttığı) için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd (şüphelerle bulaşık) hükemâ mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli (şümullüsü) olan mirac-ı Kur'ânîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.[25]

[Dikkat edilirse, muhakkıkîn-i sûfiyenin kemalat arşına urûcu için vesile, “tasfiye” dir. Mütekellimînin vesilesi, “nazar-ı fikrî” dir. Hükemânın vesilesi, “ta’lim” dir. Kur’anın minhacının vesilesi ise, “ilhâm” dır. Bediüzzaman, Ta’likat isimli mantık ilmine dair eserinde ilhâm yolunun umuma teşmil edilemeyeceğinden dolayı en şâmil yolun mütekellimînin kullandıkları “nazar-ı fikrî” olduğunu ifade eder.[26] Sonraki süreçte kelâm ve tasavvuf yollarının çetrefilli oluşuna ve aslen Kur’anî olsa da sonra birebir Kur’ânî olmaktan uzaklaştıklarına dair yukarıdaki tespitleri Nokta Risalesi’nde yapar. Kur’anı Sahib-i Kur’anın kasdettiği manada hakkıyla anlamanın, murad-ı İlâhiyeye vasıl bir tefsir ve hakikat yolu açmanın tek çaresinin ilhama mazhar olmak olduğunu görerek kendisi bu cihete yönelir. Kalbin ve ruhun ilhama mazhariyeti için gerekli manevi ve maddi şartlara göre hayatını dizayn eder. İnsan eli değmemiş, fıtratla bütünleşik yapıdaki dağ zirvelerinde ve inzivagâhlarda ilham esintilerini kovalar. Kendisi deha derecesinde bir tefekkür, tahkik ve tedkik ehli olmasına rağmen[27] “Bende zikir ciheti ve zikir manası fikre galebe ettiğinden…”[28] diyecek derecede küllî bir zikri hayatına geçirir. Ki zikr-i küllinin insanda “inkişaf-ı kalbî” ve “inbisat-ı ruhî” ye vesile, ilhamın zuhuratına, sünuhatına ve tuluatına[29] kişiyi eriştirecek mahiyette birer vasıta olduğu bütün enbiyalar ve evliyaların tecrübeleri ile sabittir. Bu çerçevede denilebilir ki vahy-i İlahinin en sağlıklı tefsiri yine vahye dayanan sahih hadisler ve sünnet-i nebeviye ve akabinde de çeşit çeşit kudsî ve nurlu İlâhî ilhamlar ve hads-i sâdıklardır.]

İlhamın halife-i rûy-i zemin olma istidadında yaratılan ve namütenahi mutlak fakr ve ihtiyacından ötürü namütenahi tesellilere muhtaç insanlık açısından gerekliliğine ve mahiyetine dair yönleri Bediüzzaman şöyle ifade eder:

“Sonra, (o kâinat seyyahı) ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe'nidir.

[Dikkat edilirse ilk nurda, “Vedûdiyet”; ikinci nurda “Rahîmiyet” hakikatlerinin gereği olarak ilhamın kendini gösterdiği tespit ediliyor. Bu iki fiil, Vedûd ve Rahîm isimlerine dayanır. Bediüzzaman’ın 32. Söz’ün 3. Mevkıfı’nda ifade ettiği üzere Vedûd ve Rahîm isimleri, Cemîl ismini oluştururlar ve bu çerçevede cemal sıfatının iki ziyaı vedûdiyet[30] ve rahîmiyettir. Bediüzzaman Cemîl-Vedûd ve Rahîm isimleri arasındaki bu ilişkiyi Yusuf suresinden tespit eder. Şefkat bahsi olan 8. Mektub’da da bu ilişkilerin izahını yapar. Cemâl hakikatinin aynası olan Hz. Yusuf’a (AS) karşı Züleyha’nın aşkında Vedûd ismini, Hz. Yakub’un (AS) oğlu Yusuf’a karşı şefkatinde Rahîm ismini, bu hakikatleri ve münasebet ağlarını okur ve gösterir. Bu çerçevede diyebiliriz ki ilham hakikati,

  • Cemal hakikatine ve makam-ı Yûsuf’a (AS) mazhar,
  • İzzet-i ilmiyeyi “istiğna” ve “takva” ile,
  • Sıddîkiyet-i hakikati “tefani-i uhuvvet”, “fenâ fillah” ve “tesanüd” ile kendinde sergileyen “Azîz ve Sıddîk” kişilerde tahakkuk edebilen bir nurdur.

