YENİDEN BİR İSLAM MEDENİYETİ VE BEDİÜZZAMAN'IN MÜNAZARAT’I

Eklenme Tarihi: 25 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

Münazarat...

Münazarat, yüz yıl erken yazılmış bir metindir. Zamanın şartlarını aşan öngörüleri içerir. Bu nedenle, aynı toplumu ve geleceği gören bazı kimseler Bediüzzaman’ın beklentilerinin aynını kendileri de gördükleri halde yakın gelecek noktasında itiraz etmişlerdir.

Bediüzzaman, bunun üzerine yüz yıl sonrasını muhatap aldığını belirtmiş, hatta üç yüz yıllık bir vizyonu kapsayan öngörülerini eserinin içinde ortaya koymuştur. Yani, Bediüzzaman’ın eserindeki muhatabı günümüz toplumudur.

Eserin yüzüncü yılında ‘aslında bugün yazılmıştır’ diye bakılabilir. Zaten, müellifince ‘yüz yıl gibi bir süre verilse değer olan’ özgürlük ve demokrasi gibi erdemlerden bahseder.

Münazarat, İslam’ın son dönemindeki toplum ve siyaset üzerindeki bir genel çerçeveyi ifade eder; bu nedenle hem bölgesel, hem ulusal, hem ümmeti kapsayan ve dünya siyaseti ile bütün olarak, içinde dinin prensipleriyle üreten aynı zamanda büyük bir siyaset projesidir.

Siyaseti, eğer yapılacaksa, dine hizmette ve onun evrensel kurallarıyla dünyayı dönüştürmekte kullanmayı esas almış bir metindir.

Evrensel insanî değerleri, İslam’ın meşru dairesi içinde tanımlamayı ve dünyanın kuruluşundan itibaren, bir büyük silsile halinde gelen ve bir yükselme sürecini gösteren din ve nübüvvet ekseninde gerçekleştirme gayretinin bir eseridir.

Bu bağlamda, özgürlüğün, hakiki ve şer'i anlamda bir yeniden tanımı; demokrasinin, ‘meşrutiyet-i meşrua’ manasındaki gibi dini bir içerikle dönüşümünü ve böylelikle hayatlanmasını; nazik ve nazenin olarak görülen özgürlük ve demokrasinin namusunu korumanın ve kirlerden kurtarmanın telaşının ve heyecanının eserin her bir satırına sindiği bir büyük manifestodur.

Çözümün halkın içinde ve onlarla birlikte oluşturulması, eserin pratik yönünü ortaya çıkarıyor. Bu nedenle de, bir icraat planı olarak da ele alınabilir ve birebir uygulanması mümkün olacak kadar net ve işlenmiş önerilerdir.

Münazarat’ın günümüzde yeniden anlaşılmasında, ek olarak, bazı yeni düşünme yöntemleri de ödünç alınabilir; ancak içeriğin açılması Risale-i Nurların bütünüyle birlikte okunmasıyla gerçekleştirilmelidir.

 

Özgürlük...

Özgürlük, bireysel özgürlüklerin toplamıdır. Bireysel özgürlük de, bireyin iç özgürlüklerinin bir toplamıdır.

Bu noktada genel özgürlük anlamını içeren başkasının özgürlüğünü engellememek düsturu, bireyin kendi içindeki bileşenleri için de geçerlidir; yani birey, kendi bütünü içinde bireysel olarak da kendine zarar verememelidir. Dolayısıyla, özgürlüğün meşru biçimi, başkası olduğu kadar kendine de zarar vermemek şeklindedir.

Mesela; intihar ya da ötenazi, kişinin kendi bedeni üzerinde tasarruf etmesini gerektirir, bu durumda vücut bütünlüğünü yok etmesi bir özgürlük değildir. Bu, nefsin beden üzerindeki tahakkümünü kabul etmektir ki, istibdadın bir diğer şeklidir.

Bediüzzaman, özgürlüğü bu şekilde, ‘Kanun-ı adalet ve tedipten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun’ özetlemiştir.

Özgür ve birey...

Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmayın’ olan kutsi uyarı gereğince özgürlük, temelde insanın kendi içinde hissettiği bir davranış olarak başkalarıyla kurduğu ilişkilerin de karakterini oluşturmaktadır.

Bu noktada, özgürlük sadece bireye bakmaz; diğer yönü de başkalarına bakar. Yani, kendi özgürlüğünü başkalarının özgürlüğü ile birlikte düşünmek ve bireyden topluma ilişkilerini bu bağlamda oluşturması gerekir. Bunu da ancak medenileşerek gerçekleştirmek mümkündür.

Toplumdaki çatışmalar bu yaklaşımın henüz toplumda yer edememesinden kaynaklanır. Özgürlük bireysel olduğu kadar organize bir yaklaşım da olmalıdır.

Gücün istismarı...

Fiziksel kuvvetle özgürlüğün engellenmesi ya da düzenlenmesi kadar, birilerinin diğerlerini faziletleriyle ya da manevi kuvvetleriyle esir etmesi de önemli bir sorundur.

Bu, başta o kişinin zaafını ifade eder. Bediüzzaman’ın İhlâs Risalesinde konuyla ilgili önemli bir düstur olarak ‘faziletfüruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemek’ gereği bu nedenle hatırlatılmıştır.  

Her insanın başkalarına bir bakış yüksekliği bulunacak, bu seviye ile insanlara bakacaktır; başını fazla kaldırması kişinin seviyesinin düşüklüğüne, eğilmesi ise yüksekliğine işarettir; yani büyüklük tevazuyu, küçüklük kibri gerektirir. Dolayısıyla, manevi güçler, başkaları üzerinde sadece alçakgönüllülük olarak tezahür etmelidir.

Bu bağlamda, gayr-ı Müslimlerin ve azınlıkların özgürleşmesi de özgür toplumun bir karşılığı olarak görülmelidir.

Özgürlük özde bir yaraydı...

Bediüzzaman özgürlüğün fıtrî olduğunu söylemektedir. Örneğin; ‘Eski dönem şairlerinin şikâyetleri, özünde, istibdada bir isyanı içeriyordu’ der. ‘Ancak bunu zamana ve kadere söyleyip onları perde üzerinde göstermekle’ ifade ediyorlardı.

Buna karşılık, aynı şairler, ‘iyilikleri ise, bir kişiye verip güya bu şekilde O'nu iyilik ve güzelliğe sahip çıkmasına çalışıyorlardı’.

Yani, ‘Zamana ve kaderin çemberine şikâyetleri, aslında içlerindeki duyguları (ve bunların dönüşeceği davranışları) karşılayacak ortamın olmamasına, zaman ve tabiatın buna uygun olmadığına karşı bir histen ibaretti’.

Fıtrattaki özgürlük ve eşitlik duygusu bu şekilde yol bulup çıkacak zaman ve kaderi hep araya gelmişti.

İstibdat her yerde...

Bugün için de, aile içi istibdattan başlayarak toplum içinde dallanan türlü istibdatlar vardır ve yıkılması çok zor duvarlardır.

Allah'a imanın ve din kurallarının yerini zamanla ‘görenek belasının almasıyla bir tür istibdadı netice verecek bir ‘ata, aile, soy, nesep’ imanına dönüştürmesinden dolayıdır.

