MEDRESELERİN ÇÖKÜŞÜ, MEKTEPLER VE BEDİÜZMANIN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Eklenme Tarihi: 26 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

19. yüzyıla gelindiğinde kocaman bir dünya kıtası ile bir devletin geleceğinin tamamen iç içe girdiğini birine olan etkinin diğerini otomatikman etkileyeceğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Bunlar Asya kıtası ve Osmanlı Devleti. İkisi de eski güçlerini kaybetmelerine paralel olarak aç sırtlanların iştihanı kabartmakta ve her türlü saldırılarına açık hale gelmişlerdir. Sözde medenileşmiş Avrupa ve ABD’nin sömürgeci yüzünün günümüzde Irak, Filistin, Afganistan, Libya, Mısır… Vs. yerlerde tezahürünü hatıra getirdiğimizde, geçmişte yapılanlar daha iyi tahmin edilebilir.

Osmanlı Devleti ve genelde Asya kıtası ilim ve fende Avrupa karşısında geri kalmışlığının faturasını neredeyse tamamen işgale uğramak suretiyle ağır bir bedelle ödemiştir. Hatta hala ödemeye devam ediyor. Geri kalmışlığımızın, Avrupa’nın bizi ortaçağa hapsederek tutsaklığımızın sebeplerini teşhis eden ve tedavi yöntemlerini gösteren Bediüzzaman Said Nursi’nin özellikle Hutbe-i Şamiye ve Münazarat eserleri teşhis ve tedavi yöntemlerini ihtiva etmektedir. Bunlardan bazıları; ümitsizlik, ihtilaf, düşmanlığı devam ettirme, ortak değerlerden uzaklaşma… Asya’nın ve Osmanlının esaretini netice vermiştir.

Aynı coğrafyayı paylaşan Kürt kavminin bundan etkilenmemiş olması mümkün değildi. Belki de en fazla etkilenen bölge ve kavimlerimizin başında yer aldı. Kürt sorununun irdelenmesi elbette ki birçok sebebi ortaya koyacaktır. Bu sebepler her ne olursa olsun tüm bir kıtanın şöyle veya böyle boğuşmak zorunda kaldığı sorunlar olacaktır. Özellikle medreselerin çöküşüne paralel olarak Doğunun hızlı bir şekilde gerilediği, alternatif olarak batıda açılan mekteplerden de yoksun kalarak diğer bölgelerle arasının olumsuz şekilde açıldığı gözlemlenebilir.

Medreseler çöküş sürecine girerken kendi hallerine bırakılmaları, sonraki süreçte mektep-medrese çatışması ülkedeki eğitim sistemini çok ciddi şekilde çökertmiştir. Eğitim kurumları arasındaki çatışma sonraki dönemde gelişen anayasal sistemler üzerinde gerekli ittifak ve uyuşmaların zeminini olumsuz şekilde etkilemiştir. Bir taraftan meşruti sistemleri savunan, diğer taraftan karşı çıkan sınıflar ve bu sınıfların hiçbir şekilde birbirini anla(ya)maması. Evet, belki Kürtlerin yaşadığı bölgede bu kurumlar (mektep-medrese) arasında şiddetli çatışma yaşanmamış ama çöküş de önlenememiştir. İdari sistemde başvurulan ve özellikle Ermeni olayları sonrası oluşturulan Hamidiye Alayları bölgedeki problemleri çözme değil, daha da kötü hale sokmuştur. Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiriyle açlık çeken insana, hazım ilacı verilmiştir.

Medrese Mektep Çatışması

Münazarat, idari sistemle ilgili olarak gerçek meşrutiyeti ve dolayısıyla demokrasiyi, cumhuriyeti nazara verirken, eğitim sisteminin çöküşünü engellemek için de din bilimleriyle fen bilimlerini bir arada okutan üniversite modelini tavsiye etmiştir. Tavsiye edilen hiçbir öneride çatışma yoktur. Aksine ortak değerler etrafında toplanma ve birbirlerinin hak-hukukuna saygı vardır. Tarafların birbirleri için sarf ede geldikleri gerici, yobaz, dinsiz… Nitelemeleri nifakı körüklemiştir.