Hem Hz. Yusuf (AS) gibi enfüsî meşreb sahibi, hakikat âşığı ve hak müştakı kişilerin,

  • “Süm’a” (desinler) hastalığını aşmalarının,
  • Enâniyetleriyle savaşmalarının mükâfatı ilham olduğu gibi;

Kâinatta kendini yapayalnız hisseden içe dönük karakterli hakikat âşıklarının ve sosyal hayattan nefret edip içine dönen ve dönmeye çalışan dışadönük şahsiyetlerin,

  • Ruhlarının teskini ve
  • Kalplerinin tatmin için İlâhî bir teselli ve en şifalı bir ilaçtır. ]

Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.”[31]

[Kulun fıtratının zaruri ve yaratılışının mecburi neticesi olan acz-i zâtî ve fakr-ı zâtîsinin, hem bu acz ve fakrdan neş’et eden maziye dair hüzn-ü elîmi ve müstakbele dair havf-ı müdhişinin teskini ve tesellisinin temini için ilham fıtraten olması gereken bir netice ve zaruri bir ihtiyaçtır. Aksi takdirde insan mahlukat içinde Rabbini bulmaya ve bilmeye en muhtaç ve saadeti için buna erişmeye mecbur iken, Rabbinin varlığını hissetme ve her an Onun kendi yanında olduğunu bilme konusunda en mahrum mahluk ve mevcud seviyesine düşer. Arılar, hakikat noktasında insandan istidadça daha düşük olmalarına rağmen, aldıkları vahyin halaveti içinde Rabb-i Mütekellimlerinin varlığını hissetmeleriyle, Allah ile irtibatları noktasında ilhamsız bir insandan daha üst bir konuma çıkmış olacaktır. Bu fıtrî tenakuz nâmümkün olduğundan hikmet-i İlahiye çerçevesinde insanın, o insan fark etse ve etmese dahi sürekli ilham sinyalleri alan bir hayatı yaşaması gerekmekte ve yaşamaktadır.

  • İçgüdü” şeklinde bilim ehlinin,
  • “İçine doğma” şeklinde şairlerin, ozanların, hatiplerin ve edebiyat erbabının,
  • “İçimden bir ses diyor ki” şeklinde insanlığın genelinin ifade ettiği ve bizzat yaşadığı hakikat, ilham hakikatidir.

Bu enfüsi ses sahibinin kim olduğunu, kişinin kiminle o an muhatap olduğunu enfüsî tefekkürle fark eden ârif ve âlim zâtlar, hayatlarına yön vermeye çalışan müstebid heva-yı nefsinin ve meftun (saplantılı) enâniyetinin seslerine kulaklarını tıkayıp kalp kulağına üflenen bu ışıtıcı ve haramdan koruyucu kudsi sözler ve manalara ve Sahibine kulak vermişlerdir. Bu hal, yaratılışın en temel meselesi olan Ulûhiyete iman ve Rubûbiyete teslimiyet hakikatlerinin gereği, İlahî şefkatin ve Rabbâni merhametin neticesi ve murâdıdır. Ayrıca bir şuur sahibini en çok mutmain eden ve onu en muazzam şekilde teskin eden hadise kendisinin her haliyle bilindiğinin, bütün duygularıyla anlaşıldığının, kendisinin acılarına şefkat ve ihtiyaçlarına merhamet edildiğinin göstergesi olan dostça bir sohbet ve ahbapça bir mükâlemedir. İlham da tam manasıyla budur. Bu çerçevede ilham, duyulmaya muhtaç ve duyulmak isteyen bir kulun duyulduğunun ve sesine cevap verildiğinin bir göstergesi, perişan halinin görülmesini isteyen ve kendisine şefkat ve merhamet edilmesini bekleyen bir kulun görüldüğünün ve kendisine merhamet edildiğinin bir ispatıdır.]

Bu çerçevede Bediüzzaman ilham hakikatinin en temel yönü olan Allah’ın varlık ve birliğine delil olması hususiyetini şöyle izah eder:

“Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı[32] ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle her birinin kàbiliyetine göre konuşması[33]; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedinZülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatınZülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olanŞems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bi’l-ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine[34] delâlet ve şehadet ettiklerini ayne’l-yakîne yakın bir ilme’l-yakînle bildi.”[35]

[ Dikkat edilirse Üstad Bediüzzaman, ilhama dair bir alt yapı mahiyetinde bazı bilgileri “ezel ve ebedinZülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatınZülcemâl Hâlık-ı Zîşanıifadeleriyle veriyor.

“Ezel ve ebedinZülcelâl Sultanıtabiri kişinin,

*Maziden müstakbele, ezelden ebede kadar bir ufuk içinde İlâhî tecelliyata muhatap olacak bir seviyeye yükselmesi gerektiğini,

*Kendisini haşmetli ve celalli bu İlâhî saltanatın mutî bir askeri olacak şekilde hakka teslim etmesi şartını,

*Geçmişin hüzünleri ve geleceğin korkularından kurtulması lüzumunu ifade ediyor.

Yani bir kişi ehl-i ilham olmak istiyorsa, zamandan muallâ olan Zât-ı Zü’l-Celal’in ezeliyetine kalbini “aşk” ile ve ebediyetine ruhunu “şevk” ile odaklamak zorundadır.