Bu yapı her türlü sapkınlığı kendi zemininde meşru kılabiliyor, dalalet mesleğine dahi saptırabiliyor.

Demokrasi...

Bediüzzaman için, ‘demokrasi zamanı’nın gereği akıl, ilim, marifet ve barıştır. Hakka dayanan ve hakkını kamuoyu nezdinde ifade ve kabul ettirebilen kazanacaktır. Güce dayanan düşmeye mahkûmdur ve haktır.’

Kuvvete dayanmak yoktur ki buna manevi kuvvet de dâhildir, akıl hükmedecektir. Bediüzzaman ‘zaman tarikat zamanı değildir’ derken buradaki gücün kullanımına dikkat çekiyor.

Kısacası Bediüzzaman’ın demokrasi anlayışı ‘Müdakkikâne meşrutiyeti, şeriata tatbik’ten ibarettir.

İlmî istibdat, ilmî demokrasi...

Özgürlük ve demokrasi, hayatın bütününe sirayet eder. İstibdat gibi şeyler de böyledir.

Bediüzzaman için en büyük istibdat ilmî olanıdır, dolayısıyla en büyük demokrasi ilimdeki demokrasidir.

İlmî serbestiyet ve fikir özgürlüğü sapkınlığın ilacıdır.

İlimdeki baskı, insan fıtratındaki belirli olan bir şeyi dağıtır, insanın dimağındaki anlamsız bağlantıları meselenin içine çeker, karıştırır. Yani, mantığın netlik ve karşılıklılık özelliğini köreltir; saçmayı, akıl dağınıklığını bir yöntem olarak içeri sokar.

Şahsa bağlı düşünme, onun hayalindeki her şeye de açıktır. Dimağı da suiistimal yollarına karışır. Bu yollarda birçok hak mana rüşvet verilebilir.

Sorgulama, araştırma, bilimsel yaklaşım ile ‘hakikat’te sapmalardan kurtulabilinir.

Temelinde eşitliği ve hukuku esas alan demokratik yaklaşım, her bireyin fıtratına ve kendi içindeki mantık surecine bir değer olarak bakar, evrensel doğruların kurgusundan üretilen bireysel fikrin bireyden bağımsız olarak da bir değer ifade ettiği üzerinde durulur. Bu nedenle kimsenin başkasına karşı kişisel durumu, fikrinin önceliğini belirlemesini gerektirmez. Hazret-i Ali’nin ‘söze bakmalı, söyleyene değil’ manasındaki yaklaşımı bu durumu özetler.

Bediüzzaman’ın hayatında ilmî demokrasiyi uygulama örnekleri sıkça görülür; talebelerinden kendisini de bir ders arkadaşı olarak kabul etmelerini ister, ‘kardeş kardeşe peder olamaz’, üstünlük sağlayamaz görüşündedir; sadece bir takdim vazifesi gereği kendine bir ‘üstad’lık payesini kabul eder, kendisine yapılan müceddidlik, mehdilik gibi iltifatları eserlere yönlendirerek, kendisinin de arı, kuş, kelebek gibi bir ilham-ı ilahiye mazhar olarak bir eser ürettiğini, bunun bir üstünlük göstergesi olamayacağını risalelerinin çok yerlerinde ısrarla ifade eder.

Bu sebeple, ilmî demokrasinin en önemli örneklerini Üstad’ın ‘Medrese-i Nuriye’ dediği talebeleri ile birlikte kurduğu bu ‘özel üniversite’ uygulamalarından çıkarmak mümkündür.

Münazarat’taki ifadesiyle de; ‘söylediklerini kendi söylediği için hemen kabul etmemelerini, mihenge vurmalarını; belki kendisinin bilmeyerek yanlış yönlendirebileceği, hatta ifsad edebileceği olasılığını hiç bir zaman gözden uzak tutmamalarını ve zihni sürekli açık tutmalarını’ istiyor.

Münazarat eserinin de, sorgulama, yani münazara yöntemiyle yazılması da bu anlamda önemli bir örnek olsa gerektir.

Meşru demokrasi...

Bediüzzaman’ın demokrasisi, laik değil, şeriatın hakikatini içine alacak ‘şer'i bir demokrasi’ ya da ‘meşru bir demokrasi’dir.

Sırf insan ilişkilerinden başka insanın kendiyle de olan ilişkisini içeren özgürlük anlayışını benimsemesi sebebiyle, bireyin hayatını da düzenleyen ve toplumu da içeren ‘güncel din’in de uygulama zeminidir.

Bu nedenle günümüz din dışı, dünyevî ve yalnızca menfaat ilişkileri bağlamındaki özgürlük ve demokrasi zeminini yukarıya taşıyacak bir yaklaşımdır. Bir anlamda ‘ileri demokrasi’ Bediüzzaman’ın demokrasisidir.

Havuz örneği...

Bediüzzaman’a göre, kimsenin hiç bir konuda başkalarından ayrıcalığı yoktur. Bu nedenle, devletin vazifesi:

Özgür yarışma ortamını kurmaktır. Çeşme değil havuz olmaktır.

Üretimin merkezi değil sonucu olmasıdır.

Bireyler, gruplar, şirketler, cemaatler üretimin, fikriyatın, kamuoyunun geldiği çeşmeler olsun; bunların toplamı devleti temsil etsin.

Merkez ‘devlet’ olunca ‘tek çeşme’ devletin kendisi oluyor; her pislik oradan geliyor, her şikayet oraya yapılıyor, kamuoyu oradan şekilleniyor, değişim için devlete sahip olmak isteniyor. Devlet kapısına dayanılıyor, memuriyet asıl oluyor; üretmeden kazanmanın yolu dolduruluyor. Birey silikleşiyor, devlet hantallaşıyor.

Demokraside hükümetin kötülüğü insanları kötü yapmaz. Çünkü çeşme bireylerdir, karar kamuoyu elindedir; toplandığı havuz hükümettir. Dolayısıyla, havuz kirlense de çeşmeyi kirletmez.

Bu durumda özeleştirinin önemi ortaya çıkar. Kendini düzeltmeden toplumdan karşılık beklememelidir. Siyaseti basitleştirmenin ve bir kutsal devlet alanı olmaktan çıkarmanın yolu budur.

Bürokrasi ve demokrasi...

Bediüzzaman'ın bürokrasiyi silikleştirmek için demokrasiyi bütünüyle yerleştirme çözümü önemlidir.

Demokratik bir ortamda, bürokrasi’nin halka hizmetkârlık dışında bir işlevi yoktur, bu nedenle pekala bir Ermeni ya da Rum kaymakam veya asker olabilir; hizmetçi, nalbur, esnaf olabildiği gibi...

İş noktasında neticeye bakılır çünkü... Buna karşın, ‘himmet’ niyeti de kapsadığından orada durum farklıdır; yani, ancak menfaat ilişkisi içinde gayr-ı Müslimlerle çalışılabilir.

Halka hizmet maksadı dışında, geçim için memuriyeti Bediüzzaman ‘dilencilik’ ve çoluk çocuğunu oradan oraya sürüklemek zorunluluğundan dolayı ‘çingenelik’ olarak görüyor.

