SAİD NURSİ, MİLLİYETÇİLİK VE DEMOKRASİ

Eklenme Tarihi: 25 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

            Mizaç olarak bağımsızlık ve izzetine pek düşkün olan Molla Said’in, İstanbul’a gittiği zaman, İttihat Terakki Cemiyeti’nin yarattığı havaya kapılmaması mümkün değildi. “Ben bu hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfi kanunla tahdit ettirmem”  diyordu. Esasen İstanbul’a gelmeden önce Genç Türklerin estirdiği hava ile teması olmuştu.[1] Ancak o, bu şehre gelirken, klasik kültürümüzün bilgilerini toplamış, kişiliğini oluşturmuştu.  Dersaadet’e geliş maksadı siyaset değildi, ancak buradaki yoğun siyaset ortamını görünce, siyaseti İslamiyet için kullanmayı düşündü; yani siyaset yaparak İslamiyet’e hizmet etmek yolunu seçti.  Genç siyasilerin dillerinden düşürmedikleri hürriyet, meşrutiyet gibi kavramlar da hoşuna gidiyordu. Fakat, içeriği henüz yeterince belirlenmemiş ve algılanamamış olan bu kavramları,  İslami bir biçim ve muhteva kazandırmaya çalışarak savundu.

          Gezdiği aşiretler arasında kendisine, nedir bu hürriyet ki herkes onun üstüne çekişiyor, diye sorduklarında, kendisini, “Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi” olarak niteler ve cevabı şöyle verir: hürriyet, başkasına zarar vermemek şartıyla dilediği gibi yaşamak değildir. “Öyleleri hürriyet değil, belki sefahat ve rezaletlerini ilan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nazenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdatıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır.”  Bireysel ve hür eylemi,  şeriat ahlakıyla sınırlandıran Molla Said, biraz aşağıda hukuki hürriyetten söz ederken de, Şer’i esaslara dayalı kanun hâkimiyetine atıfta bulunur:  “Belki hürriyet budur ki, kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse, hiç kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahâne serbest olsun.   ‘Allah’ı bırakıp da birbirinizi rab edinmeyin.[2] nehyinin sırrına mazhar olsun.[3]Hürriyet nutkuna da,’ Ey hürriyet-i şer’i’ diye başlar.

          Hürriyeti imanın bir özelliği olarak niteleyen Molla Said, kâinatın sultanına hizmetkâr olan bir insan, başkasının aşağılamasına, tahakküm ve istibdadına girmez;  “o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz… Demek, iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.”[4]Molla Said bu yöndeki açıklamalarından sonra, hürriyetin kötü yorumundan söz eder ve sonucuna işaret eder. “Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlak-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur.”[5]

          Molla Sait’in bu bakış açısı ve yorumlarında, Batıdan alınan değil,  gelenekten gelen hukuk un üstünlüğü fikri açıktır. 

           Hürriyet konusundaki düşüncelerine kısaca dokunduktan sonra, Molla Said’in Münazarat isimli kitabında günümüzdeki Kürt meselesine çıkışlar bulabilir miyiz, diye sorarsak, önce bir usûl meselesine dikkati çekmeliyiz. Bildiğimiz gibi, usûl esasa mukaddemdir. 

          Önce şu noktaya işaret etmek icap eder: yaptığınız alıntılar ve tertip ettiğiniz sorular, Münazarat’ın ilk baskısında olsa gerektir. Hâlbuki Bediüzzaman sonraki baskılar için birçok tabir ve paragrafları çıkardıktan sonra yayımına izin vermiştir. Bu demektir ki, birinci baskı o gün içindir ve o günün anlayış ve şartlarına göredir.1911 yılında Kürt aşiretlerine meşrutiyet ve hürriyet fikirleri anlatılmak istenmiştir.  Sonraki zamanlar için değişiklik yapılmıştır.  Eğer bu değişiklikleri Said Nursi’nin kendisi yapmamış olsaydı, zaten dikkate alınmazdı; ama kendisi yaptığına göre, bu son şekli esas almak, ona olan saygımızın asgari gereğidir.

          İkinci olarak, bir kelime hatta cümlenin, içinde bulunduğu metnin bütünlüğü bozulmadan anlamının tartışılması gerekir. Cümle, ancak içinden alındığı bütün içinde gerçek anlamını verir. Seçilmiş ve bağlamından kopartılmış cümleler yahut ibareler okuyucuyu yanıltmaktan başka bir sonuç vermez. Bu durumda iyi niyetli, Bediüzzaman’ı seven herkesin, Kürt sorununa bir çözüm ararken Onun bütün halindeki tutum ve söylemlerine bakması daha doğrudur. Kendisinin de ifade ettiği gibi, Molla Sait dönemi müfrit bir vatanperverlik devresi olarak geçmiştir; hayatı da bu hâlinin ispatı niteliğindedir. Molla Said de, bütün o kahraman Osmanlı nesli gibi yenilgi kabul etmeyen bir karakterin sahibidir. O kahraman nesil yer yer farklı düşüncelere kapılmış ve aralarındaki çekişmelerle, ölümüne bağlandıkları değerlere de zarar vermişlerdir; fakat devlete sadakat ve gerektiğinde her şeyini ortaya koyarak bu uğurda dövüşmek onların şiarı idi.

