MÜNAZARAT EKSENİNDE MİLLİYET FİKRİ VE DEMOKRASİ KONFERANSININ SONUÇ METNİ

Eklenme Tarihi: 26 Ocak 2017

Risale Akademi

 

Kürtçülük Fikri

Kürtçülük fikri, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ipleri tamamen ele geçirmesi ile birlikte, Türkçülük düşüncesinin yaygınlaşması ve bir devlet politikası haline gelmesine bir tepki olarak, ortaya çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelesi sırasında sürekli canlı tutulan ümmet ruhu ve İslam kardeşliği mefhumları Cumhuriyetle birlikte unutturulmaya ve yerine sistematik ve planlı bir şekilde yeni kavramlar yerleştirilmeye başlandı. Bu kavramlar da ‘’Türk ve Türklük’’ kavramları idi. Devlet yönetimini ele geçiren kadro, bir ‘’Ulus Devlet’’ inşa etmek için kolları sıvamış, bunda da başarılı olmuştur.

Kürt Sorunu

Kürt Meselesi de esas itibariyle bir ‘’Ulus Devlet’’ inşa etme çalışmaları ile birlikte başlamıştır. Çünkü yoğun olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, Kurtuluş Mücadelesinde birçok sözlere ve vaatlere muhatap olan Kürtler, yeni uygulamalar ile tam bir hayal kırıklığına uğramışlardır. Halifeliğin kaldırılması, İslami sembol ve uygulamaların devlet hayatından tamamen dışlanması, dini kurum ve kuruluşların birer birer kapatılmaya başlanması, din adamı kimliği ile bilinen şahsiyetlerin husumete hedef olmaları, bu hayal kırıklığının boyutlarını büyük ölçüde arttırmıştır. Bu dönemde meydana gelen olayların büyük bir çoğunluğunda en belirleyici faktör ‘’din’’dir. 

Bu dönemim önde gelen özelliklerinden birisi de, devlet yönetimine egemen olanların çok katı milliyetçi ve ırkçı zihniyetleridir. Kafatasçılık, resmi bir ideoloji gibi uygulanmış, bütün eğitim sistemi bu esas üzerine şekillendirilmiştir.

Bu dönemin sembol haline gelmiş olan ifadesi şudur: “Saf Türk olmayanların, Türk anavatanında sadece bir tek hakları vardır: Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.”

27 Mayıs ihtilalinden sonra, tek parti dönemi kadar olmasa da baskı ve zulümler yeniden yaşanmıştır. 12 Mart Muhtırasının ardından yaşanan hapisler ve sürgünler, bazı insanların iyice bilenmesine ve konunun ideolojik zeminlere kaymasına neden olmuştur. 12 Mart’tan sonra ortaya çıkan ve Marksist-Leninist bir dünya görüşünü benimseyen Kürtçü örgütler, gençler arasında büyük oranda taraftar toplamayı başarmıştır. 1970-1980 yılları arasında yaşanan kanlı olaylar ve bu dönemdeki kaotik ortam, açık–gizli çok sayıda örgütün karıştığı hadiseler olarak tarihin karanlık sayfaları arasında kaybolmuştur.

İşin esas çığırından çıktığı dönem olarak, 12 Eylül İhtilalinin ardından yaşanan baskı ve zulümler ile Diyarbakır Hapishanesinde yaşanan işkenceler gösterilmektedir. 12 Eylül darbesinin sebep olduğu haksızlık ve zulümler, bütün bir bölgenin ve Kürtlerin zarar görmesine ve güven duygularının sarsılmasına neden olmuş, devlet görevlilerinin eliyle ve devlet imkânları kullanılarak yapılan haksızlıklar, milyonlarca insanı bir şekilde etkilemiştir.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, Kürt olmak başlı başına bir sorun olarak algılanmıştır. 1990’lı yıllarda Kürt Halkı akıl almaz travmalara maruz kalmış; köyleri yakılmış, yıkılmış ve boşaltılmış, devletin özel harekat birlikleri keyfi olarak evleri basmış, çocuklarının gözü önünde babalarına hakaret etmiş, birçok insan köyünden tarlasından, hayvanlarından ayrılarak ilçe veya illere göç etmek mecburiyetinde bırakılmış, azımsanmayacak sayıda Kürt insanı yargısız infaza tabi tutulmuş, birçoğunun cesedi bile bulunamamıştır. Bu coğrafyada bir Kürt için ilkokula başlamak bile başlı başına travmatik bir eyleme dönüşmüş; Türkçe bilmediği için aşağılanmış, alaya alınmış ve hatta öğretmenleri tarafından şiddete maruz bırakılmıştır.

Önceleri küçük bir örgüt olarak varlığını sürdüren PKK’nin yeniden doğuşu ve büyümesi; bütün bir bölgede kendinden bahsettirmesi, bölgede Kürt örgütleri arasında inisiyatifi bütünüyle eline alan bir yapıya dönüşmesi, bu zulüm ve haksızlıklara karşı çıkma iddiasıyla giriştiği eylemler ve gösterdiği direnç neticesinde meydana gelmiştir.

1984 yılında başlayan ve bugüne kadar devam eden yirmi yedi yıllık kanlı süreç, büyük oranda herkesin gözü önünde yaşanmış olmakla birlikte birçok karanlık noktayı da barındırmaktadır.

Kürtlerin yaşadığı bölgelerin kendi kaderine terk edilmişliği, yerel yöneticilerin insafına bırakılması, çöküşü derinleştirdiği gibi daha fazla fukaralığı, bilimden yoksunluğu beraberinde getirmiştir. İlave olarak medreselerin kapatılması, yerine konan mekteplerin ise bölgede açılmaması, bir taraftan geri kalmışlığı devam ettirirken diğer taraftan devlet yönetimi ile halkın arasını ciddi bir şekilde açmıştır.

Kürtler hakkında karar merciinde bulunanlar, bölge insanını tanımadan, onların arasına girmeden, siyasi teşkilatlarını hiçbir şekilde onların arasına sokmadan hüküm verme yoluna gitmişlerdir. Başvurulan her yöntem bölge insanını anlamaya ve dertlerine çözüm aramaya çalışma yerine cezalandırma şeklinde cereyan etmiştir.

Özellikle Kürt sorununun çözümünde halkın, hissiyat ve düşüncesine saygılı, onlarla bütünleşmesini bilen bürokrat kimliğinin önemi inkar edilemez. Teslim edilmelidir ki, bu yönetici modelinin eksikliği, sorunun zaman içinde kangren haline gelmesinde önemli paya sahiptir.                              

Bugün en ırkçısından en sıradan Kürt’e kadar tüm Kürtlerin şikâyetçi olduğu “inkâr, ret ve asimile” politika ve anlayışıdır. Kürtler tarihleri, dilleri ve kültürleri ile oldukları gibi anlaşılmaya çalışılsaydı–ne kadar mümkünse- bugünkü sorunlarımız büyük ölçüde ortaya çıkmayacaktı.

Münazarat’ta Kürt Sorunu

Münazarat’ta; cehalet, fakirlik, husumet, iletişim eksikliği, önyargı, her kabahati hükümete ve Türklere yükleme, güvensizlik, istibdattan çok zarar görme, tembellik, yanlış ve eksik bilgiler, yanlış anlamalar, ırkçılık, hamiyetsizlik, ümitsizlik ve talepsizlik problemleri üzerinde durulmuştur.

Molla Said 1911 gibi erken bir dönemde İstanbul’daki Osmanlı aydınlarının ve idarecilerinin Kürtler konusundaki cehaletlerini görüce; onları bu din kardeşlerinin sorunlarını daha yakından tanımaya ve çözüm üretmeye davet etmiş, kendini Kürt hissetmek, Kürt gibi yaşamak, giyinmek ve düşünmekten bahsetmiştir. Empati kavramının günümüzdeki anlamı ile bilinmediği bir dönemde “ötekini” anlamının yollarını ve yöntemlerini göstermiştir.

Merkeziyetçiliğin en büyük korkusu, cahil bıraktığı ve öteki olarak gördüğü ve güvenmediği çevreye/taşraya yetki vermemesidir. Said Nursi hamiyet-i milliyesi olan; eğitimli ve nitelikli bireylerden oluşan bir toplumda âdem-i merkeziyetçilikten korkmamakta, Meşrutiyetin ilanıyla birlikte gelen özgürlük ortamının, “muhtariyet ve adem-i merkeziyet” taleplerinin gerekçesi yapılamayacağı, bozguncu amaçlarla kullanılamayacağı uyarısında bulunmaktadır. Yönetimdeki aksaklıkların ülkenin siyasi bütünlüğünü tehdit boyutlarına taşınmaması gerektiği inancındadır. Bugün ciddi bir toplumsal dayanağı olamayan marjinal nitelikli bir “özerklik” talebinin Bediüzzaman’ın düşüncelerinde meşruiyetini bulmak mümkün değildir.  Özgürlükçü bir ortamda Ermeni, Rum, Yahudi ve Hıristiyan bütün azınlık unsurların haklarını savunduğu halde ülke bütünlüğüne yönelik düşünce ve eylemlere hep karşı olmuştur. En güçlü, etkili ve kalıcı tedbirin eğitim yoluyla alınabileceğini her dönemde ifade etmiştir.

Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümünde Said Nursi mensubu olmakla iftihar ettiği ve bizi empati yapmaya davet ettiği Kürtlere ayna tutmakta ve eleştirmektedir. “Sürekli olarak sorunların kaynağı olarak “merkezi” eleştirmekten ve her şeyi Türklerden beklemekten vazgeçiniz”. Dahası, “kendinizi eleştiriniz” demektedir.

Münazarat, aslında yaşanan zihinsel bölünmeye de işaret etmektedir. "Milliyet" bugün "dini" olanın alternatifi olarak algılandığı için sorunlar yaşanmaktadır. Bugün Münazarat'tan çıkarılabilecek en iyi ders zihinsel tevhiddir.

Toplumda kuvvetin ve otoritenin  “istibad”ı vardır. “İlmi vasıta edip” garip namlar altında yapılan “tahakküm”ler bu istibdadın tezahürüdür. Tartışma ve itiraz kabul etmeyen yanlış bir itaat kültürü toplumda hükmetmektedir.

Yönetimler, insanları “vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bak”maktadırlar. Bu yanlış anlayışın ve hastalığın, mutlaka terki ve tedavisi gerekmektedir.

Bediüzzaman’ın nazarında aşılması gereken diğer zaaf, insani ve toplumsal ihtiyaçları ihmal ederek, “Hamidilik”te, çözüm arayan güvenlik odaklı yönetim anlayıştır. Kürt sorununu uzun yıllar bir güvenlik sorunu olarak gören yaklaşım ne yazık ki, 20. asrın sonuna kadar ısrarla devam etmiştir. Bediüzzaman’a göre sorunlara güvenlik odaklı baskıcı yaklaşım,  toplumsal ve siyasi sorunların “tedavi”sine yeterli olamamaktadır. Hatta bu yönetim algısı geri kalmışlığa kaynaklık da etmektedir.

Bediüzzaman; hürriyet ve demokrasi kurallarını uygulayarak, âkil muhataplar seçmiş, herkesin derdini sonuna kadar dinlemiş, bunlara yanlış propagandalara aldanmamalarını önermiş, istibdat illetinden kurtularak bir an önce hürriyet ve meşrutiyetle ayağa kalkmaya ve şahlanmaya teşvik etmiş, ısrarlı bir şekilde birlik ve beraberliğe vurgu yapmış, marifet ve faziletle çalışmaya davet etmiştir.

Bediüzzaman Münazarat’ında, “hak”kı yücelten, “akıl” ve “marifet” ışığında tartışan, sorgulayan, “hür” bir toplum öngörmektedir.

Irkçılık

Irkçılık, temelinde kaynağını dinsizlikten almaktadır. Bireyin dinsizliği toplumsal bağlamda ırkçılığı (unsuriyet, menfi milliyetçilik) doğurmaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçülük-İslâmiyet’in yerine adeta bir din gibi (tağut) ikâme edilmeye, dinsizlik yoluyla aramıza nifak sokulmaya çalışılmıştır. Türkçülüğü istismar ederek Kürtçülüğün de revaç bulmasına zemin hazırlanmıştır.

Bediüzzaman’a göre; kavmiyetçilik bir ecnebi virüsüdür. Hatta maddiyyun hastalığıdır. Zira kimyaya değil, fiziğe bakar. Manevi değerleri hiçe sayar. Al yuvarların veya akyuvarların birliğine değil, lisanların ayrılığına bakar. Lisanların akrabalığını bile görmez.

Bu anlamda siyasal Kürtçülük, fiziki farklılıktan bir metafizik veya ideoloji üretmek isteyenler kendi öz kimliklerine yabancılaştıkları gibi İslam milletlerine de yabancılaşırlar. Bu ideolojiye tutunanlar, Kürtlerin geri kalmasında İslamiyet’i suçlamaktadır.

Kavmiyetçiler zamanla içimize giren yabancılar haline gelmişlerdir. Bediüzzaman’ın tabiriyle kurt gövdeye girmiştir. Kürtçülük hareketi hem dikey, hem de yatay olarak bir yabancılaşma hareketidir.  Partizanlık aynı zamanda bir nihilizm ve mafya hareketidir.

Bediüzzaman katiyetle ve kesinlikle siyasi bir proje olarak Kürtçülüğe taraftar değildir, bilakis ona ve bütün türevlerine karşıdır.

Kürt kimliği münhasıran, fıtri alanda ve kültürel bağlamdadır. Partizanlar zihinleri karıştırıyor ve bulandırıyorlar. Bu anlamda partizanların barış dedikleri isyan, özgürlük dedikleri mahza esarettir. Irkçılık hülyasıyla daha geniş kardeşlik zeminini daha darıyla, hayrı şerle değiştirmektir. 

Ulus Devlet

Irkçılığı ve devletçiliği ilke olarak benimsemiş bir "ulus devletin" farklı ırk, dil ve kültüre sahip insanları şevk ve gayrete getirerek ülke kalkınmasına katkı sağlaması zordur. Böyle bir devlet tabiatı icabı monopoldür; yani tekelcidir. Tekelcilik ise kendisinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Ekonomik monopolcülük de "serbest girişimi" önler. Halk da devlete bağımlı hale gelir. Her şeyi devletten beklemeye başlar.

Tarihte kurulan "ulus devletler" den hiç biri halkının problemlerini çözen bir devlet yapısını kuramamış, güçlerini kendi halkları üzerinde göstermişlerdir. Güçlü merkezi devlet yapısı hâkimiyet ve iktidar hırsını kamçılamaktan başka bir işe yaramamıştır.

Böyle bir devlet sıkıştığı zaman düşman üreterek ülkede birliği ve halkın desteğini sağlamayı amaçlar. Savaş demek mecburi askerlik, ağır vergiler, sıkı ekonomik politikalar ve muhalefetin bastırılması demektir. Milli savunma senaryoları devletin halkı savaş hedefleri doğrultusunda manipüle etmesini sağlar. Bu da halkın geneli için mutsuzluk demektir.

Bediüzzaman’ın fikrinin esası müspet harekettir. Eksiklikleri meşru dairede birlik ve düzen içinde telafi etmek ve sağlamak istemiştir. Bunun yolu da karşılıklı etkileşim ve iknadır. Kürtlerin geri kalmasının getireceği istismarın bölge ve ülke içinde gailelere yol açacağının farkındadır. Bundan dolayı istismar çizgisine, siyasal Kürtçülük hareketine ‘el hissi kable’l-vuku’ ile kesin ve kalın bir çizgi çekmiştir.

Özerklik/Ayrılıkçılık

Bugün Türklerin hastalığı ulusalcılık, Kürtlerin ki ise ayrılıkçılıktır. Kürtçülüğün gayesi adem-i merkeziyetçilik, muhtariyet ve onun ötesinde bağımsızlıktır. Bunun zemini de siyasal Kürtçülüktür. Siyasal Kürtçülüğün aracı ve yöntemi ise silahlı mücadeledir.  Siyasi veya silahlı Kürtçüleri kısaca partizanlar olarak ifade etmek mümkündür. Modern dönemlerde İslam aleminde bundan daha büyük fitne görülmemiştir.

Bediüzzaman’ın hem adem-i merkeziyet fikrine hem de onun bir rüknü olan muhtariyete ve onun geniş hali olan tavaif-i mülüke yani ulus devletçilik modeline karşı olduğunu göstermektedir. Ulus devletçilik bir tavaif-i mülük modelidir. İslam aleminin dağıtılmasıdır.

Kürtlerin başına sarılmaya çalışılan anlayış, meşrutiyet sonrası özgürlük ortamını, Cumhuriyet sonrası bir zulüm uygulamasına dönüştüren ırkçı ve dayatmacı anlayışın tekrarından ibarettir; özerklik isteklerinin gayesi de bu anlayışı kendi dar bölgesi içinde bir ayrışma ve bölünme ardından gerçekleştirme isteğinden öte bir şey değildir.

Türklerin ve Kürtlerin bu hastalıklarının tedavisi ittihad-ı İslam’la mümkündür. Kürtlerin terakki ve tealisi yalnızca ve yalnızca İslam dairesinde anlamlı ve mümkündür. Öyleyse odaları bölmek yerine ortak evi yeniden kurmak şarttır. 

Hürriyet-Meşrutiyet

Müslümanın hürriyet anlayışı “ben” merkezli ve her istediğini yapma anlayışı değildir. İslam’ın öz cevheri olan iman bağından dolayı, tüm Müslüman toplumlar ve farklı etnisiteler birbiri içine geçmiş daireler gibidir. Milli kimliğinin farkında, ama diğer kimliklerle iç içe, onun tabiriyle “sıla-i rahmi” olan; yani yakın akrabalık sonucu sık sık görüşen bir anlayıştır. Bu yorum bizlere Kuran’ın farklı ırkların yaratılmasındaki hikmeti anlatan referanslarını hatırlatmakta, Kur’ani anlayışın özünü ise “birbirini tanıma, tanışma ve yardımlaşma” oluşturmaktadır.