Demokratik toplumlar için bürokraside olmak ya da bürokrasiyi ele geçirmek halka tahakkümü değil, ona bağımlı kalmayı (havuz örneği) zorunlu kılar. Bu nedenle demokrasilerde değişim bürokrasiden değil halktan gelir, buna göre bürokrasi renk alır.

Yani bürokrasiden başlayıp nehrin başını tutmanın demokratik anlayışta bir manası yoktur; gelen suyun kaynağı olan halkın bütününün ürettiği kamuoyu ‘kamu’nun ta kendisi olacaktır. Kamusal alanın halkın bütününü ifade etmesi sebebiyle kamuoyunun kaynağı olan bireyi ikna etmek ve onun oyunu kazanmak mühimdir. Bunun için bir fikri olan ve bunun gerçekleşmesini isteyen muknî delilleriyle halkın önüne çıkmalı ve buna çalışmalıdır.

Halkı dönüştürmenin yöntemi: Bediüzzaman'ın Münazarat örneğiyle başlayıp sonrasında Risale-i Nur hareketi içindeki, birey odaklı, Medrese-i Nuriye projesiyle devam eden muazzam hizmet anlayışıdır. İkna ve delillendirme şeklindeki hizmet anlayışıyla suyun başındaki bireyi dönüştürerek, akan nehrin kenarında seyreden Bilge olmak durumudur.

Bir tek çobana emanet edilen sürünün başına gelenleri gördükten sonra ya da tek bir çeşmenin akıttığı suyun akıbetini seyrettikten sonra herkes bireyler olarak el ele vererek sürüsüne sahip çıkarak ve bizzat çeşmesinin başına geçerek büyük havuzu kazanmak ve aradaki buz kütlelerini parçalayacak Allah’ın eşit kulları olarak bir büyük milletin ruhunu yeniden diriltecek büyük duaya katılmak gerekecektir.

Fikir ayrılıkları...

Bediüzzaman’a göre, İslam içindeki fikir ayrılıkları iki şekilde olur;

Birincisi, genelin ortak reyinden sonra bu bağlamda içinde kendi özel yaklaşımlarını ortaya koyan bir yetenek, bunu kendi öznel değerleriyle yoğurur, ortaya kendine has ve yetenekleriyle sınırlı bir durum ortaya çıkarır. Bu durumu eğer genele yayıp, umumun kabulünü ya da uygulamasını beklemesi sonucunda ise farklı yetenekler arasında sağlıksız sonuçları da üretebilir. Bu nedenle, bazı kişiler ve yeteneklerle sınırlı şeyleri genele teşmil eden yaklaşım sorunludur.

İkincisi, ulemanın ortak reyine matuf şeylerden öznel yaklaşımlar geliştirildiğinde, öznenin, hakikatin ve özün gerektirdiği şekle dönüşmesi gerekir. Eğer, öznenin hakikatin ve özün şeklini kendine dönüştürme çabası ortaya çıkarsa, bu da hakikatin ve özün bozulmasına ve büyük caddeden ayrılmasına yol açabilir. Bu itibarla, büyük İslam caddesine paralel bir yol ve yaklaşım açabilir. Bu iki sorunun akıldan çıkarılmaması gerekir. İslamlar içindeki fikir özgürlüğü, bu iki sorunun da dikkate alınmasıyla, geliştirilmelidir. Bu iki endişe büyük İslam milleti içerisindeki farklı mezhep ve meslek yaklaşımları için önemli birer ölçü olması gerekir.

Her söz analiz edilmeli...

Bediüzzaman’ın ‘her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. Söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz’ ifadesi söz karşısındaki kişisel tavrı belirlemelidir.

Bunu ifade eden başka bir risalesinde de, bir sözün ‘kimden geldiği, kime söylendiği ve hangi makamda söylendiği’ olan ölçülerle mihenge vurulmasını önermektedir

Bir müfside, bir dessasa da hüsn-i zan edebilirsiniz; delil ve akıbete bakınız’ noktası özgür düşüncenin temelini oluşturmalıdır. Burada, karar noktasında ‘sonuca bakarak iyilik ve kötülüğü anlayabilirsiniz’ aynı zamanda büyük bir mantık kuralıdır. Bütün bunlar, fikren özgürleşmenin, insanın fıtratındaki bireysel düşünmenin davranış biçimleri olarak karşılık bulmasıdır.

Demokrasi ve zekât...

Özgürlük ve demokrasiyi bireyden başlayarak, toplumun tabanına bir bütün olarak yayacak dinamiklere ihtiyaç vardır. Bunun için, kazanılan büyük havuzu tekrar bireye döndürecek mekanizmalar işletilmelidir.

Bu noktada, Batı demokrasisiyle ‘şer’i demokrasi’nin bir farkı zekât müessesesidir. Yardımlaşma ve sahip olduklarının bir kısmının başkalarının hakkı olduğunu kabul etmek, diğer demokrasilerden farkını ortaya koyacaktır.

Bireyin kendi hakkını kullanması ile birlikte, kendi hakkı içindeki başkalarına ait bölümü verebilme imanının olmasıdır.

Bu, toplum için büyük ve sürekli bir kaynaktır; hatta Bediüzzaman bunu bitmeyecek bir çeşme olarak görür. Tabandaki iktisadi dönüşüm ve hareketi de bu şekilde kurmak mümkündür; zenginliği milletin tümüne yayacak muharrik de zekât müessesesidir.

Bu aynı zamanda toplum tabakaları arasındaki iletişimi ve barışı sağlar, veren-alan ilişkisini keyfi bir davranış olmaktan çıkarıp bir görev ve sorumluluk noktasına taşır.

Zenginin fakire sevgi ve merhametini, fakirin zengine itaat ve saygı taşlarını döşer, toplumsal barışın önemli bir unsuru olur.

Sadece kendi hakkın yoktur, kendi hakların için mücadele yoktur, senin hakkın başkalarının hakkını da içerir; bu incelik bilgide, parada, kazançta, yeme içmede bir zekat miktarını üretir; bu büyük milletin (havuzun) bireydeki hakkıdır, kişiler arası ilişkinin anahtarıdır.

Büyük milletin en önemli dinamiklerindendir. İslam milliyetine ait büyük bir farktır.

Bugün dünyanın her yerine yardımda, milletin şevk ve gayreti bu büyük damarın hâlâ işlediğini gösteriyor.

Demokrasi uygulamaları…

Demokrasinin ve özgürlüklerin toplum içinde yerleşmesi noktasında, Bediüzzaman, maksadlar üzerinden değerlendirmeler yapıyor. Uygulamaların güçlüğünü; yanlış anlamadan ya da alışkanlıkların zorlamasıyla ortaya çıkan farklılaşmalardan ya da alışma sürecindeki eksikliklerin yansımalarından soyutlayıp hedefi inceliyor.

Uygulamadaki endişeler karşısında hükümetin iyi niyetine güven üzerinde duruyor. Bu noktada kamuoyu desteğine işaret ediyor.

Kamuoyunu etkilemek ve yönlendirmek için çalışma ve çaba gereklidir. Yarış, kamuoyunu yönetme üzerinde yapılmalıdır.