Bütün mevcudatınZülcemâl Hâlık-ı Zîşanı” tabiri ise,

* Enfüs ve âfâk boyutunda, mikro ve makro âlemlerde İlâhî icadı ve kudret tecellilerini görmek,

* Mekandan münezzehiyet hakikati içinde Halık-ı Zü’l-Cemâl’e yönelmek,

* Yaratılışı, musibetiyle ve nimetiyle, tamamen İlâhî bir cemal tecellisi olarak okumak,

* Madde ve sebepler dünyasının karanlık perdelerinden sıyrılmak gerektiğine işaret ediyor.

Metnin devamındaki “Şems-i Sermedînin mükâlemesi” tabiri ise Cenab-ı Hakk ile muhatabiyette

  • “An” lık bir hayat algısından sıyrılmayı,
  • Ânî ve fâni zevk ve lezzetlerin tutkusundan kurtulmayı,
  • Maddî ve geçici hallerin etkisinden çıkmayı,
  • Bâki ve sermedî güneş gibi hakikatler ve bütün hakikatlerin sahibine odaklanmayı,
  • Zâhirden hakikate geçmeyi,
  • Tecellilerden yüzünü dönüp Zât-ı Bâki-i Sermedî’ye yönelmeyi,
  • Ânî ve fâni sevgi ve sevgililerin karanlık sohbet ve kelamlarından yüz çevirip Mahbub-u Bakî ve Vedûd-u Sermedî’nin aziz ve leziz, feyizli ve nurlu, ulvi ve kudsî sohbetine tâlib ve rağbetkâr olmayı birer şart olarak ifade ve ima ediyor. ]

İlhâmî Bir Tefsir Olan Risale-i Nur’da İlhâm ve Çeşitleri

Risale-i Nur tefsirinde ilhamın sünuhat, tuluat, zuhurat, huturat ve ihtarat şeklinde bütün çeşitleri kendilerini gösterirler. Kur’anın ilhama dayalı bir tefsiri olduğu bariz bir şekilde onda görünür. Bediüzzaman bu ilhâmî manaların kalbe gelmesi ve gelebilmesinin şartlarını kendisine sorulan bir soru cevapta şöyle ifade eder:

İkinci Mesele: Ehl-i dünya diyorlar ki: "Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur'ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur'âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.”[36]

İlhamın çeşitleri olan sünuhat, tuluat, zuhurat, huturat ve ihtarat Risale-i Nur Külliyatının her tarafında kendilerini gösterirler. Şöyle:

Tuluat ve kalbî boyutu hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “İşte, maatteessüf, bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için, tulûât-ı kalbiye tevakkuf ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. "Ben dünyanıza karışmıyorum; buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz" dediğim halde olamıyor. Ben de Cenâb-ı Hakka niyaz ettim ki, bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan etsin ki, düşünmeyeyim.”[37]

[Dikkat edilirse Bediüzzaman burada tuluat-ı kalbiye için gerekli alt yapıları, “Tecrid-i zihin, “ehl-i dünyanın dünyası” nı[38] düşünmemek ve fâniyattan yüz çevirerek Bâki’ye odaklanmak” olarak bildiriyor.]

Zuhurat hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir numune şu şekildedir: “ Nur fabrikası sahibi Hafız Ali'nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili, gayet güzel ve manidardır. O hatırayla, Dokuzuncu Şua'nın mukaddeme-i haşriyeden sonraki dokuz burhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat, maatteessüf, bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş. Risale-i Nur'un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz.”[39]

Sünuhat hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir numune şu şekildedir: “O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü, hakikat-i ihlâs ile baktım tashih yerini bulamadım. Demek, sünuhat-ı Kur'âniye olduğundan i'caz-ı Kur'ânî onu yanlışlardan himaye etmiş. Maahâzâ, kaleme aldığım şu İşârâtü'l-İ'câz adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım.”[40]

Huturat ve kalbî boyutu hakkında Risale-i Nur Külliyatında şöyle bir nümune görebiliyoruz: “Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyûmun cilve-i âzamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem'alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından, elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır.”[41]

İhtarat ve kalbî boyutunun duygu dünyasındaki etkisi hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “Benim tevkif kâğıdımda sebep "emniyeti ihlâl" suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma dedim: "Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, 'Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemişsem—üç defa—Allah beni kahretsin' dedim." Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kastı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inâyet, imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki:

  • İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var.
  • Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım.[42]
  • Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.
  • Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var.[43] O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile,nefsine 'Bu tokada müstehak oldun' demelisin.
  • Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur'un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.
  • En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı içinhttp://www.risaleinurcollection.com/Include/images/kulliyat/aimg/LEMA/i260.gif [44] düstûriyle; onları afvetmek, bir ulûvv-ü cenâblıktır.”