Eğitim kurumları ve müntesipleri arasındaki çatışma bu sınıflardan ibaret kalmamış neredeyse birçok alanda hissedilmiştir. Dolayısıyla 20. Yüzyılın başında sunulan reçete uzaklaşmayı değil yakınlaşmayı, ayrıştırıcı noktaları değil ortak değerleri ön plana çıkarmalıydı. Asrın başında Türkün, Kürdün ve Arabın içinde bulunduğu gemi çatırdamaya başlamış ve hızla su alarak batmaya yüz yutan bir hal almıştı. Böyle bir durumda tarafların birbirini itham etmesi, eleştirmesi, kusurluyu bulmaya çalışması sadece geminin batmasını hızlandıracak ve hiçbir tarafa fayda sağlamayacaktı. Maalesef bu asrın başında Müslümanları da etki alanına alan ırkçılık, geminin daha hızlı bir şekilde batmasına yol açacak bir durum arz etmekteydi.

Çatışma Yerine Ortak Değerlerde Buluşma

Bu üç büyük unsurun ortak noktası ve asırlardan beri hepsini bir arada tutan en büyük etken İslam hissiyatıydı. Asırlarca İslam’a hizmet eden bu hadimlerin milliyeti İslam milliyeti ile bütünleşmiştir. Bu olgudan uzaklaşma ve ayrılık bütün tarafların yok olmasını ve hazır bekleyen sömürgecilerin işini kolaylaştıracaktı, kolaylaştırmaktaydı. Meşrutiyeti Kürt aşiretlerine anlatmayı ve iyi niyetle karşılayıp yaşatmaya çalışmalarını sağlamaya çalışan Bediüzzaman, idarecilerden şikayetçi olan Kürt liderlere öncelikle kendi kusurlarını görüp ortadan kaldırmayı tavsiye etmiştir. Daha sonraki dönemde Türkçülük perdesi altında dini değerlere saldırılması, Arap ve Kürtlerin küstürülmesi girişimleri karşısında ise dönemin hükümetini ve liderleri ikaz etmiştir.

Coğrafyamızda asırlardan beri mevcut olan Kürtlük, Türklük, Araplık, Sünnilik, Alevilik, Ermenilik, Süryanilik, Yezidilik … belli zamanlarda tehdit olarak algılandığı gibi, bazı dönemlerde de hoşgörü ile karşılanmıştır. Tehdit olarak algılanıp yok edilmeye çalışılması, istenilen amaca hiçbir zaman ulaştırmadığı gibi, farklılıkların zenginlik yerine fiili tahribatlara dönüşme neticesini vermiştir. Cenabı Hak tarafından dünyamıza nakşedilen farklılıkların ortadan kaldırılması hiçbir şekilde mümkün değildir. Bununla birlikte fıtratta dercedilmiş bulunan milliyet sevgisinin de sökülüp atılması veya yok edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Kürdün Kürtlükle, Türkün Türklükle iftihar etmesi yadırganacak bir durum değildir. Ancak, iftihar etme duygusu diğerine hakareti ve yok saymayı netice vermemesi gerekir. İnsanın kendisiyle gurur duyması, yüceltmeye kalkması yadırganabilir ama milliyeti ile gururlanması yadırganmamalıdır. Çünkü kendi tercihimizle olmayan bu aidiyet Cenabı Hakkın iradesiyle olduğundan buna karşı çıkma değil, inayet olarak karşılamak görmek gerekir.

İslam ve Irkçılık

Hemen hemen bir çok dinin zıddına İslam, hiçbir milliyeti yok etmemiş, asimile yoluna gitmemiş, gayrı Müslimleri yok saymamıştır. Bunun en güzel örneği asırlar boyunca İslam idaresi altında yaşamış milletlerin kendi benliklerini yitirmemiş olmaları ve olduğu gibi korumalarıdır. Bu kimlik koruma hem Müslim hem de gayrı Müslimler için söz konusudur. Ne zamanki bu durum göz ardı edilmiş, o zaman da “başkasını yutmakla beslenen ırkçılık” kuvvet bulmuştur.