Fikir üzerinde etkisiz kalanlar uygulamalar ya da kişiler üzerinden, münferit olaylar üzerinden haklılık kazanma yoluna gideceklerdir.

Asıl olan maksattır, maksadın neticeyle olan ilişkisine bakmak gerekir.

Süreçteki eksik ya da aksaklıklar bütünü ya da neticeyi yok etmediği sürece önemli değildir.

Muhalefet etmek istersen, zaten her şeyde bir eksiklik bulabilirsin.

Eleştiri zorunluluğu...

Hakikat-i halde, bir şey eleştirilmiyorsa, aslında kötüdür.

İyi olan, eksik olacaktır.

Kötülük ani, def’idir ve bir süreci kapsamadığından yalnızca bir şeye bağlıdır; iyilikse birçok esbabın teşekkülünü zorunlu kılar, bu nedenle tamamen, mükemmel bir bütün oluşturmak çok zordur. Kötülük bu nedenle yapanındır, iyilikse Rahmet-i İlahiye’dendir, kusuru insanadır.

Eksikleri tamamlayan ve affeden, kusurları örten yalnızca O’dur. İnsan cahil ve zalim olduğundan eksikleri kötülük görür, boşlukları yokluk zanneder, inkâr eder, isyan eder.

Uygulamada, şeyin tabiatına uygun olarak esneklik sağlanmalıdır. Bu yüzden, demokratik süreçte bazı makamlar fedakârlık edebilmeli, mesela, ulema ve meşayih sınıfı da buna özellikle dâhildir.

            Bu nedenle Bediüzzaman, şeriatı isteyenlerden fedakârlık istiyor. Şekilden taviz verilmesini istiyor, asılı korumanın yolunun bu olduğunu vurguluyor.

Muhalefet kültürü...

Büyük işlerde kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir’ diyor Bediüzzaman.

Muhalefetin gereci olan ‘Cerbeze envaiyle garaibin makinesidir’.

Muhalefet, büyük projelerin uygulanmasında doğası gereği oluşabilecek bazı yan tesirleri toplayıp bunları mutlaklaştırarak, bir çeşit kurguculuk anlayışı içinde bir cerbeze üslubuyla karşıtlık üretmekle her şeyi bunlardan ibaret göstermekte ve her şeyi yokluğa ve kötülüğe mahkûm etmektedir.

Hâlbuki hiç bir hükümet masum değildir; dünyanın yaratılışı gereği güzel ve çirkin yan yanadır, her üretim bir kiri de beraberinde getirir, her uygulama bir olumsuzluğu da taşıyacaktır. Önemli olan bütünü görmek ve ‘güzel düşünmek’tir. ‘Habbeyi kubbe yapmamak’tır. Kubbeyi görmek, genele odaklanmaktır.

Eleştiriyi, bütün içerisindeki konumu ile orantılı yapmaktır.

Yenilikler, yenilerle yapılır...

Bediüzzaman'ın Münazarat’ına ilk itirazda da görüldüğü üzere mevcut nesil geçmiş ve gelecek arasında bir duvar olmuştur.

Yeniliğe din adına karşı çıkıp tarihi savunmak adına ve geleneğe sahip çıkmak uğruna her türden istibdada destek çıkıp, aksini dinde laubalilik ve kötüye gidiş olarak gören ve buradan dini bir geleneğe dönüştürüp hayat içindeki gelişen sürecini göz ardı edenleri bir büyük hayal sineması ile geçmiş ve gelecekle buluşturuyor. Burada mevcut anlayışın, geçmişin neticesiz ve kısır bir meyvesi ve geleceğin köksüz ve tembel bir pederi olarak görüntülenmesiyle iki nesil arasında bir kayıp nesil görüyor.

Bediüzzaman'ın ‘acele ettim, kışta geldim’ dediği mevsim bu yüz yıllık köksüz ve kısır bir ara neslin dönemidir.

Bu nedenle yüz yıl önceki dedelerinin kaldığı yerden özgürlük ve demokrasi mücadelesini yeni nesil tesis etmek durumunda ve ara nesli dinlemeyip yüzünü geçmiş ve geleceğin ortak yüzüne çevirmek durumundadır.

Ve sonra...

Bediüzzaman, çözüme kavuşma sürecine olduğu kadar sonrasına da uyarılarda bulunuyor.

Örneğin, çözüm sonrası da bir yeni vesayeti üretmemelidir. Bunun için yeniden kişi veya kurumların manevi istibdadını netice verecek bir yapıya da meydan verilmemelidir. İnsanlardaki, ‘kişilere bağlanma’ damarı bir yanlış yapılanmaya meydan bırakmamalıdır.

Milletin bütün kazanım ve başarılarını bir kişilikte ya da grupta göstermek yeniden bir sorun olacaktır. Olmayanı da kendine mal etmeyi ve dünyanın idaresini yalnızca siyasi manevralarda zanneden bir yanılgıya düşmeyi netice verebilecektir.

Sonuç olarak, bir ‘kahraman’ üretmekten ısrarla kaçınmak gereklidir.

Buradaki yaklaşım biçimi, çözüm sonrasının ömrünü de belirleyecektir.

Neticede, dünya bir cennet değildir; kıyamet yakındır.

Milliyet…

Her millete bir peygamber gönderilmesi, yani her peygamberin bir millet oluşturması biçimiyle bildiğimiz farklı milletler, aslında farklı peygamberlerin çıkış noktasında bütünleşmiş insan gruplarını ifade ediyor.

Yani, milletlerin kaynağı farklı dinlerdir, denebilir.

Bu yüzden dünya yüzünde aynı anda farklı hak dinler de bulunmuş, bunlar birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları ve Allah'ın ayetlerini paylaşmaları şekliyle ve nihayetinde bütününü kendine toplayan İslamiyet’in zuhuruyla ‘büyük İslam milliyeti’yle bir araya gelmesi ve evrensel bir millet anlayışı içinde ehl-i iman ve dinin tevhit bayrağı altında toplanmasını netice vermesi istenmiştir.

Milletler cemiyeti bir anlamda Allah’ın ‘Ehadiyet’i sırrıyla ‘Tevhid’i yakalamayı ifade eder. (Bu nedenle de, ırkçılık din dışıdır, ırka bağlı bir milliyet olmaz.)

Mesela; İslamiyet’le birlikte Anadolu coğrafyasında oluşan bütünlüğe biz ‘Türk milleti’ diyoruz. İslam öncesiyle, ırk anlamında bir benzerlik taşısa da artık hiçbir anlamda ‘Türk milleti’ o değildir; İslamiyet’le yoğrulmuş ve tanımı dinle bir tutulmuş ‘Türk demek Müslüman demek, Müslüman demek Türk demek’ olmakla birlikte, İslam’a girmeyenlerin yok olduğu yalnızca İslam’la tanımlanan bir ‘Türk milliyeti’ ortaya çıkmış ve bu aslında büyük İslam milletinin içinde bütünleşmiştir.