Ben de bu hakîkatlı ihtardankemâl-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yusufiyede durmağa… karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i îmaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyâde hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir.”[45]

İhtarat ve ruhî boyutunun duygu dünyasındaki etkisi hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “ Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen, "Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizli'de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyıkdeğiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun" diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle "Elhamdü lillâh" dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, "Yâ Rabbi, onları ıslah eyle" diye dua ettim.”[46]

[Dikkat edilirse ilhamlar ve özellikle ihtarat grubu ilhamlar, hakikati olduğu gibi gösteren net içerik sahibidirler. İhtarı alan kişinin içine düştüğü duygusal ve insanî girdaplardan ve karanlıklı atmosferlerden onu çekip almakta, “Tevhid Şuuru” ve “Hikmet-i Kudsiye” çerçevesinde olaylara bir bakış açısı vermektedir. Bu aydınlatıcı, ısıtıcı kudsî şuur ve hikmet ile ilham alan kişi gamlı ve kederli inkıbaz-ı ruhî ve elem-i ruhaniden kurtulmakta, bir ferah-ı ruh ve huzur-u ruhani lezzetine eriştirilmektedir. İlham öncesi yaşanan daraltıcı ve ezici ruh halinin ilham sonrasında hiçbir izinin kalmaması ve şikayet edici ilham öncesi halin ilham sonrasında sonsuz şükür ve memnuniyet haletini meyve vermesi, kişinin musibetli, işkenceli ve sıkıntılı hapishane gibi zahmetli ortamlardan razı ve memnun hale gelmesi göstermektedir ki ilhamlar kişinin kendi fikrinin mahsulü ve duygularının eseri değildir. Bediüzzaman eğer bu tarz ihtarlar almasaydı nasıl bir hal yaşayacağını bizzat kendisi şöyle ifade eder:]

“Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar?Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşmankumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolundanefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolundaâhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu.[47] Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."[48]]

Soru: Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nın mahiyeti hakkında Şualar isimli eserinde şöyle diyor: “Bu üç farkın sırrı ise Risaletü'n-Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'ân'ın feyziyle ve medediylekalbe gelensünuhat ve istihracat-ı Kur'âniyedir.”[49]

El-Cevap:Bediüzzaman’ın Eski Said ve Yeni Said eserlerine bütünden bakılarak bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Yaratılanların Allah ile diyaloğu noktasında "vahiy" ve "ilham" ve "hads" şeklinde üç ana kategori bulunmaktadır. Hads, ilhamdan geridir. İlham da, vahiyden geridir. Külliyatta bu nettir. (Nokta Risalesi ve 7. Şua) Bu çerçevede vahiy grubu dışında bulunan sünuhat, tuluat ve benzeri irtibat yollarını ilham çerçevesi dâhilinde almak teknik olarak doğru usuldür. Fakat metinle barıştırmak için "İlhamın Kur'anın sırlarına ve nurlarına açılan kanalları" manasında sünuhat, tuluat ve zuhurat "İlhamın külli ve sâdık cephesini teşkil eder" diyebiliriz. Külliyatta "Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar olarak" ifade edilmişler.[50] Bütünden bakılırsa böyle bir ilişki ağı kurulabilir. Sadece bu metne bakılırsa sünuhat, tuluat ve benzerleri ilhamdan daha aşığı ve hadsin birer şekli olarak algılanırlar. Oysa bu da Kur'anın feyiz ve manalarını getiren sünuhat ve tuluatın hukukunu çiğnemek olur. Sünuhat, tuluat, zuhurat ve emsalinin ilham çerçevesi içinde ele alınabileceğine Bediüzzaman ilgili bahsin geçtiği 1. Şua eserinin başka bir bölümünde şöyle işaret eder: “Yani, mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihraçtır.”[51]

Dikkat edilirse, sorudaki “umumiyetle ilham değil” lafzı külliyen ilham değil manasını ifade etmez. Bilakis “Belli bir kısmı doğrudan doğruya ilhamdır” şeklinde bir kabulü gösterir. Bu ilişkiyi ifade etmek için Bediüzzaman Risale-i Nur’un doğrudan doğruya ilham eseri olan bölümlerinin sonuna Bakara suresi 34. âyet olan ve meleklere ilmin ta’lim edilmesini bildiren

http://www.e-risale.com/Include/images/kulliyat/aimg/MEKT/i437.gif

(Senin bize bildirdiğin ve öğrettiğinden başka bizde ilim yok. Sen her şeye istidadına göre ilim veren Alîm ve Hakîm’sin.) âyetini koyar. Buna mukabil tuluat, sünuhat ve zuhurat eseri olan bahislerin sonuna ise