II. Meşrutiyetin ilanı ile konuşulan ve tartışılan hürriyet ve meşrutiyet kavramları içerik ve anlam bütünlüğü ile batı kültürünü yansıtmaktaydı. İttihatçılar,  batı ülkelerini model alıp, millete bir takım siyasi hak ve hürriyet vaat ederek asırlardır “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını bulacaklarını zannetmişler, kısacası tam anlamıyla batıyı her alanda birebir taklit ederek batılı ülkeler gibi olunacağı düşünülüyordu.

Bediüzzaman, İttihatçılara tuttukları yolun yanlış olduğunu, Batıyı taklit ederek bu ülkenin asırlardır geri kalmışlığına çözüm bulunamayacağını açıkça haykırmıştır.

Bediüzzaman’ın Meşrutiyete sahip çıkış noktası; devleti kurtarmaktan önce, halkı kurtarmaktır, insanları kurtarmaktır. Onun “özgürleştirici” vurgusu açıkça görülmektedir. Meşruti ve katılmacı, hesap soran, kendini eleştirici bir anlayışa sahip, baskıcı yönetim karşısında pasif kalmayan bir kitleye dönüşümü tercih ettiği görülmektedir. 

Fiziksel kuvvetle özgürlüğün engellenmesi ya da düzenlenmesi kadar, birilerinin diğerlerini faziletleriyle ya da manevi kuvvetleriyle esir etmesi de önemli bir sorundur. Bu bağlamda, gayrı Müslimlerin ve azınlıkların özgürleşmesi de özgür toplumun bir karşılığı olarak görülmelidir.

Demokrasi

Bediüzzaman için ‘demokrasi zamanı’nın gereği akıl, ilim, marifet ve barıştır. Hakka dayanan ve hakkını kamuoyu nezdinde ifade ve kabul ettirebilen kazanacaktır. Güce dayanan düşmeye mahkûmdur ve haktır. Kuvvete dayanmak yoktur ki buna manevi kuvvet de dâhildir, akıl hükmedecektir.’ Kısacası Bediüzzaman’ın demokrasi anlayışı ‘Müdakkikâne meşrutiyeti, şeriata tatbik’ ten ibarettir.

Bediüzzaman için en büyük istibdat ilmî olanıdır, dolayısıyla en büyük demokrasi ilimdeki demokrasidir. İlmî serbestiyet ve fikir özgürlük sapkınlığın ilacıdır. İlimdeki baskı, insanın dimağını karıştırır, mantığın netlik ve karşılıklılık özelliğini köreltir; saçmayı, akıl dağınıklığını bir yöntem haline getirecektir. 

Bediüzzaman’ın demokrasisi, laik değil, şeriatın hakikatini içine alacak ‘şer'i bir demokrasi ya da ‘meşru bir demokrasi’dir. Bu nedenle günümüz din dışı, dünyevî ve yalnızca menfaat ilişkileri bağlamındaki özgürlük ve demokrasi zeminini yukarıya taşıyacak bir yaklaşımdır. Bir anlamda ‘ileri demokrasi’ Bediüzzaman’ın demokrasisidir.

Özgürlük ve demokrasiyi bireyden başlayarak, toplumun tabanına bir bütün olarak yayacak dinamiklere ihtiyaç vardır. Bunun için, kazanılan büyük havuzu tekrar bireye döndürecek mekanizmalar işletilmelidir.

Bu noktada, Batı demokrasisiyle ‘şer’i demokrasi’nin bir farkı zekat müessesesidir. Yardımlaşma ve sahip olduklarının bir kısmının başkalarının hakkı olduğunu kabul etmek, diğer demokrasilerden farkını ortaya koyacaktır.

Bireyin kendi hakkını kullanması ile birlikte, kendi hakkı içindeki başkalarına ait bölümü verebilme imanının olmasıdır. Bu aynı zamanda toplum tabakaları arasındaki iletişimi ve barışı sağlar, veren-alan ilişkisini keyfi bir davranış olmaktan çıkarıp bir görev ve sorumluluk noktasına taşır. Zenginin fakire sevgi ve merhametini, fakirin zengine itaat ve saygı taşlarını döşer, toplumsal barışın önemli bir unsuru olur.

Demokrasinin ve özgürlüklerin toplum içinde yerleşmesi noktasında, Bediüzzaman, uygulamaların güçlüğüne dikkat çekiyor ve uygulamadaki endişeler karşısında hükümetin iyi niyetine güven üzerinde duruyor. Bu noktada kamuoyu desteğine işaret ediyor.

Kamuoyunu etkilemek ve yönlendirmek için çalışma ve çaba gereklidir. Yarış, kamuoyunu yönetme üzerinde yapılmalıdır. Demokratik süreçte ve uygulamada, esneklik sağlanmalıdır.

Çözüm sonrası da bir yeni vesayeti üretmemelidir. Bunun için yeniden kişi veya kurumların manevi istibdadını netice verecek bir yapıya da meydan verilmemelidir. İnsanlardaki, ‘kişilere bağlanma’ damarı bir yanlış yapılanmaya meydan bırakmamalıdır.

Milletin bütün kazanım ve başarıların bir kişilikte ya da grupta göstermekten, olmayanı da kendine mal etmekten, kısacası bir ‘kahraman’ üretmekten ısrarla kaçınmak gereklidir.

Münazarat’ın önemli bir sonucu, milletin bütününde olduğu gibi, Kürtlerin de kendi sorunlarını ve mağduriyetlerini çözmelerinin en önemli aracı olarak özgürlük ve demokrasiyi kendi içlerinde kurmalarını önermesidir.

Burada kendi haklarını ararken kendi içlerindeki farklı hak arama mekanizmalarını da geliştirmeleri, içlerindeki maddi manevi istibdatları çözmeleri gerekecektir. Çeşmelerinin başında, sürülerinin etrafında bizzat bulunmaları elzemdir. Aksi durumda kamuoyu nezdinde sürekli devletten bir şeyler isteyen, ancak kendi içinde sorunlu ve kapalı bir topluluk olarak kalacaklardır.

Milliyet

Her millete bir peygamber gönderilmesi, yani her peygamberin bir millet oluşturması biçimiyle bildiğimiz farklı milletler, aslında farklı peygamberlerin çıkış noktasında bütünleşmiş insan gruplarını ifade etmektedir.

Bu yüzden dünya yüzünde aynı anda farklı hak dinler de bulunmuş, bunlar birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları ve Allah'ın ayetlerini paylaşmaları şekliyle ve nihayetinde bütününü kendine toplayan İslamiyet’in zuhuruyla ‘büyük İslam milliyeti’yle bir araya gelmesi ve evrensel bir millet anlayışı içinde ehl-i iman ve dinin tevhit bayrağı altında toplanmasını netice vermesi istenmiştir.

Milletler cemiyeti bir anlamda Allah’ın ‘Ehadiyet’i sırrıyla ‘Tevhid’i yakalamayı ifade eder (Bu nedenle de, ırkçılık din dışıdır, ırka bağlı bir milliyet olmaz).

Kürtler de yıllarca İslam içinde ve Türkler ve Araplarla, Acemler ve diğerleri ile birlikte bir bütünün adı olmuştur. Yani bir büyük ‘İslam milleti’ olmuşlardır. Türklerde olduğu gibi Kürtleri de İslam’dan ayırdığınızda Kürtlüklerini kaybedeceklerdir.

Bu gün, anarşist fikirlilerin ve teröristlerinin, yeni bir Kürt halkı oluşturma gayreti içinde en büyük engelleri dindir. Kürtleri İslam’dan ayırmadan ya da soğutmadan Türklerden ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle terörün ırkçılık üzerinden dinsizliği körüklemek seklinde bir yöntem kullanması doğaldır.

Bediüzzaman ‘milliyet bir vücuttur, ruhu İslamiyet’tir’ der. ‘Her birimiz bir vücudun azaları gibiyiz’ demekle İslam milliyetindeki konumumuzu ifade eder: Kardeşler, ‘birbirini kıskanmak değil, birbirinin vazifesini tekmil eder, ayıbını örter’.

Milliyet hareketlidir, iç dinamikleri çoktur; bunlar zaman içinde gelişir, fonksiyon değiştirir, önem sırası değişir, öncelikleri değişir ancak ‘bütün milliyet’ içinde korunur ve tümden büyük bir hayatı vardır. Bir vücudun azaları gibi...

Bediüzzaman, “Kürtlüğünü ve Kürt kimliğini” vurguladığı her yerde bunu “müspetmilliyet” olarak tanımış ve kavramlaştırmıştır. Burada önemli olan nokta, “öteki” olarak ifade edilen farklı kültür, dil ve din mensuplarının da aynı haklarının olduğudur. Bundan dolayı da bu ifade ediş dili “birlikte yaşamanın ortak dili” için önemlidir. Farklı dil ve din mensupları hiçbir endişe duymadan kimliklerini ifade ederek tartışmaya katılabilmelidirler.

Bediüzzaman “müspet milliyetçilik” anlayışına uygun olarak Müslüman bir Kürt âlim olarak, Müslüman Kürt kardeşlerinin dertlerini kendine dert edindiğini; buna çözüm bulmak için dağ, dere, tepe, ova, kış-yaz demeden yollara düştüğünü görüyoruz. Bundan dolaylı onun bir tavrının bugünkü bazı Kürt milliyetçilerinin “ırkçı” anlayışlarından ayırt etmek gerekmektedir.  