Bununla birlikte, Bulgarlar ve Macarlar ile ve Orta Asya’dan Anadolu’ya ilk gelen çekik gözlü ırkla; bugün Anadolu halklarıyla, Ermeni ve Rumlarla, Arap ve Acemlerle, Kürtlerle, Balkan ırklarıyla, Tatar, Çerkes birçok halkla karışmış olan Türklerin aynı ırk olduğunu söylemek mümkün müdür?

Aynı durum diğer halklar için de geçerlidir. Kürtler de yıllarca İslam içinde ve Türkler ve Araplarla, Acemlerle birlikte bir bütünün adı olmuştur. Yani Türkler, Kürtler, Araplar, Acemler ve diğerleri bir büyük ‘İslam milleti’ olmuşlardır. Kürtleri de İslam’dan ayırdığınızda Kürtlüklerini kaybedeceklerdir.

Bu gün, anarşist fikirlilerin ve teröristlerinin, yeni bir Kürt halkı oluşturma gayreti içinde en büyük engelleri bu yüzden dindir. Kürtleri İslam’dan ayırmadan ya da soğutmadan Türklerden ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle terörün ırkçılık üzerinden dinsizliği körüklemek şeklinde bir yöntem kullanması doğaldır. Aynı yöntem uzun sayılmayacak bir dönem önce, Türkler ve Araplar üzerinde diğer kardeşlerinden ayırmak ve İslam’dan soğutmak amacıyla uygulanmıştır.

Milliyet bir vücuttur...

Bediüzzaman ‘milliyet bir vücuttur, ruhu İslamiyet’tir’ der. ‘Her birimiz bir vücudun azaları gibiyiz’ demekle Üstad, İslam milliyetindeki konumumuzu ifade eder. Kardeşler, ‘birbirini kıskanmak değil, birbirinin vazifesini tekmil eder, ayıbını örter’.

Milliyet hareketlidir, iç dinamikleri çoktur; bunlar zaman içinde gelişir, fonksiyon değiştirir, önem sırası değişir, öncelikleri değişir ancak ‘bütün milliyet’ içinde korunur ve tümden büyük bir hayatı vardır. Bir vücudun azaları gibi...

Başka ‘millet’ler...

Bediüzzaman milleti ırk, ya da kavim anlamında kullanmıyor. Çoğu İslam milleti (din mensubiyeti) anlamında, bazen Osmanlı (devlet) anlamında kullanıyor.

Demek ki, bir devlet yapısı içindekiler bir millettir denebilir.

Ki, o dönemde İslam’ı genel olarak Osmanlı temsil ettiği için İslamlara Osmanlı da demiştir, denebilir.

Bununla birlikte, daha da ileri giderek ‘Millet-i İnsaniye’ kavramını kullanması, yani yaşayan tüm insanları Allah’ın kulları olarak bir millet görmesi demektir. Hatta, daha da ilerisi, Âdem peygamberin çocukları olması sebebiyle, tüm zamanın insanlarını bir ‘Âdem kavmi’ olarak tanımlayarak bütün insanlık tarihini ‘Âdem kavminde bir meclis-i mebusan’ olarak nitelemesi ‘milliyet’ kavramının Bediüzzaman için olan genişliğini ortaya çıkarıyor.

Bu demektir ki, her din Âdem’in çocuklarına geldiği gibi, her millet de Âdem’in kavmindendir; neticede, ayrılsalar da tektirler. Aslında tek bir ‘hak’ din olduğu gibi, neticede tek bir ‘insan’ vardır.

Himmet ve fedailik...

Milliyetimiz bir vücuttur’ derken Üstad, ‘...ruhu İslamiyet, aklı Kur'an ve imandır’ diyerek bu vücudun hayat noktalarını açıklamıştır.

Bu hayat noktaları milliyet için çalışmayı yani ‘himmet’i gerektirir. ‘Himmet’ bir tür fedailik anlamındadır. ‘Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir’ demekle bu fedailik damarının gücünü ifade etmiştir.

‘...hazinelere değer olan İslamiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslam’ın uhuvvetlerini ve manevi yardımlarını kazandıran İslamiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi?’

Demek, ‘fedailik’ ancak İslam milleti için olur; kendi yiğitliğini göstermek, liderinin şerefi için olana, küçük hesaplar peşinde kendini harcamaya ‘kahramanlık’ ya da ‘fedailik’ denemez.

Geçmişe baktığımızda veya bugünü okuduğumuzda, Bediüzzaman’ın ‘Evet, aralarında milliyetin koruyucuları var onlara teşekkür ediyoruz. Tembel olanlar var onları şikâyet ediyoruz. Şaşkın olanlar var onlara yol gösteriyoruz. Ölü olanları var onların miraslarını koruyoruz. Ta ki... kimseler almasınlar’ ifadesini tarih ve güncele özgün bir bakışı olarak miras alıyoruz.

Millet menfaati...

Milletin kimliği olan ve onun manevi hazinesini oluşturan milli değerlerini tüketirseniz milli refleksleri de yok edersiniz.

Milliyeti yok ederseniz, şahsi menfaatler ön plana çıkar, herkes kendi çıkarını düşünür; diğerini de kendine tehdit görür, kendi çıkarının gereği diğerini yok etme, eksiltme çabasına girer. Toplum hislerini kaybeder, hedefsiz kalır, himmet ve gayret kaybolur.

Buradan hareketle her türden istibdat yol bulur.

Millet olmadan ilerleme olmaz.

Milli birliği kurmadan, milli menfaatleri ortaya koymadan, sadece herkesin kendi çıkarının peşine düştüğü bir topluluk üretirseniz, (bugün Türkiye’deki bir kısım liberallerin bu noktaya doğru toplumu sürükleme çabası da bir gerçektir); bu durumda milletin hazinesi yine birileri tarafından boşaltılacak, başka bir istibdat yol bulabilecektir.

Farklı vesayetler, tekeller oluşturulacak millet yine yalnız kalacaktır.

Ortak değerler ve ‘gaye-i hayal’ olmazsa ‘ezhan enelere dönecek’, toplumun zihni kendi küçük hesaplarına odaklanacaktır.

Milletin himmetini ve fedakârlık hislerini harekete geçirmek, birlik ve bütünlüğün şartıdır.

Kürt Sorunu

Münazarat’ın önemli bir sonucu, milletin bütününde olduğu gibi, Kürtlerin de kendi sorunlarını ve mağduriyetlerini çözmelerinin en önemli aracı olarak özgürlük ve demokrasiyi kendi içlerinde kurmalarını önermesidir.

Burada kendi haklarını ararken kendi içlerindeki farklı hak arama mekanizmalarını da geliştirmeleri, içlerindeki maddi manevi istibdatları çözmeleri gerekecektir.

Çeşmelerinin başında, sürülerinin etrafında bizzat bulunmaları elzemdir.

Aksi durumda kamuoyu nezdinde sürekli devletten bir şeyler isteyen, ancak kendi içinde sorunlu ve kapalı bir topluluk olarak kalacaklardır.

Terör sorunu...

Kürdistan'ın dağları, vadileri, nehirleri büyük bir iman ve hizmetin neticesi Bediüzzaman'ın Münazarat’ını netice verdiği gibi, imansızlık ve anarşistlik neticesi günümüzdeki terör belasını de netice vermiştir.