http://www.e-risale.com/Include/images/kulliyat/aimg/MEKT/i013.gif

(Bâki Olan yalnızca O’dur.) cümlesini koyar. Buradan şu tespiti yapabiliyoruz: Bir veli ve asfiya doğrudan “zahir ve batınıyla” yani lafzı ve manasıyla da ilham olan bir kelamı olduğu gibi aktarmakla mükelleftir; ona asla müdahale edemez. Bir harfini ve kelimesini dahi değiştiremez.[52] Fakat sünuhat, tuluat, zuhurat şeklinde olan ilhamî boyutlarda mana ve hakikat, Allah’tandır; lafızlarla ifadesinde evliya ve asfiya hürdür. Fakat manayı ve hakikati bozmamak kaydıyla… Bundan dolayı sünuhat, tuluat ve zuhurat, lafzıyla da ilham olan “hakiki ilham” dan aşağıdadır fakat manası ve hakikati ilhama dayandığından yine ilham çerçevesinde değerlendirilir, diyebiliyoruz.

Hz. Peygamber’in (SAV) İrfan Ufkunda İlham Hakikati

Bir irfan şaheseri olan ve Kur’anın irfânî ve hakikatli, küçük hacimli ama muazzam derinlikli ilk tefsiri olan Cevşenü’l-Kebir duasında Hz. Peygamber (SAV) birkaç bapta ilham konusunu ele alır. Bu kısımlarda ilham meselesinin kökünü, şümulünü ve detaylarını vererek birkaç satır cümle içinde ilham meselesini çerçeveler. Şöyle ki:

Cevşenü’l-Kebîr’in bir bâbında “Yâ Mülhime’s-savâb”[53] (Ey doğru ve isabetli fikirleri kullarına ilham eden Zât-ı Mülhim-i Hakîm!) diye Allah’a seslenir. Bu sesleniş dikkat edilirse ilhamın mahiyetine ve fonksiyonuna dair en temel tespiti yapar: “İlham, muhatabına hakikati bildirmek, dalalet vadilerinde şaşkın şaşkın dolaşan ve karanlıklar içinde bocalayan muhatabının aklını ve duygularını aydınlatmak içindir.”

Yine diğer bir bapta “Yâ Mülhime’l-arabi ve’l-acem”[54] (Ey Arap olan ve olmayan bütün şuur sahibi kullarına doğruları ve hakikatleri ilham eden Zât-ı Mülhim-i Vâhid) diye Rabbine seslenir. Dikkat edilirse bu seslenişte, ilhamın şuur sahibi bütün insanlığı ve hatta cinleri içine alan külli bir hakikat ve kanun olduğu ifade ediliyor. Satır arasında da fıtrîlik-ilham arası ilişkiyi ifade sadedinde kendi döneminde fıtrata en yakın topluluk olan Arap halkının adını, fıtrattan uzaklaşmış diğer milletlerden daha önce zikreder. Acem lafzı, Arapça’da, Arap olmayan bütün milletler anlamında kullanılan bir ıstılahtır.

Cevşen’in 97. Bab’ının tamamında ilhamın Allah ile kulları arasında nasıl bir diyalog boyutu oluşturduğunu ise şöyle açar:

Ya men la yüşğıluhu sem’un an-sem’in

Ey bir işitme, kendisini diğer bir işitmeden alıkoymayan Zât-ı Semî’-i Mutlak,

Ya men la yemneuhu fi’lün an-fi’lin

Ey kendisi için bir iş diğer bir işe mâni olmayan Zât-ı Fâil-i Mutlak,

Ya men la yülhîhi kavlün an-kavlin

Ey bir söz, kendisini diğer bir sözden oyalamayan Zât-ı Mütekellim-i Mutlak,

Ya men la yuğallituhu süâlün an-süalin

Ey kullarının bir isteği diğerine cevap vermekte kendisini karışıklığa sevk etmeyen Zât-ı Mücîb-i Alîm,

Ya men la yübrimuhu ilhâhu’l-mülihhîn

Ey ısrarla istekte bulunanların ısrarı kendisini usandırmayan Zât-ı Habîb-i Rahîm,

Ya men şeraha bi’l-İslâmi sudûre’l-mü’minîn

Ey müminlerin kalplerini İslâm’la genişleten Zât-ı Fettâh-ı Selâm,

Ya men etâbe bi-zikrihî kulûbe’l-muhbitîn

Ey zikriyle, mütevâzı ve huşû sahiplerinin kalplerini lezzetlendirip hoş eden Zât-ı Zâkir-i Mutlak,

Ya men la yağîbu an-kulûbi’l-müştâkîn

Ey kendisine iştiyak duyanların kalplerinden kaybolmayan Zât-ı Karîb-i Mutlak,

Ya men hüve ğâyetü murâdi’l-mürîdîn

Ey kendisini arzulayanların en büyük ve son arzusu olan Zât-ı Maksûd-u Mutlak,

Ya men la yahfâ aleyhi şey’ün fi’l-âlemîn

Ey âlemde hiçbir şey kendisine gizli olmayan Zât-ı Lâtif-i Latîf,

Sübhâneke yâ la ilahe illa ente’l-Emânü el-eman hallısna mine’n-nâr.