Hamiyet-Fedakarlık

Hamiyet millet için çalışmayı, fedakarlık yapmayı gerektirir. Bediüzzaman, ‘Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir’ demekle bu fedailik damarının gücü ifade etmiştir. ‘Fedailik’ ancak İslam milleti için olur; kendi yiğitliğini göstermek, liderinin şerefi ve küçük hesaplar için olmaz.

Milletin kimliği olan ve onun manevi hazinesini oluşturan milli değerlerini tüketmek, milli refleksleri yok etmektir. Milliyeti yok edilirse, şahsi menfaatler ön plana çıkar, herkes kendi çıkarını düşünür; diğerini de kendine tehdit görür, kendi çıkarının gereği diğerini yok etme, eksiltme çabasına girer. Toplum hislerini kaybeder, hedefsiz kalır, himmet ve gayret kaybolur, her türden istibdat yol bulur, ilerleme olmaz. Bu da farklı vesayetler, tekeller oluşturulmasına yol açar.

Milletin himmetini ve fedakarlık hislerini harekete geçirmek, birlik ve bütünlüğün şartıdır. Ancak özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra Kürt kimliğinin inkarı, imha ve asimilasyon politikaları Kürt sorunu dediğimiz problemin derinden derine büyümesine ve içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur.

Yeni devletin takip ettiği bu akıl ve bilim dışı politikalar ister farkına varılsın, ister varılmasın Türklerin ve Kürtlerin can düşmanı olan gerçek düşmanlarının işine yaramış ve yaramaktadır. Türklerin ve Kürtlerin en büyük ortak noktasını oluşturan İslam dininin prensiplerini bertaraf ederek dinden tamamen soyutlanmış bir eğitim sistemiyle yetiştirilen Türklerin ve Kürtlerin bugün geldikleri noktayı görüyoruz.

Müslümanların dertleri ile ilgilenmek ve yardımcı olmak da hamiyet-i İslamiye gereğidir. 

Bediüzzaman’a göre Müslüman toplumların “milliyet” anlayışının özünde “İslamiyet’in cevher-i nuranisi”, yani iman temelli bir anlayış vardır. Bediüzzaman’ın milliyet fikrini reddetmediği, aksine onu İslam kimliğinin bir alt kategorisi olarak gördüğü anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman, milliyet fikrinin romantik gücünün farkındadır. Yirminci yüzyıldaki savaşların ve siyasi mücadelelerin temelinde bu milliyetçi romantizm yatmaktadır. Birinci Dünya savaşının bir Sırp milliyetçisinin Avusturya Prensini katletmesiyle başladığı hatırlanmalıdır. Bununla beraber Said Nursi, İslami hamiyetin daha güçlü olduğunu ve olması gerektiğini savunmaktadır. 

Kürt Kimliği

Bugün Müslüman ülkelerdeki sorunların büyük bir ekseriyetinin aynı ülkede yaşayan farklı etnik ve dini gruplarla ilgili olduğu görülmektedir. Müslüman ülkelerin idarecileri kendi ülkelerinde yaşayan farklı etnik ve dinin grupların temel hak ve hürriyetlerini, eğitim ve dille ilgili taleplerini yerine getirmemekte; dahası bu talepleri “bölücülük/ayrımcılık” olarak görmektedir. Müslüman ülkelerdeki bu sorunlar çözülmeden, bu ülkelerinin kalkınması ve barış içerisinde yaşama şansları yoktur.

Türkiye son yıllarda aldığı bazı radikal ve yapısal kararla bu konuda önemli mesafe alsa da sorun ve tartışmalar devam etmektedir. Türkiye, TRT’de Kürd kardeşlerinin diliyle yayın yapılmasına doksan küsur sene sonra kabul ve hazmedebilmiştir. Bununla beraber, Molla Said’in 1911’de savunduğu anadil eğitimini ise hala tartışmaya devam ediyoruz.

Müslüman toplumlar milli kimliklerini korurken, birlikte yaşadıkları farklı etnik ve milli kimliklere sahip dindaşlarını ve hemcinslerini inkâr etmeyen, dışlamayan ve baskı altına almayan bir yönetim tarzına ulaştıklarında hep birlikte var olmanın yolunu da bulmuş olacaklardır.

Said-i Nursi’nin “Münazarat”ı veya “Reçetetü’l-Ekrad”ı, mensup olduğu kavmin sorunlarıyla spesifik çapta da olsa bir yüzleşme ve bu yüzleşmede Kur’an eczanesinden aldığı yardımla sorunları çözmeye yol gösterici bir reçete veya siyasi bir manifesto niteliğindedir.

İnanç değerleri üzerinde kurulmuş bir kimlik, Said Nursi için elbette tartışmasız bir önceliğe sahiptir. Nursi’ye göre dini kimlik, asla etnik kimliğe yönelik bir tehdit içermez. Müslüman toplumların sahip olduğu dini kimlikler onlara ait etnik kimlikleri asimile edici bir tarzda inşa edilmemeli, bu iki kimlik arasında bir imtizaç kurulmalıdır. Bu imtizaçta dikkat edilmesi gereken nokta evrensel niteliğe sahip olan İslam dinin herhangi bir etnik kimliğin inhisarına sokulmaması, bir başka deyimle herkesin müşterisi olduğu dinin sadece bir ulusun malı haline getirilmemesidir. 

Nursi’ye göre dinin yerine göz dikmeyen, dinin terbiyesini kabul eden, din gibi algılanmayan, ötekine tecavüz etmeyen bir etnik kimlik gerekli ve faydalıdır.

Ana Dilde Eğitim

Kürtçenin yasaklanması yöre halkını cehalete itmiştir. Devlet ve üniversiteler tarafından Kürt dili görmezden gelinmiş, adeta yok sayılmıştır, doğal olarak dil gelişememiş, insanlar bu ihtiyaçlarını dışarıdan karşılamaya başlayınca da iş çok siyasallaşmıştır.

Türkiye’de Hititoloji, Sümeroloji gibi değişik, duyulmamış birçok alanda yapılan çalışmalar normal olduğu halde Kürtçe alanında yapılan çalışmalara; “Acaba gizli bir amaçiçin mi çalışılıyor, bölücülük ya da menfi ırkçılık adına mı bu işi yapılıyor?” diye hep şüpheyle karşılanmıştır.

Said Nursi’yi mücerret bir Kürt milliyetçisi biçiminde takdim etmek, yanlış olduğu kadar,  onu Kürtlükten arındırarak, Kürt sorunundan habersiz ve bigane bir şekilde sunmak da o kadar yanlış ve hatalıdır.

Nursi’ye göre anadil; “Milli duyguların parıltısı, edebi ürünlerin ağacı, eğitim ve öğretime hayat veren su, olgunlaşmamızın ve kıymetimizin ölçüsü, herkesin vicdanına karşı menfez (pencere) açan ışın demeti”dir. “Her kavmin mabihi’l-bekası olan adat-ı milliye ve lisan-ı kavmiye” diyerek anadilin her ırkın onunla devam edeceği temel unsurlardan olduğunu beyan etmektedir.

Nursi bu yaklaşımına paralel modern dünya, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesinin 17. 29 ve 30 maddelerinde “Her bireye kendi anadilini okulda ve/veya okul dışı kurumlarda en üst düzeyde öğrenme hakkı tanınmalıdır”  şeklinde bir düzenleme ile anadille eğitimi uluslararası düzeyde bir teminata bağlamış ve Türkiye devleti bu maddeye çekince koymuştur.

Nursi, anadilde eğitimin ahlaki ve fıtrilik boyutunu dile getirdikten sonra anadili olan Kürtçe’nin içine düşmüş olduğu durumu “şecer-i tuba gibi bir şecerenin tecellisine müstaid (elverişli) iken, böyle kurumuş ve perişan kalmış ve medeniyet lisanı olan edebiyattan nakıs kalmış olduğundan, lisan-ı teessüfle lisanınız sizden hamiyet-i milliyeye arz-ı şıkayet ediyor” diyerek Kürt dilinin gelişimi yönünde gayret göstermeyen Kürt toplumunu bu şekilde uyarırken, Kürt dili ve edebiyatı alanında yaptığı çalışmalardan dolayı Mutkili Halil Hayali efendiyi över ve Kürt toplumuna örnek gösterir.

Nursi bir taraftan anadilinin insan hayatındaki önemine vurgu yaparken diğer taraftan da anadili olan Kürtçe’nin yeniden eğitim ve öğretimin dili olması noktasında bir gayret ve çabanın içerisine girer, İkinci Abdülhamid’e sunulmak üzere bir dilekçe vermiş, yeni açılan mekteplerden Kürt çocuklarının istifade edemediğinden, bu durumun da Avrupa’nın müdahelesine davetiye çıkardığından ve cahil Kürtlerin istismara uğratılacağından bahsetmiştir.

