Özet
Bediüzzaman’ın din ve bilim disiplinlerinin birlikte okutulmasına yönelik olarak tasarladığı ve doğuya, fıtratına uygun bir yön verme ameliyesi olarak ele aldığı “Doğu Üniversitesi” olan “Medresetüzzehra” projesi, vizyonu oldukça yüksek bir tasarım harikasıdır. Üstad Bediüzzaman’ın bu tasarısı, kendileri hayattayken her ne kadar maddi olarak vücut bulmamış olsa bile, manen vücut bulmuş bir tasarıdır. Daha doğrusu tasarı, potansiyelden kinetiğe dönüşmüş fiilî olarak birçok üniversiteli talebesi tarafından uygulanmış ve uygulanmaya devam etmektedir. Belki günün birinde “El Ezher Üniversitesi”nin daha gelişmiş bir modeli ve Bediüzzaman’ın eserlerinin ders kitabı olarak okutulduğu bir üniversite modeli doğuda açılacak ve yıllardır uygulanan yanlış politikalarla tahrip olmuş zihniyetler tamir edilecek ve hatta mamur hale getirilecektir. Bediüzzaman’ın veciz bir ifadeyle "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder," düsturuyla dile getirdiği ve doğunun huzur reçetesi olarak takdim ettiği ideal fikir teatisi, devlet tarafından kuvveden fiile geçirilebilseydi, günümüzde doğudan yükselen “Terör” belasından eser kalmayacaktı. Maalesef Üstadın bu projesi, kale alınmadığı gibi, kendisini ve fikirlerini yok etmek için devletin tüm kademeleri etkin bir şekilde faaliyet göstermiş, ancak kazanan Bediüzzaman olmuştur. Gelinen son noktada, halâ Bediüzzaman’ın bu projesi canlı bir şekilde geçerliliğini korumakta ve bu projeyi hataya geçirecek güçlü devlet adamlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Üstad Bediüzzaman hiçbir zaman boş ve hayal niteliğinde sözler sarf etmemiştir. Söyledikleri bir bir gerçekleşmektedir. Türkiye’nin müreffeh bir ülke olması ve hatta dünyanın küresel anlamda huzur içinde bir atmosfere kavuşması için Bediüzzaman’ın her alanda olduğu gibi, Doğu’nun Kurtuluş reçetesini uygulaması gerekmektedir. Bu kurtuluş reçetelerinden en önemlisi ise “Medresetüzzehra Modeli”dir. Bu çalışmada bu model ele alınacak ve bu modelin öğretisinin önemine dikkat çekilmeye çalışılacaktır.
Giriş
Bediüzzaman’ın din ve bilim disiplinlerinin birlikte okutulmasına yönelik olarak tasarladığı ve doğuya, fıtratına uygun bir yön verme ameliyesi olarak ele aldığı “Doğu Üniversitesi” olan “Medresetüzzehra” projesi, vizyonu oldukça yüksek bir tasarım harikasıdır. Üstad Bediüzzaman’ın bu tasarısı, kendileri hayattayken her ne kadar maddi olarak vücut bulmamış olsa bile, manen vücut bulmuş ve Risale-i Nur eserleriyle dünya çapında eğitim faaliyetlerinin sürdürüldüğü bir uygulama sahası haline gelmiştir. Daha doğrusu tasarı, potansiyelden kinetiğe dönüşmüş, fiilî olarak birçok üniversiteli olan talebeleri tarafından uygulanmış ve uygulanmaya devam etmektedir. Belki günün birinde “El Ezher Üniversitesi”nin daha gelişmiş bir modeli ve Bediüzzaman’ın eserlerinin ders kitabı olarak okutulduğu ve hatta yüksek lisans, doktora programlarının uygulandığı bir üniversite modeli doğuda açılacak ve yıllardır uygulanan yanlış politikalarla tahrip olmuş zihniyetler tamir edilecek ve hatta mamur hale getirilecektir. Bediüzzaman’ın, veciz bir ifadeyle "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder,"düsturuyla dile getirdiği ve doğunun huzur reçetesi olarak takdim ettiği ideal fikir teatisi, devlet tarafından kuvveden fiile geçirilebilseydi, günümüzde