Bütün kusurlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok! Emân ver bize. Bizi işitilmemek, bekletilmek, cevap verilmemek, anlaşılmamak, bıkılmak, darda bırakılmak, lezzetsizlik, kaybetmek, vuslata erememek ve görülmemek ateşlerinden kurtar.

                                                                                 


[1] eş-Şems 91/8.

[2] Tirmizî, “Daʿavât”, 69.

[3] Buhârî, “Tevḥîd”, 36; Müslim, “Îmân”, 326, 327.

[4] Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 6, “Enbiyâʾ”, 54; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 23.

[5] Yusuf Şevki YAVUZ, TDV Diyanet İslam Ansiklopedisi, “İlham” Maddesi, c.22, s.100-101.

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bediiyye, Rumûz.

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 1. Mes’ele, 5. Nükte.

[8] Ali Erol, Hatıratım, s.32; Ziya Sunguroğlu’nun Notları, s. 66.

[9] Ehl-i tasavvuf ve özellikle Nakşibendî tarikati muhakkiklerinin, “havâtır-ı Rahmânî” olarak isimlendirdikleri bu ilham çeşidini Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatında “hâtırât-ı kalb” veya “hatırat-ı gaybiye” olarak isimlendirir. Mesela: “Evet, kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir Zâta bakan hiç bir hâtırat-ı gaybiye ve ilham edici bir Zâta baktıran hiç bir ilhâmât-ı sâdıka; ve hakkalyakîn sûretinde sıfât-ı kudsiye ve Esmâ-i Hüsnânı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne; ve enbiya ve evliyada, bir Vâcibü'l-Vücudun envârını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nuranî kalp; ve asfiya ve sıddîkînde, bir Hâlık-ı Küll-i Şey'în âyât-ı vücubunu ve berâhin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.” (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 3. Şua)

[10]Katre, dolunaya odaklı ve ayna olan yakamoz damlasıdır. Katre, “tabiat gecesi” nde yaratılış âlemi içinde hak nuru ve hakikat güneşini arayan “akl” ın sembolüdür. Reşha ise, doğrudan güneşe odaklı bir su sızıntısıdır. Aşk-ı İlahinin hararetiyle her an buharlaşıp semavileşmeye hazır haliyle hakikat âşığı “kalb” in sembolüdür. (Sözler, 24. Söz, 2. Dal)

[11] İbn Sa’d, Tabakât, III, 252.

[12] Bu konuda Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasında ihtilaf bulunmaktadır.

[13] Bediüzzaman Said Nursi, Nûr’un ilk Kapısı, 4. Ders.

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Nûr’un ilk Kapısı, 12. Ders.

[15]Samed ismi, Kayyûm ve Rabb isimlerinden meydana gelen “kibriya isimleri” nden ve “zâtî” isimlerden birisidir. (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı, İhlas Suresi Tefsiri kısmı)

[16] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas, Mühim Bir Sual, 2. Nükte.

[17] Mesela: “İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun' ve ibdâ, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kast ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it'âm ve in'âm ve ikram ve ihsan gibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatıiçinde bedahetle hissedilen ve bulunanulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi, Esmâ-i Hüsnânın rahîmâne ve kerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan "hayat, ilim, kudret, irade, sem', basar ve kelâm" sıfatlarının celâlli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.” (Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 19. Mertebe)

[18]Kalîb, Arapça’da, su seviyesi yükselip alçalan kuyu demektir.

[19] Hakim 1/390 ve Dıyau’l-makdisî 8/275 (337), İbn-i Ebî Asım 1/213 (486).

[20] Mücâhid imam, Ahmed ibn-i Hanbel’in gördüğü sâdık rüyada olduğu gibi…

[21] Bakara suresi, 256-257.

[22] Yûsuf suresi, 101.

[23] Hilkat hakikati noktasından bakılırsa, âlem-i ervah, ism-i Evvel’e; âlem-i Ahiret, ebedî Cennet ve daimî Cehennem, ism-i Ahir’e; âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk, ism-i Zâhir’e; âlem-i gayb ve âlem-i melekût ise, ism-i Bâtın’a mazhardır. Bu boyutuyla Halık, Hakk ve Hakîm isimleri bütün yaratılış âlemlerini ihata ederler.

