MÜNAZARAT EKSENİNDE MİLLİYET FİKRİ VE DEMOKRASİ

Eklenme Tarihi: 25 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

Milliyet Fikri

Bediüzzaman Said Nursî’nin Doğu sorunu veya Kürt sorunu dediğimiz hadiseye 1910’lardan itibaren dikkat çektiğini biliyoruz.

Bediüzzaman, insanların ayrı ayrı milletler olarak yaratılmasını irade-i ezeliyyenin yeryüzündeki bir tezahürü olarak görür. Bunun da hikmetlerini izah eder ve asıl hikmetinin de yardımlaşma/tanışma olduğunu vurgular (Mektubat, s. 297). Buna rağmen bu ayrı ayrı millet olmanın, özellikle son asırlarda çeşitli savaşlara sebep olduğunu ve insanları birbirlerinden nefret ettirmenin bir manivelası olarak kullanıldığının da farkındadır.

Said Nursî, II. Meşrutiyetten sonra Doğudaki Kürt aşiretlerini dolaşmış ve onlara Meşrutiyeti, günümüz ifadesiyle Demokrasiyi anlatmıştır. Bediüzzaman aşiretleri dolaşırken onların neler istediklerini, nelere ihtiyaçları olduklarını yerinde tespit etmiş ve aşiretler hakkında daha önceki görüşlerini de teyit etme fırsatı bulmuştur.

Bu arada aşiretlerin genel olarak maddi ve manevi ihtiyaçları bir tarafa, özellikle Fransız devriminden sonra Avrupa ve Balkanlarda giderek yayılan menfi milliyet fikrinin Türklere ve Kürtlere de zarar vereceğini öngörmüş ve alınması gereken tedbirleri o zamanki hükümete; daha sonra da yeni kurulmakta olan TBMM’ne çeşitli vesilelerle anlatmış ve aktarmıştır.

Bediüzzaman SaidNursî’nin özelde İslam milletleri arasında menfi milliyet fikrinin (ırkçılığın) yayılmasını engellemek için öngördüğü ve tavsiye ettiği en etkili çare İslam esaslarına dayalı ciddi bir eğitimdir. Konuyla ilgili olarak merkezi Van’da (önce Bitlis) olmak üzere diğer bazı şehirlerde de şubeleri bulunacak olan, Din ve Fen ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversitenin kurulmasını ısrarlı bir şekilde zamanın yetkililerinden istemiştir. Kurulacak bu üniversitede Arapça, Türkçe ve yerine göre de Kürtçe’nin eğitim dili olmasını tavsiye etmiştir. Burada Arapça, Kürtlerin İslam alemiyle; Türkçe Devletle; Kürtçe de Kürtlerin kendi aralarındaki bağını sağlayacaktır. Özellikle Kürtçe’nin yerine göre (caiz) veya diğer bir tabirle en azından seçmeli olarak alternatifler arasında bulunması, bu konuda hassasiyeti olan kimselerin gıbta damarını tahrik etmemeye yönelik bir tedbir olarak da düşünülmüştür denebilir. Veya diğer bir tabirle, bu konuda eğitim görmek isteyenlerin de önünü açmak içindir. Çünkü bir milletin ana dilini yasaklamanın veya onu dumura uğratacak kamuflajlı diğer bazı kararlar almanın insan haklarını ihlal bir tarafa çok ciddi maddi sonuçlarının olacağını tahmin etmek o kadar da zor olmasa gerektir. Diğer taraftan Kürtçe’nin seçmeli de olsa eğitim dili olarak devlet tarafından kabul edilmesi, Devletin resmî olarak Kürtlerin varlığını kabul etmesi anlamına gelir ki, bu ayni zamanda inkar ve asimilasyondan doğan problemlerin olmaması ve devletin, boş yere bu sorundan dolayı doğacak maddi ve manevi zararlarla uğraşmaması demektir.

Burada dikkati çeken çok önemli diğer bir nokta da şudur: Said Nursî, kurulmasını tavsiye ettiği bu üniversitenin diğer devlet üniversiteleriyle statü olarak aynı seviyede olmasını ve mezunlarının da yine diğer üniversite mezunlarına tanınan haklardan istifade etmesini istemiştir. Günümüze uyarlayacak olursak resmî-vakıf bir üniversite olmasını istemiştir. Durumun böyle olmaması halinde böylesi bir üniversitenin çorak olacağı ve ondan istenen verimin alınamayacağı oldukça açıktır. Böyle bir eğitim felsefesiyle eğitim yapan bir üniversite başta Türk ve Kürt olmak üzere diğer İslam milletlerini mümin olma potasında kardeş yapacak ve ırkçılığın zararlarını bertaraf edecektir. Aksi halde durumun hiçte iyiye gitmeyeceğini, bu durumun birçok iç ve dış aktör tarafından istismar edileceğini ifade etmiş ve elinden geldiği kadar bu konuya milletin mukadderatına hükmedenlerin dikkatini çekmiştir. Özellikle dini hassasiyetlerin konu edinilmediği, dini dışlayan, dinî değerlerden mahrum olarak yapılacak bir eğitimin bu işi kotaranlar açısından da istenen evsafta bir nesil yetiştirmeyeceğini; böylesi bir eğitimle yetişen bir neslin anarşist olacağını ve ancak ya mutlak bir diktatörlükle veya onlara her istediklerini rüşvet olarak vermek suretiyle idare edilebileceğini ifade eder.