Bu iki sonuç, ayrıca bir iman ve küfür muvazenesidir.

Geri kalmış topluluklarda, fikrini kabul etmeyen, hakkını vermeyen ağaya, beye, devlete karşı dağa çıkıp, eşkıyalık yapmak bir hak arama yöntemiydi. Bu yolla, belki bir derece sonuç da alınırdı.

Ancak, günümüz dünyasında, sesini hala dağa çıkarak duyuracak bir iletişim seviyesiyle sonuç almak mümkün değildir; bir topluluğu bunun peşinden sürüklemeye çalışmak ve milleti bunun sebebiyle bozmaya çalışmak insanlık değildir, Bediüzzaman'ın ifadesiyle ‘hayvanlıktan kalma bir alışkanlıktır’.

Hukuk, adalet ve sorumluluk...

‘Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehli hamiyeti dahi müstebit eder’ diyerek, Bediüzzaman'ın uyardığı demokrasi, özgürlük ve barışın en önemli engeli, kendi hak ve sorumluluğunu bilmemektir.

Bunun yolu özeleştiri yoksunluğundan geçer.

Sadece olaylara ve kişilere odaklanıp, hukukunu bilmemekten, haklarını ve sorumluluklarının dengesini kuramamaktan ve barış ve medeniyetin önündeki cehalet, fakirlik ve düşmanlık engellerini ve bunların sahiplerini reddetmemekten kaynaklanan açmazların temizlenmesi öncelikle bireylerin yapması gerekli ödevleridir.

Kürtlerin sorunlarını çözümünü başkalarına havale ederek, örneğin; bir süredir olduğu gibi, bazı eski marksist ve anarşist yanlarını tatmin peşinde olan kişilerden bir kısım sorunların çözümüne taraf olarak yol açmaları karşılığında, sorunun bütününün çözümünü din mecraının dışında, seküler ve menfaatler pazarlığı düzlemine çekip kendilerine ideolojik sonuçlar çıkarmaya çalışmalarına meydan vermemeleri gerekir.

Bunun nihayeti bir çözülme ve bölünme ve ayrışmayı getireceği unutulmamalıdır.

Zira Doğu'da birliğin tek unsuru dindir, menfaatler üzerinden bir bağ kurmak söz konusu değildir.

Kürtler, diğer azınlıklar gibi değildir; gayri Müslimlerle menfaat ilişkileri kurulabilir, milli bir hamiyet yapısı kurulamaz; ancak aynı dinden ve dolayısıyla aynı milletten olan Türkler ve Kürtler’in arasında bu türden ilişki söz konusu olamaz, din birliği bu iki unsuru aynı hamiyet davasında birleşmeyi zorunlu kılar.

Bu yüzden bu taraf kişilerin, çözümde adres olmalarını beklemek büyük yanlıştır ki bunlar ekseriyetle dinsiz ya da dine lakayttırlar. Bazı icraatlarına güvenip sonra da bunlar İslama da vuruyorlar diye şikâyet etmeye hak olmaz.

Bu nedenle, çoğunluğu dindar olan Kürtlerin ve Türklerin çözüm noktasında inisiyatifi ellerine almaları ve büyük İslam Milleti’nin azalarını ‘birbirleriyle rekabet etmez, belki birbirinin eksiğini ikmal eder’ noktasına taşımaları gerekmektedir.

Üretmek, üretmek, üretmek...

Bütün doğu hakları için olduğu gibi Kürtler için de çözümün en önemli anahtarı üretmektir.

Kendileri için üretmek, şüphesiz, dilencilikten, yardım beklemekten, kaçakçılıktan, para istemekten, mafyalıktan daha onurludur.

Sonra ürettikçe, kendi ayakları üstünde durdukça, zaten çoğu eksiklikleri karşılanacaktır. Bu sebeple başkalarına yük olmaktan kurtulacaklardır.

Üretenin saygınlığı ve sözünün değeri de artacaktır. Kimsenin onların yerine bir şey anlatmaya ya da yapmaya da ihtiyaçları kalmayacak, sözleri dinlenir olacaktır.

Üretim yapmaktan ziyade devlete göz dikersen gözün her şekilde devlette olur.

Ürettikçe ve bunları ticarete dönüştürdükçe sonuç odaklı düşünecekleri için kar etmek isteyeceklerdir, bu şekilde, her daim, yeniliğin ilk taşıyıcısı ve ateşleyicileri olacaklardır.

İslam’ın dünyaya tüccarlar vasıtasıyla yayıldığı bilinir, aynı şekilde aydınlanmanın da Avrupa'dan tüccarlar vasıtasıyla dünyaya hükmettiği bir gerçektir.

Sonuç odaklı olmak, ‘iş’te neticeyi düşünmek yeni yaklaşımları kullanmayı ve kazanmayı sağlayacaktır.

Kürtlerin de tembel tembel oturanları değil, bugün tüm vatan sathına yayılan ve dünyaya ticaret yoluyla açılan uyanık ve aydın olanları sorunların çözümünde rol oynayabilecektir.

Bu noktada engel çıkaran teröre karşı devlet, ya yeni bir yol açacak, ya da balonla insanlara ulaşacaktır. Bu noktada devletin terör ve anarşistlik dışında yeni bir muhatap üretmesi ya da kendisi doğrudan vatandaşıyla bağlantı kurması ve Kürt kamuoyununu ikna etmesi, ona ulaşması ve desteğini hissettirmesi gerekiyor.

‘Ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu, ağladılar’ konumundan Kürtlerin kurtarılması için bunlar şarttır.

Özerklik...

Bediüzzaman: ‘Öyle herzegûların arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizadesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi’ derken, özerkliği, parçalanmanın ve bölünmenin mukaddemesi olarak görüyor.

Kendi baskıcı tavırlarını bu şekilde kendi toplumuna daha kolay dayatabileceğini zanneden günümüz müstebidlerine işaret ediyor.

İntikam ve şahsi garazını dahi feda edemeyen kişilerin, millet için ruhunu feda edeceği yalanının inandırıcılıktan uzak olduğunu ifade ediyor.

Başkalarının zararından menfaat sağlamayı düşünen kişileri, insanların asabiyetine dokunarak heyecana getirmeyi öç alma yöntemi olarak kullananları, özgürlük ve demokrasi manasını inciten kişiler olarak görüyor.

Kısacası, Kürtlerin başına sarılmaya çalışılan anlayış, meşrutiyet sonrası özgürlük ortamını Cumhuriyet sonrası bir zulüm uygulamasına dönüştüren ırkçı ve dayatmacı anlayışın tekrarından ibarettir; özerklik isteklerinin gayesi de bu anlayışı kendi dar bölgesi içinde bir ayrışma ve bölünme ardından gerçekleştirme isteğinden öte bir şey değildir.

Özgürlük ve demokrasiyi kirletecek unsur küresel dinsizlik komitesinin Kürtler içindeki hedeflerinden başkası da değildir.

Üstadın ‘ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum’ dediği günümüzün eski komünist, marksist ve anarşistlerinin eski hayallerini depreştiren bu yapı, onlarla birlikte hareket etmekte sakınca görmüyor. Bunlar, gerçekte, her dönemin muhalifleridir; istedikleri ihtilal ve ifsattır, bunlar ne Türkçü ne Kürtçü ne de İslamcıdır; sadece kargaşadan beslenen küresel tiplerdir.