Nursi’nin, İngiliz sömürgelere bakanın ifsat edici projelerini akim bırakmaya yönelik Kur’an-ı Hakim’den istimdat eyleyerek ortaya koyduğu iki vesileden biri olan Medresetüzzehra üniversitesinin kuruluş şartlarını bizatihi kendisi belirlemiştir. Bu kuruluş şartlarında birisi de eğitim dilinin Arapça, Kürtçe ve Türkçe olması yönündedir.

Çok dilli medeni toplumlar bu sorunlarını insan hakları ahlakını dikkate alarak anadille eğitimi hayatın her safhasında yaymışlar, resmi dil olarak kabul etmişler, dili de resmi dil statüsünde öğreterek bu sorunlarını çözmüşlerdir.

Birçok etnisiteye ait insanları içinde barındırarak barış içinde bir arada yaşama kültürünü edinmiş toplumlardan birisi 430 yıllık geçmişiyle İsviçre toplumudur. İsviçre anayasasında Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Retoromanca’dan oluşan dört ulusal dili bulunmakta ve bunlardan üçü de resmi dil olarak kabul edilmiştir. Bu farklı dil ve etnisitelere rağmen İsviçre devleti bölünmemiş olduğu gibi bugün dünyanın en zengin ve demokratik ülkelerin başında gelmektedir.

Çok etnisiteli ve çok dilli Osmanlı imparatorluğundan, birer birer ayrılma ve kopma yolunu tutan değişik kavimlere karşı Said Nursi tavrını, birlik ve beraberliği muhafaza etmekle birlikte,  her kavmin kendi milli kişiliğini ve bu kişiliğini sembolize eden lisanını, kendine özgü örf ve adetlerini koruması gerektiğini söylemekten de geri kalmamış olması anadil ile resmi dilin birbirinin alternatifi olmadığına, tam aksine birbirini tamamlayan değerler olduğuna işaret etmiştir.

İnsanların doğdukları dili öğrenmesi, onunla kendini ifade etmesi ve anadilini geliştirmesi en temel insan haklarından sayılmaktadır. Said Nursi resmi dil olarak Türkçe’nin önemini vurgularken, medeniyetimizin dili olan Arapça’nın da eğitimin bir parçası olması gerektiğini savunmaktadır.

Bugün çağdaş üniversiteler küreselleşmenin dili olan İngilizce’yi öğretmekle yetinmemekte; bunun yanında birkaç dili öğretmeye çalışmaktadır. Mahalli dillerin en büyük düşmanı baskıcı, inkârcı ve asimilasyoncu anlayışlar artık olmamalıdır. Mahalli dillerin insanlığın orta zenginliğini ve kültür mirasını oluşturduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle de mahalli diller yaşatılmalı, yaşamaları için tüm tedbirler alınmalıdır.

Tüm anti demokratik ülkelerin eğitim hedefi “makbul vatandaş” yetiştirmektir. Bu yolda devletin egemen ideolojisi eğitim sistemine hâkimdir. İdeolojik yapılanma, eğitimin tüm bileşenlerinde de yapılanmıştır. Kutsallaştırılmış fani şahsiyetlerin empoze edildiği, militer ritüellerin, isim ve resimlerin dünyaya gözümüzü açtığımız doğum evlerinden itibaren her yerde karşımıza çıktığı ve kahramanlık destanlarıyla tek bir ırkın varlığının kabul edilip üstünlüğünün öğreti haline getirildiği bir eğitim sisteminden çıkacak ürünün kalitesi tahmin edilebilir.

Ulus devlet merkezli yapılanmaların kaçınılmaz ilkesi olan ırkçılık (veya hafif deyimiyle milliyetçilik) eksenli bir eğitim sisteminde “dil” de kaçınılmaz olarak yara bere içindedir. Ulus dil nasıl tecavüze uğrar; yozlaştırılır, konuş(a)mayan vatandaşın kendi ana dilinde, sokakta veya ailede dahi konuşması suç sayılır; lakin tüm bunlar ulus dil adına yapıldığı için oklar ulus dil düşmanlığı üzerine odaklanır.

Türkiye, işte şimdi her konuda olduğu gibi, 90 yıldır Kemalizm’in saldırısı sonucu yaralanmış vicdanlardan başlayıp kültür ve etnisite bağlamındaki tüm pay veya paydaş değerlerin tamiri konusunda yapılacak girişimleri merakla bekliyor. Bu beklentilerden biri de dil konusudur. Ana dilde eğitim yanında, esas beklentilerden biri de hem ulus dil olarak öne çıkarılmış Türkçe’nin ve hem de sindirilmiş dillerden Kürtçe, Arapça, Ermenice, Rumca gibi dillerin nasıl ve hangi yöntemlerle tamir ve ihya edileceği beklentisidir.

2013 yılında 90, 2023’te de 100 yaşına girecek olan Türkiye Cumhuriyeti yukarıda sözü edilen eğitim sistemlerinin tipik örneklerinden birini yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir. Kemalist ideoloji, devletin ve halkın üzerinde sürdürdüğü hegemonyasının bir örneği olarak eğitim sistemindeki tüm sorunların da kaynağını oluşturmaktadır. 90 yılın tüm yanlışlarıyla biriktirdiği sorunları 21. Yüzyıla taşıyarak, bu ülkenin çocuklarına acılar çektirmeye devam etmektedir. 

Eğitim merkezli sorunların ülkenin her alandaki sorunlara temel teşkil ettiği düşünülürse, bu ülkeyi yöneten siyasi iradenin eğitimi ve eğitimin tüm parametrelerini Kemalizm’den ayıklaması kaçınılmazdır.

Eğitimin problemlerinden biri de Kemalizm üzerinden gelen ve 90 yıldır uygulanan ulus devlet bağlamında oluşturulan anayasanın ve yasaların Türkçe dışında başka ana dillerde eğitime izin vermemesidir.  Hatta resmi kayıtlarda bu diller için “bilinmeyen bir dil” ifadesi kullanılarak tamamen inkâr yönüne gidilmektedir. Türkçe dışında ülkemizde yaygın olarak kullanılan dillerden Kürtçe ve Arapça; Lozan anlaşmasıyla izin verilse de soyu tükenmekte olan Ermenice, Rumca; daha az yaygınlığı olan Lazca, Gürcüce, Boşnakça, Arnavutça dillerinde eğitime izin verilmemesi demokratikleşme yolundaki Türkiye’nin medeni ülkeler içindeki en büyük ayıplarından biridir.

Sosyal bilimlerde gelinen nokta şudur: İnsan türündeki çeşitliliği yok eden, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık, etnik üstünlük iddiaları, sömürgecilik gibi politikalardan vazgeçilmesi kaçınılmazdır. İnsan türünün sahip olduğu çeşitlilik içinde öne çıkan en önemli özelliği ise “dil”dir. Çünkü dil hem kültürün yapıcısı ve hem de sonucudur. Hatta kültürün sağlık göstergesidir de.

Bugün gerçekten de dünyada daha fazlasıyla yaygınlaşan Türkçe her ne kadar bilim dili olamamışsa da konuşanı en fazla olan dillerden biridir. Ayrıca, Risale-i Nur dilini ve özellikle dil inkılabından önceki Türkçe’yi düşündüğümüzde, Türkçe’nin bir yazın dili olduğunu, edebiyat ve şiirde kıvrak bir şekilde kullanıldığını yakın dönem şair ve edebiyatçılardan öğreniyoruz. Bediüzzaman Hazretleri de bunu teyit eder bir şekilde Münazarat’ta “Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum” demektedir.

Bediüzzaman Said Nursi üniversite bağlamında Arapça, Kürtçe ve Türkçe’nin eğitim dilleri olarak sayması manidardır. Bu görüş güncellendiğinde belki batı dillerinden İngilizce, Almanca, Fransızca; Asya dillerinden Farsça, Rusça, Urduca, Çince ve Japonca ortak kullanıma giren diller arasında sayılabilir. Ayrıca, AB eğitim kriterleri içinde yer alan dil politikalarında “Her AB vatandaşı ana dili dışında üç dil bilmelidir” görüşü de Bediüzzaman’ın üç dille eğitim teklifini desteklemektedir.

Her varlığın çeşitlenerek kendi “lisan-ı mahsusu” (özel lisanıyla) tabiatta yer aldığı ve yaşama hakkı olduğunu düşündüğümüzde, insan türü içindeki çeşitliliklerin ve farklılıkların kendi lisan-ı mahsusları olan ana dilleriyle konuşmaları, iletişim kurmaları ve eğitim almalarından daha tabii ne olabilir?

Konuyu biraz daha özelleştirip güncel şekilde takdim etmek gerekirse, Türkiye’de anadilde eğitim bağlamında Türkçe dışındaki dillerde eğitim verilmeli mi sorusunun cevabını “evet” şeklinde vermemiz gerekir.

Özellikle Münazarat’ın doğduğu o dönemin Kürdistan bölgesi ve orada yaşayan ve bugün Türkiye’nin her tarafında 20 milyondan fazla bir nüfusun ana dilinde eğitim talebinden daha doğal bir istek görünmüyor. Devletin “üniter yapısı” ile ilgili kaygıların elbette haklılık payı var; ancak korkularımızla yüzleşmedikçe gerçekleri bilemeyeceğiz. Gerçekler ise kaygılarımızın kurbanı olmamalıdır. Yalnızca Kürtçe değil, talep varsa başka yerel dillerde de isteyen eğitim görmelidir.