Bir taraftan ırkçılık, diğer taraftan sömürgecilik. Bu iki olgu Osmanlı Devletini parçalamış ve yok olmaya doğru götürmüştür. Osmanlı idaresinin bir kısım kusurlarının da etkisiyle dışarıdan empoze edilen ırkçılık, önce gayrı Müslimleri bünyeden koparmıştır. Aynı yolla İslam toplulukları da koparılma yoluna gidilmiştir. Bilindiği gibi Kürtlerin yaşadığı topraklar savaş ve silah yoluyla Osmanlı Devletine tabi olmamıştır. Kendi iradeleriyle Osmanlı Devletine tabi olan Kürtler, Türklerle birlikte asırlarca devam ede gelen kardeşliğin temelini atmışlardır. İki kavmi birbirine bağlayan en büyük rabıta İslam inancı olmuştur. Ortak inanç ortak neticeler ve meyveler vermiştir. Sevinç ve kederler ortak olmuştur.

Meşrutiyeti Doğru Anlama Gayreti

Bediüzzaman Said Nursi, doğudaki fiziki ve coğrafi zorluklara rağmen, çok değer verdiği meşru Meşrutiyeti doğru tanıtmak için büyük çaba sarf etmiş, karşılaştığı hava kendisini ümitsizliğe atma yerine daha da teşvik edici olmuştur. Münazarattaki; “… hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp , medine-i medeniyetin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid Dağının yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovasının meyvesidir, bir miktarı Beytüşşebap Deresinde, kırmızılanmış semeresidir…” şeklinde ifadeler içinde bulunulan sıkıntı ve hastalıklara çare olacak ilacın kendi yurtlarındaki varlığına işarettir. Bu ilaç ve meyveler İslam pınarıyla beslendikleri için ırkçı özellik değil müspet milliyeti ihtiva etmektedir. Dolayısıyla  temel esas menfi unsuriyet değil dinden kaynağını alan sevgi ve bağlılığı nazara vermiştir.

Bir çok ilaç vardır ki hitap ettiği hastalığa çaredir ve tedavi edicidir. Aynı ilaç bir başka hastalık için tam tersi bir netice verebilir ve hayati tehlikeleri beraberinde getirebilir. Buna rağmen ilaç ilaç olma özelliğini yitirmez. Yanlış kullanımdan veya teşhisten dolayı ortaya çıkan kötü netice ilacın değil, kullananın veya kullandıranın suçudur. İlacın kullanımından veya tavsiye edilmesinden evvel hastanın görülmesi, dinlenilmesi ve hastalığının yerinde teşhis edilmesi gerekir. En az tedavi yöntemleri kadar tabibin hastasını anlaması ve anlamaya çalışması, değer verdiğini her türlü fiiliyle ortaya koyması gerekir. Bu açıdan bakıldığında Kürt sorununun çözümünde bu güne kadar uygulanan yöntemlerde, bölge insanının tanınmaya, anlamaya çalışıldığını söylemek çok zordur.

Kürt sorununu sadece Cumhuriyet döneminde meydana gelen bir problem olarak görüp ona göre yaklaşımda bulunmak, teşhiste yeterli neticeyi vermez. En azından Osmanlı Devletine iltihak ettikleri tarihten günümüze kadar gelen süreci göz önünde bulundurmak gerekir. İltihaktan sonra bölgenin idari ve sosyal yapısına dokunmadan kendi halinde bırakılması, bir çeşit feodal yapının devam etmesi, devlet idaresinin halktan çok yerel yöneticilerle işi götürmeye çalışması bölgenin birçok açıdan geri kalmasını netice vermiştir. İdari yapı bu özelliğini devam ettirirken, eğitim kurumları olan medreselerin mevcudiyeti ise eğitime daha olumlu katkı yapmış, istenilen seviyede olmasa bile halka hizmeti deruhte etmiştir. Ancak, İmparatorluk genelinde giderek derinleşen çöküş bu bölgedeki medreseleri de etkilemiştir. Dolayısıyla halktan kopuk idari sistemin yanında, çağın gerisinde kalmış eğitim kurumları yaraya tuz biber ekmiştir.