Geçmiş dönemin bütün yaşanmışlıkları ardından, Kürt kardeşlerimizin düşünmesi gereken şudur: İntikam almak kulun işi değildir, ‘Şüphesiz, intikam alanların en hayırlısı Allah'tır’.

O’na güvenmek gerektir.

Müspet hareket intikam almamak ve helalleşmektir.

Din hayattır...

Dünyanın siyaset değil, Allah’ın eliyle idare edildiğini unutmamak gerekir. Hayat denilen yolculuk, büyük bir Rabbani müzikal içinde, ilahi mesajların peygamber eliyle indirilip, âlimler, veliler kulağıyla işitilerek ağızlarından dökülen seslerle sürüp gider; siyasetçilerin karasinek gibi sesleri, hakikati halde, önemsizdir.

Evrende siyasetin dışında bir sistem dönmektedir.

Büyük sistemin idarecileri büyük orkestranın bülbülleri peygamberlerdir, en son ‘büyük siyaset’in lideri Efendimiz’dir (asm). Evren, aslında onların idaresindendir; Peygamberler, Evliyalar ve Salih kullar dünyadan istifa etmiş olsalar da büyük evren sistemi içinde hazır ve nazır olarak hizmetlerine devam etmektedirler; onlarla görüşen sayısız kişiler buna şahittirler.

‘Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kainatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i ilahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder’.

Bediüzzaman'ın sıkça tekrarladığı gibi ‘biz talebe olmamız hasebiyle her şeye iman cihetinden bakarız’. Bu nedenle, iman bağını her an meselelerin içinde tutar, ifadeden ayırmayız. Kuranın tekraratındaki gibi, her meselede Allah'ın isimlerine vurgu yapması dersini her an hatırlarız.

Din bütün olarak ‘hayat’ demek olduğu için Münazarat, bu şekilde, bir hayat dersi olarak da okunmalıdır.

Hayatın hayatı ise imandır. Münazarat’ın da her satırı, imanın bir noktasına ulaşır; bu şekilde büyük bir tefekkür dersine dönüşür.

Siyasetçi ve din...

Bediüzzaman, ‘Siyasetçilerden dinin bekasını beklemenin’ anlamsızlığına vurgu yapıyor. Şeriattan bu anlamdaki beklentinin şekilden ibaret kalacağını ve geçici olacağını söylüyor.

Bu nedenle din adına siyaseti doğru bulmuyor, böyle bir siyasetin olamayacağını söylüyor.

Din bir iktidar alanı ya da bir iktidar projesi olarak görülmüyor.

İslam birliği...

Dünyada yıllardır bir kesim diğer bir kesime zulmediyor, mallarını, canlarını sömürüyor; bazı yerli müstebitlerin elleriyle onları eziyordu.

Ancak insan hakları ve özgürlükler o kadar gelişti ve küresel bir yayılma oldu ki, artık bu yapılar da kendi içlerinde kurdukları sistemden diğerlerini mahrum edecek konumlarını kaybediyorlar.

Önceleri yalnızca kendilerine layık gördükleri prensipleri gereği insan hakları ve özgürlükleri, şimdi, herkese karşı ‘insan sevgisi’ karşılığıyla uygulamak zorunda kalıyorlar.

Bu noktada Kuzey ülkelerinin inisiyatifi ve kontrolünde yıllarca dünyanın çoğunluğu adına karar veren Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar da kendi içlerinde yeni bir yapılanmaya zorlanıyor.

Herkesi temsil eden ve insanî değerleri ve demokrasiyi uluslararası alanda da devletlerarası uygulamalarda göstermek zorunda olan BM’nin dönüşeceği ve kendi hedeflerine kimileri istemese de kavuşacağı görünmektedir.

Bu aşamada İslam ülkelerinin, özellikle ezilen bölüm olarak, ortak ve aktif bir çalışma gerçekleştirmesi gerekiyor.

Bediüzzaman'ın ‘birinci Avrupa’ dediği ve insanî (ve özünde İslamî olan, insanlık tarihinden süzülüp gelen) değerleri sistemleştiren yapısıyla işbirliği bu noktada Risale-i Nurlardaki ‘büyük Mehdilik’ manasında bir büyük projenin önemli bir bölümünü oluşturacaktır.

Ehli dinin ve ehli imanın bu noktadaki ortak çabaları bir büyük insanlığı yeniden doğuracaktır.

Bu medeniyete katkı vermek öncelikle ‘büyük Mehdilik’ anlamında bir büyük hedefin çizildiği Risale-i Nur eserleriyle İslam milletinden himmetlerini beklemektedir. 

Cemaatler ve değişim...

Bediüzzaman ‘Her türlü vesayete’ karşı olduğunu ifade eder. Bu bağlamda, tarikat ve cemaat yapılarının da sorgulanması gerekir; dünyayı terki ve rahatı, zevki terki esas alması gereken bu yapıların, içlerindeki vesayete, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi ‘kıyamete kadar haşrolmayacak bir sonu’ hazırlamaları gerekiyor.

Bununla birlikte ‘ahiret’le tehdit etmeye de Üstad karşıdır, ‘tek dünyalılar’ olmamak, yalnız biri için uğraşmayı da reddeder. Aslında bu yaklaşım, ikisini kazanmayı da hırsa çevirmeyi ve bununla tehdit etmeyi de kötüler. Müslüman için dünya da, cennet de birer hırs sebebi olmamalıdır.

Menafi-i cüz’iyeleri dahi cemaatin içine almamak gerekiyor. Maddi manevi karşılıkların, makamın, şöhretin döndüğü bir cemaat yapısında demokratik ve özgür yapı oluşamaz; bir vesayet kaldırılsa diğeri yerine mutlaka geçer.

Tarikat ya da cemaat her anlamda bir gettolaşma biçimi de olmamalıdır. Toplumun dışına çıkmamalı, kendine ayrı bir yer konumlamamalı, manevi de olsa bir güç odağı oluşturmamalıdır.

Din herkesi ve her şeyi kuşatan bir üst yapıdır, bu nedenle bir popüler yönü vardır, bunu belli bölgelere indirgeyip bir karşıtlığın tarafı yapmamalı, dine ve imana hizmeti de bir makama dönüştürmemelidir.

Kişisel bir ikbal aracına dönüştürmemelidir.

Her ehli himmetin büyük hedefi İttihad-ı İslam olmalıdır.

Bunun için İslam milletini bir bütün olarak düşünmeli ve Onun saadetini temin için çalışmalıdır.

Hatta bütün insanlığın hayrına olacak şeylerde ehli dinle birlikte düşünebilmeli, ortak bir hayatı kurabilmelidir.

Büyük İslam Milleti...

Bediüzzaman'ın büyük derdi, Müslüman milletinin birlik vasfını yitirmesi ve İslam’ın Batı Medeniyeti karşısındaki mağlubiyetidir.

Bu bağlamda hedef öncelikle İslam millet bilincinin oluşturulması ve medeniyette yeniden İslamların öne çıkmasını sağlamaktır.