Burada dikkati çeken diğer bir nokta da şudur: Said Nursî, böyle bir eğitim sistemini bütün Kürdistan için öngörmüştür. Çünkü, o zaman dilimi itibariyle Darülfunun sadece payitaht İstanbul’da bulunmaktaydı. Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki eğitim müesseseleri olan medreselerin, zülcenaheyn (din ilimleriyle-fen ilimlerinin beraber okutulması) olmasını ve ancak böyle olması halinde cehaletten doğan bütün hastalıklara deva olabileceğini belirtmiştir. Diğer taraftan bu üniversitenin diğer “mekatib-i âliye-i resmiyeye” (Münazarat, s. 307) (resmî yüksek okul, fakülte) gibi devlet tarafından kabul edilmesinin gerektiği şeklindeki görüşüyle de bu kurumun özerk ve resmî olmasının gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Bu durum üniversitenin tabii ki belli ölçüler dâhilinde devlet tarafından denetimini de netice verecektir. Yine eğitim sisteminin böyle düzenlenmesi, eskisi gibi talebenin bire bir hocadan ders alma şeklindeki sistemi değiştirecek ve sınıf “halka ve daire” (Münazarat, s. 308) sistemine geçirecektir. Bu da eğitimin yaygınlaşmasını netice verecek, eğitimin yaygınlaşması da genel olarak kültür seviyesini yükseltecek ve birçok sorunu da kendiliğinden halledecektir.

Demokrasi

Said Nursî “meşrutiyet-i meşrua” yani günümüz ifadesiyle bir bakıma vesayetsiz demokrasi hakkında da ta o zaman konuşmuş, demokrasinin ne olduğunu aşiretlere onların anlayacağı bir dille anlatmıştır. Özellikle Kürtlerin “fikren meşrutiyetperver” (Münazarat, s. 46) olduklarını hamiyet sahiplerine hatırlatmıştır. Demokrasinin düşmanı olan istibdadı vahşi bir hayvan olan Kurt’a benzetmiş ve istibdadın yani diktatörlüğün aslının hayvaniyyetten çıktığını çok açık bir şekilde ifade etmiştir. Kürt aşiretlerinden meşrutiyete sahip çıkmalarını, bu sayede herkesin hür ve tabiri caizse birer sultan olacağını (serbestçe bireysel olarak kendi hakkında karar alabileceğini), meşrutiyetle terakki edip ortaçağ karanlığından çıkacaklarını onlara hatırlatmıştır.

Said Nursî, dinî delillere itibar eden aşiretlere meşrutiyetin kaynağının İslam dininde mevcut olduğunu, (“ruh-u meşrutiyet şeriattandır”, Münazarat, s. 93) dört büyük halifenin seçimle işbaşına geldiğini, bunun da dinî bir delil sayıldığını, ayrıca meşrutiyet döneminde meydana gelen her kötü şeyin de meşrutiyetten kaynaklanmadığını; şeriata aykırı olan herhangi bir şeyin aslında meşrutiyete de aykırı olduğunu (Münazarat, s. 128); meşrutiyette asl olanın hâkimiyet-i millet (Münazarat, s. 103) olduğunu söyleyerek onları ikna etmeye çalışmıştır. Meşrutiyette idarecilerin millete birer hizmetkâr (Münazarat, s. 103-104) olduklarını onlara hatırlatarak onların şimdiye kadar pek duymadıkları bu hususu ısrarla vurgulamıştır. Said Nursî bu iddiasında ısrar etmiş, kırk kusur sene sonra Türkiye’nin iki partili hayata geçmesinden sonra oyunu açıkça Demokrat partisine vermekle de bunu bilfiil göstermiştir.

Said Nursî bütün bu hususları Kürt aşiretlerine ders verip hatırlattıktan sonra geri kalmalarındaki kabahatin tamamını hükümete ve Türklere atmalarının da doğru olmayacağını, dönüp biraz da kendilerine bakmaları gerektiğini onlara münasip bir dille hatırlatmıştır.