Kürtlerin yaşadığı bölgelerin kendi kaderine terk edilmişliği, yerel yöneticilerin insafına bırakılması, çöküşü derinleştirdiği gibi daha fazla fukaralığı, bilimden yoksunluğu beraberinde getirmiştir. Hamidiye alayları feodal yapıyı belki de farkında olmadan daha da kökleştirmiştir. Cumhuriyet döneminde diğer bölgelerde feodal yapı yerle bir edilirken, bunun aksine olarak doğuda yaşatılmıştır. İlave olarak medreselerin kapatılması, yerine konan mekteplerin ise bölgede açılmaması, bir taraftan geri kalmışlığı devam ettirirken diğer taraftan devlet yönetimi ile halkın arasını ciddi bir şekilde açmıştır.

Kürtlerin içinden çıkan, onların sıkıntılarını ruhunda yaşayan, dertleriyle yanıp tutuşan Bediüzzaman Said Nursi, sözü edilen sıkıntıları her ortamda dile getirmiş ve eserlerinde kayda geçirmiştir. Kürtler hakkında karar merciinde bulunanlar, bölge insanını tanımadan, onların arasına girmeden, siyasi teşkilatlarını hiçbir şekilde onların arasına sokmadan hüküm verme yoluna gitmişlerdir. Başvurulan her yöntem bölge insanını anlamaya ve dertlerine çözüm aramaya çalışma yerine tedip etme şeklinde cereyan etmiştir. Buna karşı Nursi, her zaman Kürtlerin ana unsurun parçası olduklarını, tüm Anadolu insanının aynı kapta yoğrulmuş hamur hükmünde olduklarını, ortak değerlerin yaşatılması gerektiğini vurgulamıştır.

Medresetüs-Zehra modeli; bir açıdan medreselerin devamı ve aynı zamanda modern ilimlerle mücehhez olmalarıdır. Medrese-mektep çatışmasını medrese-mektep bütünleşmesine götüren, özellikle Kürt alimlerin istihdamı ile bir taraftan bunlardan istifade etmeyi sağlarken diğer taraftan yönetim ile köprü oluşturmasıdır. Özellikle eğitim açısından geri kalmışlığın yegane çaresidir. Bu modelle öngörülen Arapça, Türkçe ve Kürtçe dilleriyle eğitim-öğretim bir asır öncesinden ve daha ciddi bir şekilde ortaya çıkmadan halledilen ana dille eğitimin de çaresini ihtiva etmekteydi.

Bilindiği gibi medreselerin çöküş sürecine girmesinden sonra Osmanlı Devleti (Sultan Abdülhamit Dönemi Dahil) bu kurumları ıslah edememiş, kapatmamış ve adeta kendi kaderine terk etmiştir. Tanzimat ve özellikle Sultan Abdülhamit döneminde mektepler açılarak eğitimin ıslahına çalışılmıştır. Dolayısıyla Osmanlının son döneminde ağırlık mekteplerden medreselere kaymıştır. Cumhuriyet ile birlikte medreseler resmen kapatılırken, özellikle doğuda bu mektepler gayrı resmi yaşatılmaya devam edilmiştir.

Doğuda çok nadir olarak açılan ve hiçbir zaman ihtiyaca cevap veremeyen mekteplere halkın bakışı uzun süre olumlu olmamıştır. Bir taraftan medrese mezunları için hiçbir garantinin olmaması, devletin değil sadece bir kısım vatandaşın zekat ve yardımlarıyla yaşatılmaya çalışması bu kurumları giderek zayıflatmıştır. Mekteplerde görev yapan öğretmenlerin halkın değerlerinden uzak, inanç, gelenek ve görenekleriyle alay etmeyi maharet saymaları, Kürt çocuklarının okumasını kendi menfaatlerine uygun görmeyen ağaların ve bir kısım şeyhlerin bu okullara “şeytan mektepleri” şeklindeki nitelendirmeler halkı çok etkili bir şekilde bu yeni kurumlardan soğutmuş ve çocuklarını okutmamışlardır.