[24] Müslim, Sahih’inde Sehl bin Sa’d’dan (RA) rivayet etmiştir. Aynı hadisi Ebu Hureyre Hz.leri (RA) rivayet etmiştir. Her iki rivayette de hadisin Secde suresi 17. âyetin tefsiri olduğu belirtilmiştir. Hadisteki “hutur” konusu, normal manasında “Daha önceden bilinen bir şeyin zihne tekrar gelmesi” manasında bir hatırlama olamaz. Çünkü Cennet ebedî nimetler âlemidir. Dünya ise fâni nimetler diyarıdır. İnsanın dünyevi bilgisi, fâni nesnelere dair bilgilerden müteşekkil olduğundan Cennet’teki nimetleri hatırlaması mümkün değildir. Ayrıca hatırlamak için daha önceden o nimetleri fiziksel manada yaşamak gereklidir. Oysa Cennet, insanın ilk fiziksel ebediyet âlemidir. Bu çerçevede hadisteki “hatara” fiili ilhamın bir çeşidi olan “huturât” ı bildirmekte, algılanan merkezin de “kalb” olduğu bilgisini vermektedir. Aynı zamanda hadis-i şerif Ahiret, ism-i Âhir ve “hutur” bağlantısına da telmihte bulunmaktadır. 

[25] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Nokta Risalesi, 3. Bürhan.

[26] Bediüzzaman Said Nursi, Ta’likat, Niyazi Beki tercümesi, s. 21.

[27]Ta’likat, Kızıl Îcaz ve Muhakemât’ın şahitliği üzere…

[28] Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlıca Şualar, 7. Şua, Mukaddime, İkinci Vartadan Çare-i Necat, İkinci Mesele.

[29] Herkes böyle bir ilham iddiasında bulunabileceğinden elbette bu tarz iddialara dair turnusol kağıdı mahiyetinde âyetin işaretiyle “mülhemûn” ve hadisin ifadesiyle “muhaddesûn” zatların,

  • “Hakka ve hakikate hizmet” şevk ve gayreti içinde bir hayat yaşamaları,
  • “Sıddîkiyet, muhlisiyet ve muhlasiyet” seviyesinde bir sıdk ve ihlas seviyesine mazhariyetleri,
  • “Müttaki ve etka, sâlih ve râşid” seviyesinde bir takva, salahat ve rüşdü hayatlarında sergilemeleri gibi,

zaruri özellikler taşımaları gerekir ki, aldıkları ilham hakikat görünümlü İblisî bir aldatma olmasın. Şems suresinin 8. âyetinde sarih bir şekilde bildirdiği üzere, İblîs de ilham edebilir.

[30] Vedûdiyet hakkında Bediüzzaman şöyle ders: “İsm-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî…” (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 3. Nükte olan ism-i Hakem Bahsi, 5. Nokta, 2. Mesele) Yani vedûdiyet, bir zâtı onu tanıyarak sevmektir. Muhabbetise, bir zâtı veya nesneyi tanımadan sadece güzel olduğu için sevmektir. Bu cihetten hakiki ve köklü, tam ve gözleri açık sevgi, vedûdiyettir. Vedûdiyetin “taarrüf” boyutuna hizmet noktasında ilham mühim bir fonksiyon görür. Çünkü ilham, Rabbini kesbî marifetullah ile tanıyarak seven bir ârif-i billahın, vehbî marifetullah ile Rabbi hakkındaki marifetini tam ve meveddetini kemal seviyeye çıkarmak gayelidir.

[31] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 14-15. Mertebe (Vahiy ve İlham hakkında).

[32] Dikkat! İlham, vücud-u İlahînin değil, hayat-ı İlâhiyenin bir tecellisi ve eseridir. Kelam ulemasının “vücub-u vücud” bahsinde bütün enerjilerini tüketmeleri hayat-ı İlâhiyenin hakikati, sırları ve nurlarını tespit ve teşhis noktasına geçmelerine müsaade etmiyor. İlahiyat camiasında ve medreselerde görüldüğü üzere… Bu zihnî ve hissî engelden dolayı, vahiy ve ilham gibi bedihî ve zahir ve sürekli tahakkuk eden bir “sevk-i İlahi” konusunda İlâhiyat ve hatta bazı medrese ehli tereddüde düşebiliyorlar. İlahiyat camiasının bir kısmı ise vahyi inkâr etmeye cesaret edemediği için, hakkında kesin hüküm yok zannıyla, ilham hakikatini rahatça reddedebiliyorlar. Oysa Şems suresindeki âyetin bildirdiği üzere ilham bütün çeşitleriyle mevcud, sabit bir hakikattir.