Münazarat, bu anlamıyla da bir medeniyet projesidir.

Bunun temel malzemeleri de ehli dinin insanlığa faydalı buluşları ve İslam’ın da köklerindeki kitabî yapısında bulunan özgürlük, demokrasi, insan sevgisi, barış gibi değerlerdir.

İslam’da birleşen bu evrensel değerler, meşru biçimini kazanacak, dönüşecek ve İslam şeriatının içine girmesiyle en son ve gerçek kimliğini bulacaktır. Münazarat, aynı zamanda bu içeriği kazandırma ve dönüşümün bir rehberidir.

Bu oluşum sürecinde bir vücut olan İslam'ın azaları durumundaki Türkler, Kürtler, Araplar ve diğer unsurlar kendi çıkar ve kimliklerini bu büyük millet içinde eritecek ve büyük İslam milleti için fedailik yapacaklardır.

Kişisel, unsurî ya da kavmî çıkarları için fedailik damarını boşa çıkarmayacaklar, vücudun ruhu olan dinin emirlerini harekete geçireceklerdir.

Vücutlarını ruhlarının emrinde kullanacaklardır.

İşte bunun için ‘O meylü’l-ağalık, meyli tahakküm ve meyli riyaseti öyle öldüreceğim(z) ki kıyamete kadar haşrolmasın’.

Yeni bir medeniyet...

Bediüzzaman'ın toplumun elitlerinden ve üniversite çevresinden bir beklentisi vardır: Doğuda, bir vakıf bünyesinde, yüksekokul şeklinde, ismi ‘medrese’ olacak bir eğitim projesini gerçekleştirmeleridir.

Bitlis, Van ve Diyarbakır'ı kapsayan okulun ders programı, gelir, gider planları Münazarat’ta kısaca anlatılıyor.

Temelde, din ile fen bilimlerinin bir arada, felsefe ile imanın birlikte ele alınacağı, bu sebeple dil olarak Arapça'nın zorunlu, Türkçe'nin lazım ve Kürtçe'nin seçmeli olarak ve yörenin şartlarına göre başta öncelikli olarak konuşulacağı; ve buradan evrensel bir dimağa ulaşmayı hedefleyen ve sistemli, büyük bir kitleyi içine alacak demokratik bir eğitim çatısı önermektedir.

Dinin ve dindarların ismiyle, ehli fennin ise içeriğiyle memnun olacağı bu çatı, birçok bütünlüğü kendi içinde sağlayacak ve evrensel bir Müslüman bakışı yakalanacaktır. Zira, yıllardır biri taassub, diğeri de inkar çukurlarından tek başlarına çıkamamışlardır ve ayrılık tohumları burada yeşermiştir.

Toplumun elitleri öncelikle bu çatı ile birlikte İslam âlemini kuşatacak bir medeniyetin de okulunu kurmuş olacaklardır.

Gazali, Hayyam, Sadi, Beyruni, İbn-i Sina, İbni Heysem gibi dehaları yetiştiren Nizamiye Medreseleri, Avrupa üniversite geleneğini oluşturan ve İbni Tufeyl, Muhyiddin Arabi, İbni Rüşd ve Zerkali gibi İslam değerlerinin yeşerdiği Kurtuba Medreseleri gibi... Ve son olarak Osmanlı’nın ilk kez İznik’te, Türk müderris Muhammed-el Kayseri ile Taceddin Kürdi’nin ilk tedrisleriyle başlayan, Ali Kuşçu, Molla Kasım, Molla Hüsrev’le birlikte Fatih medreselerinde süren büyük geleneğin kurduğu İslam Medeniyet yükselişlerinden birini daha bu şekilde gerçekleştirecektir.

Bu şekilde, Bediüzzaman’ın ‘medrese’ isteği İslam medeniyet geleneğinden mülhemdir, din ile fen ilimlerinin birlikte okunması zaten İslam ilim geleneğinin temelini oluşturmuştur. Matematik, fizik, tıp, mimari, edebiyat gibi pek çok dalda İslami üretimin yolu hep iki kanadın çalışması yoluyla gerçekleştirilmiştir. Bu kanatların ahengindeki sorun Müslümanların yüzyıllardır gerilemesine ve mahrumiyetine sebep olmuş; her ikisini de kaybetme noktasına gelmişlerdir. Neticesinde, fen ilimlerinde ileri gidip dini eksik bırakan Batı dünyasının zengin ama gaddar insanlarının zulümlerinden kendini kurtaramamıştır.

Bediüzzaman’ın esasında yaptığı, yüzyılları bulan bozulma geçmişinin atlanıp gerisindeki İslam’ın geleneğindeki medeniyet yaklaşımlarını tamir ve yeniden revize etmekten ibarettir.

Bu sebeple Eski Said, amacını İslam’a saykal vurmak, tozlarından temizlemek ve yeniden insanlığa sunmak olarak ifade eder.

Bu bakışı günümüze taşıyarak, toplumun elitlerinin bir büyük medeniyet projesini yüz yıllık bir aradan sonra tekrar restore edip hayat vermesi bir gerekliliktir.

Bu büyük geleneğin yeni vizyonu için Van, Bitlis, Diyarbakır pekâlâ bir merkez olarak kullanılabilir. Böylece bu coğrafya, yeni İslam medeniyetinin Medine’si, Kurtuba’sı olabilecektir.

İlim fedaileri...

Bediüzzaman böylelikle İslam entellektüellerine büyük bir işlev yüklüyor. Zira, ilim ehli olanlarla her sorunu konuşabilir ve çözebilirsiniz.

Üstad, ilim adamlarını samimi olmaya ve fedailik yapmaya çağırıyor:

‘İhlâs niyetini ihlal eden ve anasır-ı garaz olan nesep ve nesil ve tama ve havf, beni bilmiyorlar; ben de onları tanımıyorum ve tanımak istemiyorum’ diyerek,

Siz de bilmeyin ve tanımayın demek istiyor.

Açıkçası, ilim adamlarından kendisi gibi birer ‘ebu la şey’ olmalarını istiyor.

Son söz...

Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat adlı eserinde, büyük İslam aleminin gecesini sabaha karşı bir vaktinde seyrediyor.

Soğuktan çıkmış bir gecenin ardındaki taze sabahı resmediyor. ‘Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı olduğu gibi...’ ile başlayan sözündeki gibi gelen baharın ve ışıyan yeni günün rengini, lacivert olarak düşünüyor.

Büyük bir kubbe altında (Ayasofya gibi bir yerde) sabahın ilk ışıkları ile lacivert (sonsuzluğun rengidir) bir tonda bir tasvir ediyor.

Medeniyet ve fazilet çarşısında bir tacir olan Said Nursi, hem de bir kimyager olarak, din ve fenni, medeniyet ile fazileti birleştiriyor; buradan doğan insan, içinde, üzerinde kalp yazan bir siyah nokta veya pırlanta gibi bir kutu olarak görünüyor.

İslam’ın ilim şehrinde, iman ile muhabbetten sadakat ve hamiyet üretiliyor.

Demek ki, iman ve sevgi, inanç ve barış, güvenlik ve kalkınmanın da ana maddeleridir.

- Reklam -