Sadece ana dilde eğitim konusu kendi içinde düzeltilebilir olarak görünmemektedir. Bu Türkiye Cumhuriyetinin tam demokratik bir cumhuriyete kavuşmasıyla; askeri vesayetten vazgeçmiş, ulus devleti bırakmış ve tüm bunlarla birlikte hükmeden Kemalizm’den kurtulmadıkça anadilde eğitim verilmesi zor görülmektedir.

Aynı şekilde Doğu bölgelerimizdeki gencecik çocuklarımızın okul yerine dağda terörle heba edilmesi de can yakıcı bir durumdur. Kürt kardeşlerimizin haklı taleplerini haksız duruma düşüren ve terör silahıyla barış güvercinini öldüren ve bununla Kürtlerin haklarını savunduklarını sanan insanların ve onlara destek veren aydınların da bu konuyu bir kez daha düşünmeleri gerekmektedir.

Ulemanın Rolü

Kürt toplumunda ulemanın rolü son derece önemlidir. Her toplumda olduğu gibi Kürt toplumunda da sosyal yapı belli katmanlardan oluşur: mirler (beyler), ağalar, eşraf, şeyhler ve melalar (mollalar). Modernite ve küreselleştirme süreçleri bütün dünyada olduğu gibi Kürt toplumu üzerinde de yıkıcı bir etki gerçekleştirdi. Bölge halkı ciddi bir transformasyon yaşadı. Buna rağmen şeyh ve mela sınıfının etkinliği öteden beri mevcut olmaya devam etti. Şeyhlerin dini otorite ile birlikte siyasi etkinlikleri söz konusu iken “mela” doğrudan “aydın” tanımlamasına tekabül eder.

Müslüman Kürt halkının toplumsal ve kültürel kodlarının şekillenişinde Mele’ Ahmed-i Hani, İdris-i Bitlisi vb. binlerce Kürt ulemanın izleri mevcuttur. Müslüman Kürt halkının bin yıllık irfanı, varlığını bu değerlere borçludur.

Kürtlerin de içinde bulunduğu Osmanlı toplumu, 1856’dan sonra çok dil ve sair heterojen karakterlerinden uzaklaştırılmıştır. Eşit vatandaşlık yolu ile Osmanlı halkı din, dil farkı tanınmadan ortak vatandaşlık bağı ile tek bir millet haline dönüştürülmek istenmiştir. Sonuçta çok din ve dile sahip olan Müslüman toplum İslamdan uzaklaştırılmış ve etnik algı üzerine kurulu modern ulus haline getirilmiştir. Böylece etnik kimlik din kimliğinden daha güçlü hale gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyetinde, modern millet anlayışına paralel bir “Türk” milleti meydana getirilmeye çalışılmıştır. Tarih kongreleri, halk evleri ve benzeri girişimlerle maddi yanları ağır basan yeni bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir. Bu süreçte Türk milletinin dışındaki halklar zorla “Türkleştirilmek”  istenmiş, Türklerin kendisi de dinden ve maneviyattan uzaklaştırılarak “yabancılaşma” sürecine mahkum edilmiştir.

Dinden uzak modern ve etnik millet hedefi çatışmaları tetiklemiştir. Sıkıntı bugüne kadar artarak devam etmiştir. Çözümü krizin başladığı noktada aramak gerekmektedir. Bunun için çok dil, çok din ve çok renkli heterojen karakter topluma yeniden kazandırılmalı ve ırkçı yaklaşımlar terk edilmelidir.

Düğümü çözecek olan grup ise “ulema”dır. Fakat bu ulema yasalcı, mütereddit ve kuru nitelikteki Ortodoks ulema değildir. Türkiye’nin böyle bir ulema profilinden ziyade ulu kişi imajını çizebilen, tüm toplumsal katmanlarda saygın pozisyon alabilen, ezberleri bozabilen dolayısıyla çözüm üreten etkin ulema profiline ihtiyaç vardır.

Said Nursi bu ulema profiline göndermede bulunarak doğu bölgesinin ve halkının tercih hakkının (zimam-ı ihtiyarı) bu ulemanın elinde olduğunu söylemektedir.

Tedrici sosyal tekâmülümüzün temel parametresi hiç şüphesiz eğitimdir. Eğitimli bireyler ve bu bireylerden müteşekkil toplumlar terör yerine ilim ve sanat konuşurlar.

Ulema böyle bir medeniyet toplumunu inşa etmede önemli roller oynayabilir. Din dışı bir ulus devlet inşa etmeye çalışan cumhuriyet eliti hem Türk hem de Kürt toplumunda fıtratın dilini sarsıntıya uğratmışlardır. Akamete uğrayan bu dil ulemaca tekrar inşa edilmelidir.

Bediüzzaman “Aşiret, alaylılık ve askerlik bab-ı alisi” gibi siyasi nüfuz ve maddi güç unsurlarının politik uygulamalarda rol alması gerektiğini ifade eder. Aşiretten kasıt bölgenin toplumsal tabanıdır. “Alaylık ve askerlik bab-ı âlisi” ile de Bediüzzaman bürokrasiyi kastediyor olmalıdır. Kısaca devlet ve halk politik seferberliği beraber yürütecek. Yani Bediüzzaman tabandan gücünü alan bir eğitim modeli önerir ve bu modelin en önemli öncüsü olarak da “ulema”yı görür. Bu ulema medrese, tekke ve mektep’i barıştıran modern dönemlerin Müslüman ulemasıdır.

Dün cami, medrese ve tekke etrafında dolaşan fonksiyonel ulema rolü, bugün cemaatler, vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü organizasyonlar özelinde dünden daha tesirli şekilde devam etmektedir.

Ulema” merkezli çözüm önerilerinin en somut örneği Bediüzzaman’ın elli beş yıllık hedefi olan kendi sisteminde kendi ulemasını üreten Üniversite/Akademya zinciridir.

Bu ulema, toplumun değerleri ile eğitim arasındaki yabancılığı ortadan kaldıracak ve Batının hegamonik bilimsel baskısı bu kadar ağır olmayacaktı. Konumuz özelinde doğu ve güneydoğu problemi bu kadar büyümeyecek, kurulacak bu yüksek öğretim merkezlerinin yetiştirdiği nesil ve ürettiği ulema ideolojik ve etnik çatışmalara meydan vermeyecekti.

Din ilimleri ile medeniyet fenlerinin (bilim, sanat, teknoloji, vb.) buluşma zemini olan bu proje, önceliğinde Asya kıtasını hedef alan bir projedir. Bu medeniyet projesinin bir sonraki hedefi ise, bu kıtayı basamak yaparak bütün insanlığın problemlerine çözümler üretmektir. Bu anlamda proje, modern dünyanın dinamiklerini anlamaya ve kucaklamaya matuf bir reçetedir.

Medresetüzzehra İran, Arabistan, Mısır ve Afganistan; öte yandan Pakistan, Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalp olma hedefindedir.

Medresetüzzehra, fikir, muhteva ve sayı itibarı ile kısırlıktan öte doğurganlığı hedefleyen cihanşümul bir projedir. Bu doğurgan projenin ürünü olan nesiller ve ulema hem bütün İslam coğrafyasına hem de Anadolu coğrafyasına özelde de Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına hayat verecektir. Devlet yetkilileri bu projeye sahip çıkmalı ve YÖK bu büyük projenin resmi sorumluluğunu üstlenmelidir.

Medresetüzzehra Projesi

Medreseler çöküş sürecine girerken kendi hallerine bırakılmaları, sonraki süreçte mektep-medrese çatışması ülkedeki eğitim sistemini çok ciddi şekilde çökertmiştir. Gelişen anayasal sistemler de gerekli ittifak ve uyuşmaların zeminini olumsuz şekilde etkilemiştir.

Doğuda çok nadir olarak açılan mekteplerde, görev yapan öğretmenlerin halkın değerlerinden uzak, inanç, gelenek ve görenekleriyle alay etmeyi maharet saymaları, Kürt çocuklarının okumasını kendi menfaatlerine uygun görmeyen ağaların ve bir kısım şeyhlerin bu okullara “şeytan mektepleri” şeklindeki nitelendirmeleri halkı çok etkili bir şekilde bu yeni kurumlardan soğutmuş ve çocuklarını okutmamışlardır.

Medreselerin müntesiplerine ve mezun olacaklara hiçbir gelecek vaat etmemesi, okulların halkın gözünde değer görmemesi bölgede okumuşluk düzeyini yıllar boyunca çok aşağılarda tutmuştur. Diğer taraftan mekteplerde eğitim dilinin Türkçe olması, öğretmenlerin büyük kısmının Kürtçe bilmemesi, okula gidenlerin başarısını olumsuz şekilde etkilemiş, öğrenciler birkaç yılı dil öğrenmekle geçirdikten sonra, ancak normal eğitime başlamış ve anlatılanları anlayabilmişlerdir. Bu durum doğu ve batıda okuyan öğrenciler arasında ciddi farklara yol açmıştır.