[33] İlham, temsilde de ifade edildiği üzere, hususîdir ve muhatabının şahsî istidadı ve kabiliyetine göredir. Bir açıdan Hakiki Güneş’in, aynadaki güneş tecellisi üzerinden ayna ile konuşmasıdır. Vahiy ise, güneşin ışığıyla aydınlattığı bütün nesneler ve canlılar çapınca veya daha ötesi boyutta bir kelam-ı İlahidir. Aynanın doğrudan Gökteki Güneş ile muhatap olması ve “muhatab-ı Samedânî makamı” na çıkmasının eseridir. İlham ile vahiy arasında “bir şey” ile “küll-ü şey” (her şey) kadar fark vardır. Kur’anî tabirle “Rabbî” (Benim terbiye edicim) ile “Rabbü külli şey” (En’am suresi, 164) (Her şeyi terbiye edici) arasındaki fark gibi…

[34] İlham, metinde de vurgulandığı üzere, “Ehadiyet” e; vahiy ise, “Sırr-ı Ehadiyet” e mazhariyettir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 7. Telvih) “Sırr-ı Ehadiyet” ise, Cenab-ı Hakk’ın külliyet-i nuraniyetle her şeye aynı anda müteveccih olması ve her şeye aynı anda hükmedecek bir irtibat-ı külliyeyi faaliyet-i Rububiyet içinde sergilemesidir. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 1. Lem’a)

[35] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 14-15. Mertebe.

[36] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 16. Mektub, 5. Nokta, 2. Mesele.

[37] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Mektubatın Üçüncü Kısmı, 262. Mektub.

[38] Risale-i Nur Külliyatı’nda sıklıkla vurgulandığı üzere dünyanın üç yüzü bulunuyor: Birinci yüzü, Esmaü’l-Hüsna’nn aynası olan yüzdür. İkincisi, Âhirete tarla olan yüzdür. Üçüncü yüzü ise, ehl-i dünyanın heveslerinin oyuncağı olup bir bataklık gibi kalp ve ruhları boğan yüzdür. Bediüzzaman hakikaten güzel ve aşka layık ilk iki yüzden bahsetmiyor. İnsan zihnini zalim insanların iradelerinde kilitleyip boğan üçüncü yüze işaret ediyor. Yoksa Risale-i Nur’da temel inceleme ve okuma sahası “Kâinat Kitabı” ve “İnsan Risalesi” dir. (Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksad, 5. Remiz)

[39] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, 131. Mektub.

[40] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, İfâde-i Meram.

[41] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte (İsm-i Kayyum Bahsi, İ’tizar).

[42] İlginç bir hikmet! İnsanın yediği rızkının da insan üzerinde hakkı var. Bazen insanın rızkının duası, insanı rızkına doğru götürür. Bir hadiste Hz. Peygamber (SAV) bu ince hakikati ifade eder. Sahabelerin âlim ve zâhidlerinden Ebû'd-Derda (r.a.) rivayet ediyor ki, Resulullah (sav) buyurdular: "Rızık, kişiyiecelinden daha fazlaarar." (Camiussağir - 4524)  

[43] İlham-ı İlahi,”Sen bilmesen de Biz senin nefsinin gizlediği kusurlarını biliyor ve senin nefsine acımıyoruz” diyor. Bu detaylar da net gösteriyor ki, ilhamda konuşan yalnız hakikattir; kişinin nefsinin ve enâniyyetinin ilhamda hiç bir hissesi yoktur.

[44] “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler…”(Âl-i İmran, 134.)

[45] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 26. Lem’a, 15. Rica.

[46] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-2, 45. Mektub

[47] Bu sözler, hakiki ihlasa dayanmaktadır. İhlas, hakikat seviyesine yükselirse rıza-yı İlahiyeden başka her şeyden yüzünü çevirir. Ebedî Âhiret dahil… Bediüzzaman bu ufku, Tevbe suresi 72. âyetten ders almıştır. İlgili âyet müminlere vaade edilen Cenneti anlattıktan sonra “Ve rıdvanu minallahi ekber. Zâlike hüve’l-fevzü’l-azîm” (Allah’ın rızası ise bâki ve ebedî Cennet’ten daha büyük bir hakikattir. Bu zâtî rıza hakikati, bir insan için azametli bir kazançtır) der.

[48] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller.

[49] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 1. Şua, 2. Sual, 25. âyet.

[50] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 14 ve 15. Mertebeler. (Vahiy ve İlham Hakkında)

[51]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 1. Şua, 2. Sual, 7. âyet.

[52] Kur’an dışında bir vahy-i sarîhî olan “hadis-i kudsîler” de, Allah Resulünün (SAV) lafızları değiştirme yetkisi olmaması gibi… Buna mukabil vahy-i zımnîlerde Allah Resulü (ASM), hak ve hakikati Allah’tan (CC) vahiy yoluyla alsa da lafızları kendisi belirleyebiliyordu. Bu gaybî sistematik gösteriyor ki, vahyin bir hizmetkarı olan ilhamda da “ilham-ı sarîhî” ve “ilham-ı zımnî” gibi bir ayrım vardır. İlhamı alan evliya ve asfiya bu çerçevede aldığı ilhama karşı muhatap ve sorumludur.

[53] Cevşenü’l-Kebîr, 99. Bâb, 5. Ukde.

[54] Cevşenü’l-Kebîr, 79. Bâb, 6. Ukde.

- Reklam -