Ayrıca 1920’lerden sonra Kürtleri Türklerden ayırmak isteyenlere şiddetle karşı çıkmış, ancak her iki kavmin tabii ki kendilerine ait olan özelliklerini muhafaza ederek birlikte yaşamaları halinde bir bütünlük sağlayabileceklerini, bir, bütün ve müreffeh olabileceklerini belirtmiştir. Bu birlikteliğin devam etmesi için özellikle hâkim durumda olan Türklerin dikkatini çekmiş ve “Ey Türk kardeş bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın…” (Mektubat, s. 300) demek suretiyle ırkçılık yapıp Kürtlerin bu damarını tahrik etmemelerine dikkatlerini çekmiştir. Aksi takdirde her iki kesimin de zarar edeceğini ifade etmiştir. Diğer taraftan Kürtlere bir özerklik verilmesi ihtiyacı hâsıl olsa bile bunun da yine siyasî ikiliğin meydana gelmemesi için meclis tarafından düşünülmesi icab ettiğini (…bir muhtariyet söz konusu olacaksa onu da meclis-i mebusan düşünsün), bu sayede yine birlik ve beraberliğin muhafaza edilmesi gerektiğine de dikkati çekmiştir.

Said Nursî yaptığı bütün bu ikazlarının kaale alınmadığını görmüş ve iş başa düştü diyerek Doğu’da kuramadığı üniversitesini, yazdığı eserleri talebeleri vasıtasıyla imkânlar ölçüsünde bütün yurt sathına yayarak bir şekilde kurmayı başarmıştır. Diğer taraftan kendisi ve talebeleri Türkler ve Kürtler arasında ırkçılığın uyanmasına karşı çıkmış, ellerinden geldiği kadar böylesi bir fitnenin önüne geçmeye bütün güçleriyle çalışmışlardır.

Ancak özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra Kürt kimliğinin inkârı, imha ve asimilasyon politikaları Kürt sorunu dediğimiz problemin derinden derine büyümesine ve içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Yeni devletin takip ettiği bu akıl ve bilim dışı politikalar ister farkına varılsın ister varılmasın Türklerin ve Kürtlerin can düşmanı olan gerçek düşmanlarının işine yaramış ve yaramaktadır. Türklerin ve Kürtlerin en büyük ortak noktasını oluşturan İslam dininin prensiplerini bertaraf ederek dinden tamamen soyutlanmış bir eğitim sistemiyle yetiştirilen Türklerin ve Kürtlerin bugün geldikleri noktayı görüyoruz. Eğer günün birinde Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmaya çalışan derin güçler gerçekten muvaffak olsalar, (ki böylesi bir durumda devletin kendi eliyle takip ettiği akıl ve bilim dışı politikanın çok büyük katkısı olacaktır) çok uzun olmayan bir zaman dilimi içinde ortadan ikiye bölünmüş Anadolu topraklarının batısını Yunanistan’la; Doğusunu da Ermenistan’la bir federasyon kurmaya zorlayarak her iki milletin İslam’la geri kalan bağlarını da tamamen koparmaya çalışacaklardır.

Bugün için, Said Nursî’nin yazdığı reçete, sorunları halletmek için yeterli midir? Bir reçete hastalık ilk teşhis edildiği zaman ciddiyetle uygulansa elbette ki tesir eder ve hastalığı giderir. Ancak reçete zamanında uygulanmadığı takdirde hastalık zamanla ilerler ve tedavide gecikildikçe kangren hale dönüşebilir. Bu durumda elbette ki yeni gelişmelere göre ek bazı önlemlere de ihtiyaç hissedilecektir. Birliğin muhafaza edilebilmesi için asıl reçetenin ek tedbirleriyle beraber gerçekten samimi bir şekilde uygulanmasıyla hastalık kontrol altına alınabilir ve hastanın ateşi düşürülebilir.

Diğer taraftan Said Nursî’nin fikirleriyle ilgili olarak Münazarat’ın doğru anlaşılması, bu fikirlerin doğru değerlendirilmesi; Kürt sorunun da doğru anlaşılması ve Said Nursî’nin fikirlerinin Kürt sorununa da doğru olarak tatbik edilmesi ancak istenen neticeyi verecektir. Aksi takdirde inkâr ve imha politikasının devam etmesi, Said Nursî tarafından sunulan bu reçetenin de samimiyetten uzak, göstermelik ve yüzeysel bir şekilde uygulanması istenen neticeyi vermeyecektir. Buradaki başarısızlık Said Nursî’nin fikirlerinde değil bu düşüncelerden yeteri kadar doğru olarak istifade edemeyenlerin olacaktır. 

Devletin böylesi bir reçeteyi samimi olarak uygulayıp uygulamadığının en kestirme ve en doğru göstergesi de Devletin, Kemalizm’den ve türevlerinin tamamından samimi olarak vazgeçip vazgeçmediği şeklindeki tercihi olacaktır.  

- Reklam -