Medresetüzzehra Projesinde Bediüzzaman, branşlaşma, desantralizasyon (ademi merkeziyet) ve otonomisi yüksek birimlere, öğrencilerin kabiliyet ve isteklerine göre alan tercihi yapmalarının önemine, ihtisasa ve uzmanlaşmaya dikkat çeker. Aksi halde bir adamın kabiliyetli olduğu şeyi terk ederek ehil olmadığı şeye girişmesinin yaratılış kanununa itaatsizlik anlamına geleceğini belirtir. İş bölümü yapılarak ihtisas şubeleri kurulmasını, bunların birbirinden kopuk olmamasını ve ortak dersler konularak aralarında geçiş imkanı sağlanmasını, ancak her şubenin kendi elemanını yetiştirmesi gerektiğini vurgular. Bu projesinde, üniversitenin merkezinde geçici olarak öğretmen okulu (yani eğitim fakültesi) yer almalı; böylece intizam, tefeyyüz ve fazilet - diyanet etkileşimi sağlanmalıdır. Bir bölümü medrese (yani günümüzdeki sosyal ve insani bilimler okulu); bir bölümü mektep (yani günümüz anlamıyla fen ve sağlık bilimleri fakülteleri) ve bir köşesi de zaviye (yine günümüze uyarlarsak pedagojik rehberlik ve danışmanlık) olmalı ve ortasında ise tamamının toplandığı bir salon bulunmalıdır. 

Bediüzzaman üniversiteye dışarıdan yapılan müdahalelere karşıdır. Bir üniversitede değerler hiyerarşisi lazımdır. Üniversiteler kendi geleneklerini ve etik standartlarını oluşturabilmelidir. Yani özerk olmalıdır.

Bediüzzaman, “Hatta düşman bir hükümetin profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maarif, onun ilim ve marifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler” diyerek evrensel iddialar taşır.

Bediüzzaman SaidNursi, Medresetüzzehra mezunlarına denklik verilerek resmi üniversitelerle aynı haklara sahip olmalarını ister. Öğrencilerin diğer resmi öğrenciler gibi aynı sınava tabi tutulmaları görüşündedir.

Eğitim sisteminde korku değil, ideal ve şefkat esas olmalıdır. Ayrıca üniversitenin yaşa değil bilgiye bakması gerektiği belirtilir. O halde bu sistemde başarılı öğrencilerin üstten ders alarak daha erkenden diploma almalarının sağlanabileceği (kredi sistemi) mümkündür.

Bu projenin hayata geçirilmesi, özellikle ülkemizde bin yıldır birlikte yaşayan Kürt ve Türklerin tekrar tanışmalarına, birlikteliklerine, ayrıca İslam ülkelerindeki söz konusu sorunların ortadan kalkmasına; dünya barışına, küresel eğitime ve temel insani değerlere katkıda bulunacaktır. İslam milletlerini mümin olma potasında kardeş yapacak ve ırkçılığın zararlarını bertaraf edecektir.

Terör-Koruculuk

Said Nursî, Abdülhamid’in bölgenin sıkıntılarını, dertlerini araştırmadan Hamidiye alaylarını kurduğunu söyler, belki bundan daha öncelikli olan fakirlik, cehalet ve husumetin bertaraf edilmesi için çözümler üretilmeliydi der. Said Nursî, Kürt aşiretleri arasında eşkıyalık ve düşmanlığın bir hastalık derecesinde var olduğunu tespit ettikten sonra, Hamidiliğin bu eşkıyalık ve düşmanlığı arttırdığı görüşündedir.

Gerçekten de başlangıçta iyi niyetlerle kurulmuş olan “Hamidiye Süvari Alayları” bölgedeki aşiretler arasında uzun yıllar etkisini devam ettiren düşmanlıklara, aşiret arası çekişmelere, güç gösterilerine sebep olmuştur. Bu yüzden Hamidiye Süvari Alayları fazla devam etmemiş İttihat ve Terakki zamanında bazı düzenlemeler yapılmış ve 1913 yılında lağvedilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hamidiye Alayları için kullandığı “anarşilik ve düşmanlığı” attırdığı tezi, günümüzde devam eden Köy Koruculuğu için de geçerlidir. Köy Koruculuğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aileler, köyler ve aşiretler arasında düşmanlığı derinleştirmiş ve içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.

Örgütle devlet arasında ya da örgütle aşiretler arasında kalan zavallı vatandaş işin ceremesini çekmektedir. Korucu başlarının devlet gücünü elde etmek için yaptıkları ihlaller ve zulümler ulusal medyada yankı bulmuştur. Tabii bunu söylerken tüm köy korucuları elbette kastedilmemektedir.

Aşiret kültüründe esas olan güç, servet, statü ve hegemonya olduğuna göre, devlet tarafından kendilerine verilen yetki ve silahlarla bu aşiretler, bu yetkileri pervasızca kullanmışlardır. Özellikle nüfuz sahibi aşiretler, aralarında husumet ve kan davaları bulunan aileler için koruculuk bir fırsat olmuştur. Köy korucularının bölgede yaptıklarının haddi hesabı yoktur.

İçişleri Bakanlığı’nın 1996'da “Hizmete Özel” olarak hazırladığı belgelere göre, her üç köy korucusundan birinin suç işlediği ortaya çıkmıştır. Sadece 1986 ile 1996 arasındaki 10 yıllık sürede 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verilmiştir.

Yine 1996’da Başbakan Necmettin Erbakan, MİT raporunu kaynak göstererek, "Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor” demiştir.

Yine İçişleri Bakanlığı, 2006'da korucuların işledikleri suçların bir dökümünü yayımlamıştır. Buna göre 5.000 korucunun suç işlediğini belirlenmiştir. İşledikleri suçlar şöyle: “Terör suçlarıyla ilgili 2.384, mala karşı işlenen suçlarla ilgili 934, şahsa karşı suçlarla ilgili 1234, kaçakçılık suçlarıyla ilgili 420 olmak üzere, toplam 5.000 civarında geçici köy korucusu suç işlemiş, 853 geçici köy korucusu tutuklanmıştır.” Bu oranın bugün daha fazla olduğu muhakkaktır.

Ayrıca toplumda, silah alan korucular devlet yanlısı, almayanlar ise devlet düşmanı ya da örgüt yandaşı gibi çok yanlış ve tehlikeli bir algı hâkimdir. Ya da korucu olan kimselerin PKK ve yandaşları tarafından satılık, yerel ifade ile “cahş” olarak tanımladıkları görülmektedir.

Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “Koruculuk” olarak devam eden sistemin bir anlamda Hamidiye Alaylarının taklidi olduğunu söyleyebiliriz. Bu koruculuk sistemin bir an önce bitirilmesi hem devlet, hem de bölge için hayırlı olacaktır.

Molla Said’in Hamidiyye Alaylarına getirdiği eleştiri doğru anlaşılabilseydi, Cumhuriyet tarihi boyunca sıkı bir şekilde sürdürülen “güvenlik odaklı”, sıkıyönetimli, OHAL ve koruculuk anlayışlarına ve bu anlayışla heba edilen hayatlara ve milli servete gerek kalmayabilirdi. Geçmiş dönemin bütün yaşanmışlıkları ardından, Kürt kardeşlerimizin düşünmesi gereken şudur: İntikam almak kulun işi değildir, ‘Şüphesiz, intikam alanların en hayırlısı Allah'tır’. O’na güvenmek gerektir. Müspet hareket; intikam almamak ve helalleşmektir.

İslam Birliği ve Küresel Barış

Din herkesi ve her şeyi kuşatan bir üst yapıdır, bu nedenle bir popüler yönü vardır, bunu belli bölgelere indirgeyip bir karşıtlığın tarafı yapmamalı, dine ve imana hizmeti de bir makama dönüştürmemelidir. İslam ülkelerinin, özellikle ezilen bölüm olarak, ortak ve aktif bir çalışma gerçekleştirmesi gerekiyor. 

Her ehl-i himmetin büyük hedefi İttihad-ı İslam olmalıdır. Kişisel bir ikbal aracına dönüştürmemelidir. Bunun için İslam milletini bir bütün olarak düşünmeli ve Onun saadetini temin için çalışmalıdır. Hatta bütün insanlığın hayrına olacak şeylerde ehl-i dinle birlikte düşünebilmeli, ortak bir hayatı kurabilmelidir.

Bediüzzaman’ın benimsediği ilahi proje ittihad-ı İslam’dır ve Kürtlerin mutluluğu ve saadeti öncelikle Türklerin yanında, ikinci olarak Müslüman milletlerin safında yer almasındadır. Onlara düşman olan kendisine düşmanlık eder.

Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Mütecaviz dinsizlere karşı Hıristiyanlarla ittifak edilmesi bile umumi sulh için gereklidir.

Bu ittihatta adalet, hürriyet, meşveret ve şura esastır. Cebir ve zorlama yoktur. Kur’an ve sünnet-i seniyye ortak paydasında bütün Müslümanları kucaklayacaktır.

Bediüzzaman, devletlerarası ittifakları "Sulh-u Umumi" dediği dünya barışına, kalkınmaya ve her nevi anarşi ve teröre karşı en büyük tedbir olarak gördüğünü ifade eder.