doğudan yükselen “Terör” belasından eser kalmayacaktı. Maalesef Üstadın bu projesi, dikkate alınmadığı gibi, kendisini ve fikirlerini yok etmek için devletin tüm kademeleri etkin bir şekilde faaliyet göstermiş, ancak son tahlilde kazanan Bediüzzaman olmuştur. Gelinen son noktada, halâ Bediüzzaman’ın bu projesi canlı bir şekilde geçerliliğini korumakta ve bu projeyi hayata geçirecek güçlü devlet adamlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Üstad Bediüzzaman hiçbir zaman boş ve hayal niteliğinde sözler sarf etmemiştir. Söyledikleri bir bir gerçekleşmektedir. Türkiye’nin müreffeh bir ülke olması ve hatta dünyanın küresel anlamda huzur içinde bir atmosfere kavuşması için Bediüzzaman’ın küresel değer taşıyan öğretilerine ve reçetelerine ihtiyaç bulunmaktadır. “Medresetüzzehra Modeli” ise Türkiye’nin bilhassa doğusunu ıslah edecek önemli bir reçetedir. Bu çalışmada bu model ele alınacak ve bu modelin öğretisinin önemine dikkat çekilmeye çalışılacaktır.
Bediüzzaman’ın Ana Hedefi
Konuya girmeden önce, Bediüzzaman’ın ana hedefinden bahsetmek gerekir. Zira Bediüzzaman belli bir branşta kendisini yetiştirmiş sıradan bir bilim adamı değildir. Üstadın her bilimin üzerinde çok önemli bir görevi vardır. Daha doğrusu Üstad Cenab-ı Hak tarafından özel olarak asrın yaralarını tedavi etmesi için görevlendirilmiş orijinal bir müceddid ve allâmedir. Bu yüzden tüm öğretileri asrın yaralarına merhem olacak türden muasır prensiplerden oluşmaktadır. Bu bağlamda Üstadın ana hedefi İslâm’dır; yani yüce dinimizdir. Kendisi bu durumu Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinde: “Ben talebeyim; onun için, her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum; onun için, her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarında muhakeme ediyorum. Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda ahirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek, nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur,” demek suretiyle dile getirmiştir. Bu açıdan baktığımızda Bediüzzaman, irad ettiği her beyanında ve yazmış olduğu tüm eserlerinde yüce dinimizin temel prensiplerini ölçü olarak ele almış ve İslâmiyet’e aykırı hiçbir söz söylememiştir. Bediüzzaman’ın hedefi, Allah’ın ve O’nun Peygamberi’nin (SAV), rızası olduğundan, onların rızasına aykırı olacak hiçbir söz ve fiiliyatta bulunmamıştır.
Bediüzzaman Hazretleri, öğretilerinde medeniyet ve teknolojik gelişmeleri desteklemiş, ancak bunların dinimizin esaslarıyla çelişmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu vurgusunu yine Divan-ı Harbi Örfi eserinde şöyle dile getirmiştir:“Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete, zilletle memzuç medeniyete; bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eşhası, fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat medeniyet, nev-i insaniyetin terakki ve tekemmüle, mahiyet-i nev’iyesini kuvveden fiile çıkmasına hizmet eder. İşte bu nokta-i nazarda medeniyeti istememek, insaniyeti istememektir.”
Üstad Hazretleri, bu vurgusuyla, hakiki medeniyetin İslâm’la çelişkisinin olmadığını ve hatta takip edilmesi gereken vazife olduğunu nazara sunmuştur. Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?Sorusuyla da teknolojik gelişmelerin ve kalkınmanın biz Müslümanlar için ne kadar önemli olduğuna atıfta bulunmuştur.