          Şu gerçeği açık ve sert bir şekilde ifade etmeliyiz: Hangi siyasi ve toplumsal akıma bağlanmış olurlarsa olsunlar, o neslin en yüksek mukaddesi devlet idi; Devlet-i âli Osman. Her türlü arayışın, her üsluptaki kavganın nihai hedefi çökmekte olan devlet-i âlîye’yi kurtarmaktı. Bediüzzaman’ın müfrit vatanperverlik dediği şey, bu devlete bağlılık ve onun için yapılması gereken her şeyi göze almaktı. O inanıyordu ki, İslâmın şerefini ve medeniyetini ayağa kaldırmanın yolu Osmanlıyı diri tutmaktı. Sadece o değil, bütün o nesil buna inanıyorlardı. Üç tarz-ı siyaset tartışmasını başlatan Yusuf Akçura, İslam âleminin de, Türklüğün de geleceğinin Devlet-i Osmaniye’ye bağlı bulunduğunu ve bu yüzden bütün arayışların Osmanlıyı yüceltmek üzerine olduğunu, makalesinin başlangıcında söylüyordu.                 

          Molla Said’in durduğu yerden bakarak düşünürsek, devlet hala en üstün toplumsal değerdir; ama zalim değil, hukuka bağlı devlet. Devleti ortadan kaldırdığınızda bugün de insan çırılçıplak, vahşi bir ortamla baş başa kalır. Molla Said’in o günün kavramlarıyla anlatmaya çalıştığı da bu devlettir. “Ben bu hürriyet ve serbestiyetimi keyfi kanunla tahdit ettirmem.” Diyordu. Bugün de gerek Türk dünyasının gerek İslam dünyasının, Bediüzzaman’ın tasavvur ettiği geleceği Türkiye’ye bağlıdır. Bunun işaretlerini görmek zor değildir.

          Yine onun durduğu yerden ve duruşuyla bakarsak, gördüğümüz manzara şudur: Kürt toplumu içinde, son otuz yıldır devletin itibarı ve devlete güven çok büyük ölçüde yıpratılmıştır. Bu yıpratma süreci, devlet için baş verenlerle devleti çökertmek isteyenlerin ayni terazide tartılmasıyla başlamış, hukuk uygulamalarının zulme dönüşmesiyle derinleşmiştir. Bu zulmün sadece Diyarbakır cezaevinde yapıldığı söylemlerinin açık bir propaganda olduğunu, yaşayanlar bilmektedir.  Kürtçülük davasıyla ortaya çıkanların ilk hedefleri, devletin milletin imanındaki yerini, gücünü yok etmek olmuştur. İlk hamle olarak Türkiye Cumhuriyeti yerine TC diyerek küçümsemek ve aşağılamak adımını atmışlardır. Onların kuyruğunda giden liberallere gelince, her zamanki gibi, şahsiyetsiz, bağımlı, batıdan esen rüzgârları kendimiz için değerlendiremeden peşine takılmışlardır. Giderek 980 darbesinin zulümleri ve Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren gelişen hareketlerin yaraları kaşınarak, ‘tarihimizle yüzleşiyoruz.’ adı altında devlet düşmanlığı derinleştirilmiştir.

          Sözgelişi bugün ortaya sürülmeye çalışılan “demokratik özerklik” kavramının, parçalanmaya doğru bir adım olduğunu anlamak için Said Nursi’nin Prens Sabahattin’e verdiği cevabı okumaya bile gerek yoktur. Bediüzzaman’ın eserlerinde etnik tabana dayalı siyasete yol çıkmaz; bu yol daima ayrılıkçılık olarak nitelenmiştir.        

           Said Nursi’nin üslubuyla söylersek, Kürtlerin varlığı ve saadeti Türk milletine bağlıdır. Önce bunu bilmek ve sonra, bu kabul açısından, yapılan tartışmaları değerlendirmek gerekir. Türk halkı Anadolu ve Rumeli’de bin yıldır düşman güçlerle uğraşmaktadır, bunların arasında Kürtler yoktur.  Ve Türk halkı en son Milli Mücadelesi ile bilir ki, yabancı destekler devlet kuramaz, ama çökertmekte etkili olurlar. Türkiye’nin de o devri geçmiştir

         Sözü uzatmaya gerek görmeden ifade edelim ki, Türk kesimlerdeki zafiyeti görmezden gelsek bile, Kürt kesimlerinde bu gayretler, görmezden gelinemeyecek bir devlet düşmanlığı yaratmıştır. Polis arabalarına taş atan çocukların gözlerinde, başka ışıltıların yanında devlet düşmanlığını da görmekte zorlanmıyoruz.  Kürt halkı yüreğindeki, hangi vesilelerle oluşmuş olursa olsun, bu düşmanlık yarasını iyileştirmedikçe, Molla Said’in söylediklerinden ona bir çıkış bulunamaz. O ki, biz muhabbet fedaileriyiz, diyen insandır. Düşmanlık ortamı derinleştirildikçe, onun yazdıklarından ne umulabilir?

           Şunun anlaşılması gerekir; düşmanlık üzerine bina kurulamaz. Kürt halkında yaratılmak istenen düşmanlık sadece felaketlere çağrı çıkarır. Cumhuriyet döneminde geçmiş bazı olayları, ne kadar hukuksuz olursa olsun, bu üslupta deşelemek sadece düşmanlık duygularını geliştirir; düşmanlık, karşısında düşmanlık bulur. Böyle bir ortamda Molla Said’in ne işi olabilir?  O, Münazarat kitabını dört kelime ile bitirir: İman; muhabbet, sadakat, hamiyet. Şimdi, yılların kardeşliğini tazeleyerek yeniden başlatmanın yolu budur.


[1] Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Külliyat, İstanbul, 1995, c.2, s. 2128

[2] Âl-i İmran suresi, 64. Âyet

[3] Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Külliyat, İstanbul,1995, s.1941
[4] A.g.e., s.1942
[5] A.g.e., s.1933

 

- Reklam -