Medreselerin müntesiplerine ve mezun olacaklarına hiçbir gelecek vaat etmemesi, okulların halkın gözünde değer görmemesi bölgede okumuşluk düzeyini yıllar boyunca çok aşağılarda tutmuştur. Diğer taraftan mekteplerde eğitim dilinin Türkçe olması, öğretmenlerin büyük kısmının Kürtçe bilmemesi, okula gidenlerin başarısını olumsuz şekilde etkilemiş, öğrenciler birkaç yılı dil öğrenmekle geçirdikten sonra ancak normal eğitime başlamış ve anlatılanları anlayabilmişlerdir. Bu durum doğu ve batıda okuyan öğrenciler arasında ciddi farklara yol açmıştır.

Zehra Medresesi’nin Kazanımları

Yukarıda aktarmaya çalıştığımız eğitim tarihimizdeki bu gelişmeler göz önüne alındığında Medresetüz-zehra modeli daha da önem kazanmaktadır. Bu kazançları şöyle sıralamak mümkündür:

  1. Medreselerin çöküşünü hazırlayan en önemli sebeplerin başında fen bilimlerinin okutulmasının ihmal edilmesi ve bu alanda çağdaş gelişmenin çok gerisine düşülmüş olmasıdır. Fen bilimlerinin tekrar müfredata dâhil edilmesi bir taraftan bu kurumların tekrar ilerlemelerinin önünü açarken, mekteplerle aralarında cereyan eden çatışmayı ciddi bir şekilde geriletecekti.
  2. Çok az sayıda mektep açılmasına rağmen bu mekteplere karşı soğukluk ve dolayısıyla okur-yazar oranının ciddi düşüklüğüne veya arttırılamamasına yol açmaktaydı. Buna karşılık iyileştirilmiş ve modern ilimlerle teçhiz edilmiş medreseler daha çok insanın ilgisini çekecek ve okuma yazma oranını olumlu şekilde etkileyecekti.
  3. Harf inkılâbıyla okuryazar olan ve belli bir ilmi seviyesi olanlar bu özelliklerini bir gecede kaybettiler. Dolayısıyla bu durum Doğuda çok daha ciddi bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Oysaki Medresetüz-Zehra modelinde bir kısım mahalli medrese hocalarının istihdamı öngörülmektedir. Bu şekilde belki de atıl durumda olan bir çok alimin ilminden istifade edilebilecek ve bunların yeni medreselerde istihdamı ile hem kendileri istifade edecek hem de öğrenciler medrese birikimi olanlardan istifade etmiş olacaklardı.
  4. Günümüzde en çok tartışılan konuların başında ana dil ile eğitim konusu gelmektedir. Yeni kurulacak medreselerde Türkçe dilinin yanında Kürtçe ve Arapçanın da eğitim dili olarak kullanılması çok önemli faydalar sağlayacaktı. Kürt vatandaşlar medreselere çok rahat bir şekilde gidebilecek ve dil sorununu yaşamayacaktı. Arapçanın okutulması ve öğrenilmesi ise bu medrese öğrencilerinin başta Ortadoğu olmak üzere birçok İslam ülkelerine gitmeleri ve oradaki bilimlerden istifade etmeleri, kendilerinin de gittikleri yerlerde ilim-irfana katkıda bulunmaları eskiye oranla çok daha rahat olacaktı.
  5. Mekteplere uzak duran buna karşılık medreselere daha sıcak bakan yöre insanları ile medreseler arasında çok sıcak ilişkiler kurulabilecek, zaten vermekte oldukları zekât ve fitre gibi ödemeleri bu yeni kurumlara aktararak ciddi bir maddi destek sağlayabileceklerdi. Bu yolla okul-aile-vatandaş bütünleşmesi sağlanacaktı. 

- Reklam -