Bediüzzaman’ın Düal Eğitim Anlayışı
Üstad Bediüzzaman, eğitim için kolları sıvarken, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşız; sanat, marifet ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz,” diyerek hastalığı teşhis etmiş ve çaresini de göstermiştir. Ancak bu cihadı tek kanatlı kuş gibi değil; her iki kanadı simetrik olan ve birbiriyle doğrusal orantı sunan bir kuş gibi mücadele etmesi gerektiğini savunmuştur. Yani Üstad dünyayı mamur ederken ahret hayatını tahrip etmenin yanlışlığını da göstermiştir. Onun hedefinde Allah ve O’nun Resulü’nün rızası olduğundan, eğitim anlayışını da bu esasa göre dizayn etmiş ve düal bir eğitim sistemi tasarlamıştır. Bu eğitim anlayışını ise, "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder," öğretisiyle perçinlemiştir. Üstad bu sözü söylerken, zamanın manzara-i umumiyesine göre söylemiştir. İngiliz Müstemlekât Nazırı; yani “Sömürgecilik Bakanı” olan Lord Curzon, Kur’an-ı Kerim’i kast ederek, "Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'an'ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız,” deyince, Üstad bu dehşetli plana karşı atağa geçmiş ve “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diyerek zor bir uğraşının temelini atmıştır.
Bediüzzaman, İslâm’a karşı başlatılan mücadelenin eğitim aracılığıyla olabileceğini ve kaleme karşı kılıçla mücadele etmenin sonuç veremeyeceğini çok iyi kavramasından dolayı, kendisini eğitime adamıştır. Böylece, ister tımarhane olsun, ister hapishane olsun gittiği her yeri eğitim alanına çevirmiştir. Sultan Abdülhamit zamanında tımarhaneye gönderilince, “istibdat tımarhaneyi bana mekteb eyledi,” diyerek Sultan Abdülhamit’e yine Divan-ı Harbi Örfî’de geçen şu bir dersi vermiştir: “Menhus yıldız’ı dârülfünun et; tâ, Süreyya kadar âlâ olsun. Ve eski zebaniler yerine, melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun. Ve yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden, terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sani yolunda sarf et.” Üstad bu öğretisiyle aşağıdaki faktörleri ön plana çıkarmıştır:
Cehaletin izalesi için eğitim esastır. Ancak verilen eğitimin, melekleri celp etmesi gerektiği; yani Allah’ın rızasına uygun bir eğitim anlayışıyla eğitimin verilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Devletin hazinesindeki servetin, milletin malı olduğunu ve onların en önemli hastalığı olan cehaletten kurtulmaları için eğitilmeleri yolunda harcanması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Halkı istibdat ile yıldırmak ve kendine düşman etmek yerine, onların sevgisini kazanmak için gayret sarf edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Makam, mevki, rütbe ve saltanat gibi unvanların geçici olduğunu ve asıl hayatın ahret hayatı olduğunu vurgulamış, yerin üstündeyken yerin altının ihmal edilmemesi gerektiğini nazara sunmuştur.
Aslında halkın Sultan Abdulhamit’in yönetimine kefil olduğunu, ancak Sultan’ın bunu iyi değerlendirmesi gerektiğini ve kötüye kullanmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Hayatın ve vücudun zekâtının Allah yolunda harcanması anlamına geldiğini ve bu yolda geçirilen ömrün, ebedi hayatın mamur olmasına vesile olacağını vurgulamıştır.
Üstad hazretleri, asrın hocası ve müceddidi olduğundan, bu öğretisiyle karşısındakinin kim olduğunu düşünmeden ders vermiştir. Karşısındaki bazen bir sarhoş olmuş, bazen bir çocuk, bazen de bir devlet reisi olmuştur. Onun için hiç fark etmemiş ve asrın hocası unvanıyla gerekli dersini vermiş; yani asli görevini icra etmiştir.