Bu nedenle 21. yüzyılda Müslüman toplumlar arasında birlik, beraberlik ve birlikte yaşama anlayışını yerleştireceksek, öncelikle birlikte yaşamanın dilini oluşturmalıyız. Bu da farklı etnisitelere olumsuz bakan; baskıcı, yasaklayıcı ve asimilasyoncu “menfimilliyetçiliğin” dili ile başarılamaz. Said Nursi’nin geliştirdiği ve kullandığı dilin, birlikte yaşama dilini oluşturmamıza yardımcı olabilecektir.

            Çözüm Önerileri

•          Tek ırka dayalı ulus devlet anlayışından ve ırkçı politikalardan vazgeçilmelidir.

•          İnkar, ret ve asimile etme anlayışı terk edilmelidir.

•          Halkın, hissiyat ve düşüncesine saygılı, onlarla bütünleşmesini bilen bürokrat modeli öne çıkarılmalıdır.

•          Kürt halkı ile empati yapılmalıdır.               

•          Milliyet fikri din ile beslenerek zihinsel bölünmüşlüğün önüne geçilmelidir.

•          İstibdat, tahakküm ve vesayetlere son verilmelidir.

•          Hamidilik, koruculuk gibi yarardan çok zarar veren güvenlik odaklı çözümlere son verilmelidir.

•          Çözüm için âkil muhataplar seçilmesine dikkat edilmelidir.

•          Tüm halkın meşruti ve katılmacı, hesap soran, kendini eleştirici bir anlayışa sahip, baskıcı yönetim karşısında pasif kalmayan bir kitleye dönüşümün sağlanması gereklidir.

•          Demokratik süreçte ve uygulamada, esneklik sağlanmalıdır. Kuvvet hakta ve kanunda olmalıdır.

•          İslam milliyeti ön plana çıkarılmalı, müspet milliyet anlayışı ile birlikte yaşamanın ortak dili oluşturulmalı, farklı dil ve din mensupları hiçbir endişe duymadan kimliklerini ifade edebilmelidir.

•          Milletin kimliği olan ve onun manevi hazinesini oluşturan milli değerlerini ve refleksleri yükseltmek, milletin himmetini ve fedakarlık hislerini harekete geçirmek gereklidir.

•          Anadilde eğitim serbest olmalıdır ve yeni anayasa ile birlikte güvence altına alınmalıdır.

•          Kürt toplumunun şekillenmesinde ulemanın rolü büyüktür. Bu her zaman dikkate alınmalıdır.

•          Medresetüzzehra projesi işleme konmalı, Doğu Anadolu Bölgesi, Ortadoğu ve bütün İslam ülkelerini de içine alacak şekilde yerel, resmi ve evrensel dillerde eğitim vererek yeni bir medeniyet kurma çabası gösterilmelidir.

•          Doğu Anadolu'nun ve Ortadoğu'nun saadeti ve selâmeti Ermeniler dâhil Arap, Türk, Kürt, Süryani ve diğer milletlerle ittifak içinde ve dost olmaya bağlıdır.

•          İman, İslamiyet, cinsiyet ve insaniyet, muhabbet gibi nurani bağlara önem verilmelidir.

•          Farklılıklar birer zenginlik olarak kabul edilmelidir.

•          Doğuda din ve iman hâkimdir. Halkın birliğini ve beraberliğini sağlayacak, eğitime ve maddi-manevi terakkiye sevk edecek olan dindir. Dini referanslarla yapılan bir teşvik ve sakındırma halk üzerinde daha müessir olur. Birlik ve beraberliği sağlayacak olan da ancak dindir.

•          Devlet tüm vatandaşlarına eşit davranmalıdır haklarını korumalı yerine getirmelidir.

•          Kimsenin imtiyazı olmamalıdır.

•          Devlet terörle gerektiği gibi mücadele etmeli, birçok sorunun kaynağını oluşturan o feodal muhafaza etmek yerine, fırsat eşitliği sağlamalı, emniyet ve asayiş içinde insanların çalışıp kaynaklarını kullanarak üretip kazanacağı, gelişip kalkınacağı bir ortam oluşturulmalıdır.

•          Akl-ı selimi, toplumsal meseleler üzerinde farklı düşüncelerin ortaya konmasına sebep olan demokratik zemini yok eden şiddetten şiddetle kaçınılmalıdır. Barışçı yöntemlere başvurulmalıdır.

•          Devletin 1925 yılında ortaya koyduğu doğruluğu tartışılamayan, sağlıklı düşünmeyi ve fikir üretmeyi engelleyen resmî düşünce terk edilmelidir.

•          Doğuda girişimcilik ve ekonomik kalkınma desteklenmelidir.

•          Din düşmanlığı anlamındaki laiklik derhal terk edilmelidir.

•          Kimse ötekileştirilmemelidir.

•          Verilen sözler tutulmalı, güven eksikliği giderilmelidir.

•          Türkçe Olimpiyatları gibi harikulade etkinliklerin Kürtlük ve Kürtçe sorununun en yoğun ve derin bir şekilde yaşandığı yerlerde değil de “doğru zaman ve doğru yer”lerde yapılmasına dikkat edilmelidir. 

•          Bediüzzaman’ın Kürt problemine yönelik ulema merkezli çözüm önerisi elli beş yıllık Üniversite/Akademya projesidir. Devlet yetkilileri Bediüzzaman’ın bu projesine sahip çıkmalı, YÖK bu büyük projenin resmi sorumluluğunu üstlenmelidir.

•          Her üniversite bünyesinde “Doğu ve Güneydoğu Araştırmaları Merkez’leri” bu merkezler gerçek anlamda bilimsel çalışmalarla bölge hakkında sağlıklı belgeler ve bilgiler üretmelidir.

•          Üniversitelerin bünyesindeki Sosyal Bilimler Enstitü’leri, yaptırdığı doktora ve Yüksek Lisans tezlerini rast gele değil de öncelikli olarak bölge sorunlarına endeksli olarak yaptırmalıdır.

•          Bölge üniversitelerinde görev yapan tüm Türk kökenli öğretim elemanlarına Kürtçe öğrenmeleri zorunlu tutulmalı ve yerel halk ile onların dilinden diyalog kurmalıdırlar.

•          Bölge üniversitelerine yapılacak olan Rektör atamaları, bölge sorunlarına çözüm üretecek donanıma sahip, özellikle de sosyal bilimcilerden seçilmelidir.

•          Batı’nın doğu araştırmalarında gösterdiği hassasiyet ve ciddiyet, devlet tarafından bölge için gösterilmelidir. Gerekirse bölgeye yönelik sorunlar için müstakil bakanlık veya değişik kurumlar ihdas edilmelidir.

•          Başta Diyanet İşleri teşkilatı olmak üzere, İlahiyat fakültelerinin bölge sorununun çözülmesinde son derece etkili bir yol olan DİN konusunda bölge halkının dindarlığına ehemmiyetli bir katkı sunmaları sağlanmalıdır.

•          Bölgede bir Medrese gerçeği ve medreselerin de halk üzerinde oldukça olumlu bir ağırlığı ve etkinliği vardır. Bölgeye açılan İlahiyat fakültelerinde öyle bir eleman yerleştirilmesi ve istihdamı olmalıdır ki, İlahiyat-medrese buluşmasıyla bir nevi “Medresetüzzehrâ” ümidi canlandırılmış olacaktır.

•          YÖK çok isabetli olarak başlattığı ÖYP (Öğretim elemanı yetiştirme programı) daha ciddi çalıştırılmalıdır. Köklü ve büyük üniversiteler buralara hoca yetiştirmelidirler.

•          Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmelidir.

•          Eğitim yoluyla birlik ve beraberlik eksenli Kürtlerin terakki ve tealisine çalışılmalıdır.

•          Dinden uzak modern ve etnik millet hedefi çatışmaları tetiklemiştir. Bunun için çok dil, çok din ve çok renkli heterojen karakter, topluma yeniden kazandırılmalı ve ırkçı yaklaşımlar terk edilmelidir.

•          Türkiye’nin “ulu kişi” imajını çizebilen, tüm toplumsal katmanlarda saygın pozisyon alabilen, ezberleri bozabilen dolayısıyla çözüm üreten etkin ulema profiline uygun olmalıdır.

•          Çözümde rol oynayacak olan ulema ya Kürt halkından olmalı veya Kürt halkının dini ve milli seciyelerini anlayacak ferasette olmalı. Bu anlamdaki ulema doğu ve batı ikilemi yaşamamalı, şartların ve ideolojilerin empoze ettiği zihniyet çelişkilerine esir olmamalı, yerel ve küresel değerler arasında uzlaşı kurabilmeli ve özellikle de diyalog kültürünü hazmetmiş olmalıdır.

•          Molla Said gibi kıyafeti, üslubu ve tavırları ile bu bereketli toprakların öz malı olan Kürtçe düşünen, Türkçe ve Arapça yazan, yazdığı eserleri “hem Kürt, hem Türk ve hem de Arap” olarak görebilen; böylece bizlere “ortak hafıza mekânları” oluşturan entelektüeller yetiştirilmelidir. 

- Reklam -