Bediüzzaman’ın Doğunun Hayat Tarzına Bakış Açısı
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, her şeyin olduğu gibi tasvir edilmesi gerektiğini savunarak, her şeyde hattı vasatı takip etmiştir. Bir şeyin abartılması veya farklı boyutlarda tasvir edilmesi hizmet anlayışına zıttı. Bu bağlamda, kendisi de bir doğulu olduğundan, Doğu insanını çok iyi biliyordu ve fıtratına uygun teşhisler ve hastalıklarını tedavi için etkin reçeteler sunmuştur. Sunduğu reçeteler muktezayı hale mutabık olan reçetelerdir. Maalesef Üstadın bu öngörüsünü, zamanın çoğu uleması veya matbuat camiası görememiş ve Doğunun fıtratıyla çelişen icraatlar sunulmuştu. Hatta Doğu insanını hem din ilimleriyle hem de müspet ilimlerle eğiten medrese hocaları ve âlimler tehcir uygulamasına tâbi tutulmuşlar, halkın cahil kalmasının baş müsebbibi olmuşlardır. Cehalet bataklığına sürüklenen masum halk, ırkçı söylemler ve uygulamalarla devletin bir numaralı düşmanı haline getirilmişti.
Bediüzzaman, şarkın temel meselesini iyi tahlil etmişti ve şarkı ayağa kaldıracak, devlete nafi bir uzuv haline getirecek çareyi, 1339’da (Milâdi 1923) Meclis-i Mebusan’a hitaben yazdığı şu hutbesinde dile getirmiştir: “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır.” Bu bağlamda gazetecileri muhatap alarak, tüm matbuat camiasına ve ulemaya da şu uyarıyı yapmıştı: “Ey gazeteciler! edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onun sözleri kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halise tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı hâdi’ ile yani, taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira çocuğa felsefe-i tabiiyye dersi verilmez. Ve erkeğe karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı İstanbul’da tatbik olunmaz. İhtilâf-ı milel ve akvam, tehalüf-ü emkine ve aktar; ihtilâf-ı ezmine ve âsar gibidir. Birinin libası, ötekinin endamına gelemez. Demek, Fransızın ihtilâl-i kebiri bize tamamen düstur-u hareket olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.”
Ancak mağrur ulema ve matbuat camiası fildişi kulelerden ahkâm keserek Üstadın bu uyarısına kulak tıkamışlardı. Adeta bir köylüye modern bir kadının libasını giydirir gibi, Doğu insanının fıtratına aykırı eğitim anlayışı ve telkinlerle bir neslin dejenere olmasına sebebiyet vermişlerdi. Dejenere olan bu nesil, günümüzde acı meyvelerini yediğimiz terörün altta yatan hazırlayıcı sebepleri haline gelmişti. İşte Üstad tam bu devrede araya girmiş, tahrip edilen neslin kurtuluşu için inanılmaz çaba sarf ederek cihad görevini yerine getirmiş ve muhteşem “Risale-i Nur Külliyatı” ile müsemma ve maruf olan eserlerini neşretmiştir. Bu eserler yüzlerce mahkemenin muhakemesine maruz kalmışsa da akıbet Bediüzzaman’ın zaferiyle sonuçlanmış ve vücuda gelen bu eserler, dünya çapında milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş ve olmaya devam etmektedir.
Üstad Hazretleri, Batı dünyasının müşevveş efkârıyla müteaffin olmuş zararlı medeniyeti hayat felsefesi yapmış bu gazeteci ve matbuat camiasını kast edererek, “Bu tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşarib ahlâk-ı İslâmiyeyi sarsmış ve terakkiyat-ı medeniyetten geri bırakmıştır. Bunun da çaresi, mekâtipte ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atikaya bedel, bazı fünun-u lazime-i cedide tahsil olunmak ve tekyelerde mütebahhirîn ulema bulunmaktır. Bu takdirde şuubat-ı selâse yek-âhenk-i terakki olarak kat-ı meratib etmek kaviyyen me’muldür,”[1] tespitini yapmış ve akabinde kurtuluş reçetesini sunmuştur.
Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra Öğretisi
Bediüzzaman, doğu insanının nafi bir uzuv olması ve bilimsel düzeyinin yükselmesi için, bir yandan Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis gibi din ilimlerinin okutulacağı; diğer yandan, Matematik, Fizik, Kimya, Astronomi gibi müspet bilimlerin okutulacağı ve bu iki cenahın birbiriyle barışık olacağı bir “Şark Üniversitesi” anlamında ve “Medresetüzzehra” ismiyle müsemma bir eğitim kurumunun kurulması gerektiğini her fırsatta dile getirmiş ve hatta Meclisten gerekli desteği bile almıştı. Hatta 200 milletvekilinden içlerinde Mustafa Kemal Paşa'nın da bulunduğu, 163'ünün oyu ile Doğu'da bir üniversite kurulmasını kabul ettirmişti. Üstadın bu çabaları ta Abdulhamit Han devrinden Cumhuriyet Türkiyesi’nin birçok devrelerine kadar sürmüştür. Defalarca büyük gayretler sarf ederek şarkta, din ilimleriyle müspet ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversite kurma faaliyetlerini devam ettirmiştir. Ne var ki, Kader-i İlâhi’nin bir hikmetine binaen bu düşüncesi kuvveden fiile bir türlü tahakkuk etmemişti. Ancak Tarihçe-i Hayat isimli eserinde Üstad Hazretleri bu düşüncesini manevi olarak Isparta-Barla’da Risale-i Nur eserleriyle gerçekleştirdiğini ifade etmiş, günün birinde Nur talebelerinin bu düşüncesine kuvveden fiile geçireceğini beyan etmiştir.
Gerçekten Risale-i Nur Külliyatı bugün dünya çapında okunan, eğitimi yapılan ve hatta yüksek lisans ya da doktora tezleri yapılan “Medresetüzzehra Açık Öğretim Üniversitesi” haline gelmiştir. Bu Külliyat dünyanın birçok diline çevrilmiş ve milyonlarca baskı yaparak küresel rekor kırmıştır. Bu rekoru egale edecek veya geçebilecek (Kur’an-ı Kerim hariç) başka hiçbir eser yoktur.
Bediüzzaman Medresetüzzehra Öğretisiyle Türkiye’yi günümüzde yaşadığımız terör belasından kurtaracak bir proje sunmak istemiştir. Ancak, iç ve dış tandanslı ve Türkiye’nin huzurlu bir ülke olmasını istemeyen Üstadın tabiriyle “İfsat Komiteleri”, Üstadın her hareketini kontrolleri altına almaya çalışmış, Üstadın hareket alanlarını daraltmıştır. Onu defalarca zehirlemişler, sürgünler yaşatmışlar ve hapishanelerde çok zor şartlar altında işkencelere tâbi tutmuşlardır. Ancak Üstad yılmamış, hapishaneleri de birer Medresetüzzehra haline getirmiş ve bu medreselere “Medrese-i Yusufiye” namını takmıştır. Bu medreselerde birçok suç işlemiş canileri, hırsızları vs suçluları ıslah etmiş ve millete nafi uzuvlar haline getirmiştir.
Üstad, böyle bir üniversitenin kurulması vasıtasıyla bölge halkının eğitilmesi için Kürt alimlerinin de devreye sokulması gerektiğine işaret ederek “Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe caiz,” ifadesiyle atıfta bulunmuştur. Yani bu üniversitede bu üç dilin birlikte tahsil edilmesi gerektiğine işaret ederek önemli bir olguya da dikkat çekmiştir. Yani dil bir vasıtadır. İnsanlar bu dilleri kullanarak iletişim kurarlar. Bunun dışında ırka dayalı bir dil üstünlüğü yoktur. Ancak Arapçanın farz olması Cenab-ı Hak tarafından seçilmiş bir dil olması ve Kur’an-ı Kerim’i bu dille inzal buyurmasıdır. Türkçenin vacip olması ise ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olması ve eğitimin bu resmi dille yapılmasıdır. Kürtçenin caiz olması da bu dilin yöre halkının ana dili olmasıdır ki, bu dille iletişim kurmaları en tabiî haklarıdır. Bu bağlamda, Arapça veya Türkçe bilmeyenlerin kendi ana dilleriyle eğitim yapabilmelerini sağlamak ve onları cehalet bataklığından çekip çıkarmaktır. Eğer siz Kürtçeyi yasaklarsanız ki, yıllarca böyle olmuştur, o zaman yöre halkını cehaleti bataklığına itmiş olursunuz ve ülkenin geleceğine zararlı unsurlar haline getirirsiniz. Nitekim gelinen noktada Kürtçe serbest hale gelmiş ve hatta TRT Şeş adıyla bir televizyon kanalı, devlet eliyle kurulmuştur. Ancak bu noktaya gelinceye kadar çok yaralar açılmış ve yöre halkının onurunu incitecek işlemler yapılmıştır. Bu da intikam duygusunu depreştirmiş ve terör örgütlerinin kurulmasını ve bunların büyüyüp gelişmesini tetiklemiştir.
Medresetüzzehra’nın Amacı
“Bir Model Olarak Medresetüzzehra Projesi” ismiyle güzel bir araştırma yapan Ümit Alparslan, Üstadın bu projeyle gerçekleştirmek istediği hedefleri aşağıdaki şekilde sıralamıştır:[2]
İslamiyete ve İnsaniyete hizmet
Maarifi "Kürdistana" medrese kapısıyla sokmak
Meşrutiyet ve hürriyetin mehasinini göstermek
Kürt ve Türk ulemasının istikbalini sağlamak
İslamiyeti, onu paslandıran hikayat ve İsrailiyat ve taassubat-ı barideden kurtarmak…
Maarif-i cedideyi medarise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmak
Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musalahalarıdır. En azından maksatta ittihatı sağlamak.
Kürdistan'da adet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek.
"Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsi ve umumi milliyet-i hakikiye olan İslamiyet milliyeti ile "inneme'l-müminune ihvatun" Kur'an'ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun."
"Felsefe fünunu ile ulum-ı diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaikiyle tam müsalaha etsin."
"Anadolu'daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbiriyle yardımcı olarak ittifak etsin"
Sonuç
Bediüzzaman, Türkiye’nin Batılılaşması, dinsizleşmesi ve sefahat içinde sefil bir hayat yaşaması için büyük çaba sarf eden Frenk meşreplerin oynadıkları oyunları boşa çıkarmak ve Türkiye’nin eski şevketli günlerine dönmesi ve dinine sahip çıkması için büyük çaba sarf etmiştir. Bu bağlamda ömrü boyunca tehlikenin geldiği yöne doğru yönelmiş, onların istimal ettiği zehirleri iyi analiz etmiş ve onların akim kalması için panzehir olarak eserler neşretmiş ve hayatını insanların imanını kurtarmaya ve eğitmeye adamıştır.
Üstadın bu çabalarından biri de Doğuda tüm kademelerde topyekûn bir eğitim faaliyetinin tesisi için Medresetüzzehra ismiyle bir kampüs yapılmasına yönelik çabalar sarf etmiş ve bu kampüste düal bir eğitim sistemi anlayışıyla; yani din ilimleriyle müspet ilimlerin birlikte okutulacağı ve şarkın insanını cehalet bataklığından kurtaracağı bir projeye imza atmak istemiştir. Üstadın bu projesi somut olarak vücut bulmasa da manevi olarak vücut bulmuş ve hizmet alanı Türkiye sınırlarını da aşarak dünya çapında küresel bir eğitim hizmeti haline gelmiştir. Bediüzzaman bu hizmetiyle milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş ve İlayı Kelimetullah vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.
[1]Nursi, Üstad Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı
[2] Alparslan, Ümit, Köprü Dergisi, Sayı:68