Kürtler, binlerce yıldan beri Mezopotamya topraklarında yaşamaya devam ediyorlar. Zengin ve verimli topraklara sahip olan bu bölge, hep başka insanların dikkatini çekmiş, iştahını celp etmiş ve saldırılarına maruz kalmıştır. Bu süre zarfında bölge onlarca medeniyete beşiklik yapmış, kanlı savaşlara sahne olmuştur. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan ve tarih boyunca milyonlarca insana hayat veren bu bölge, önemini her geçen gün artırarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Kürtlerin, Müslüman olmadan önce büyük bir çoğunlukla Zerdüşt inancında oldukları bilinmektedir. Zerdüştlük dini, İran başta olmak üzere; Irak, Afganistan, Pakistan ve Hindistan bölgesinde yaygın olarak mensupları olan bir dindi. Zerdüşt’ün bir Peygamber olduğunu iddia edenler olmuştur. Bunlara göre, bu din zamanla esas kimliğinde uzaklaşmış ve çevrede bulunan batıl bazı inançları bünyesine alarak farklı bir hüviyete bürünmüştür. İslamiyet, ortaya çıkmasıyla birlikte bu bölgede hızlı bir şekilde yayılmaya başlamış ve bunun neticesinde de Zerdüştlük dini gerilemiş ve neredeyse bitme noktasına gelmiştir.
639 yılında İslam Kumandanı Halid Bin Velid komutasındaki İslam orduları, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin büyük bir kısmını fethetmiş ve bölge İslam devletinin sınırları içine girmiştir. Zerdüştlük inancını benimseyen insanların büyük bir çoğunluğu, İslamiyet’i tanıdıktan sonra kendi istekleri ile Müslüman olmuşlardır. Kürtler, Türklerden yaklaşık 200 yıl önce İslamiyet’i kabul ettiler. Türkiye sınırları içindeki en eski camii, 639 yılında tarihi Mar-Toma Kilise ’sinden çevrilen Diyarbakır Ulu Camii’dir. Bugün çok az sayıda Yezidi’nin dışında Kürtlerin yaklaşık % 98-99’u Müslümandır.[1]
Bu yıllardan itibaren bölge, Arapların hâkimiyeti altına girmiş ve bunun sonucu olarak da Arap kültürü hızla yayılmaya başlamıştır. Emeviler ile başlayan Arap-İslam Hâkimiyeti, bu devletin yıkılması ile birlikte Abbasilere geçmiştir. Abbasilerin egemenliği devam ederken, bölgede bulunan Diyarbakır gibi bazı şehirler, büyük güç kazanan Selçukluların yönetimi altına girmiştir.
Malazgirt Savaşı’nda Kürtler Alpaslan’ın yanında yer aldı. Diyarbakır ve Cizre bölgesinde hüküm süren Mervani Kürtleri, 10 bin kişilik bir kuvvet ile Bizanslılara karşı Selçuklularla birlikte savaştı. Böylece Anadolu’nun kapılarının Türklere açılması için Kürtler, mümin kardeşleri ile omuz omuza İslam kardeşliğinin gereğini yerine getirdi.[2]
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türkler, Anadolu içlerine doğru fetihler yaparak ilerlerken, Kürtler kendi bölgelerinde, kendi kültür ve gelenekleri ile yaşamaya devam ettiler. Bu kardeşlik ve komşuluk ilişkileri, hiçbir zaman ırk mefhumunun gerisinde kalmadı.
Eyyubi Devleti ise, XII. Yüzyıldan itibaren bölgede yönetimi ele geçirdi. Bölgede doğup büyümüş bir Kürt olan Selahaddin-i Eyyubi zamanında, etrafta bulunan çok sayıda sancak ve livalara Eyyubi Devletinin yöneticileri atandı. Selahaddin-i Eyyubi, bir Kürt devleti kurmaktan ziyade bir İslam devleti kurdu. Ümmet anlayışı ile bütün Müslümanlara hizmet eden bir yaklaşım ile hükümran oldu. 1138–1193 yılları arasında yaşayan Selahaddin, Kudüs Fatihi olarak bilinir. Haçlı ordularını defalarca mağlup eden Selahaddin, Büyük Selçukluların Halep Valisi olan Nurettin Zengi’nin bir komutanı iken, kendisinin vefatında sonra bağımsız bir devlet kurarak başına geçti.
Said Nursi, Şark aşiretleri içinde gezip onların suallerini cevaplandırırken, ‘’Medar-ı Fahriniz Selahaddin-i Eyyubi’’ ifadesini kullanmaktadır. Selahaddin, Mısır’a kadar uzanan büyük bir coğrafyada yönetimi ele geçirdi. Hazret-i Ömer tarafından fethedildikten 460 sene sonra yeniden Haçlıların hâkimiyetine geçen Kudüs’ü, 88 yıl süren Haçlı hâkimiyetinden, Selahaddin-i Eyyubi komutasındaki İslam orduları kurtardı. Kendisini tanıyan herkesin üzerinde ittifak ettiği en büyük husus, kendisinin çok yüksek hasletlere sahip olması, yüksek takvası, hakkaniyet ve adalet üzerine bina edilen bir yönetim anlayışı ile İslam’a hizmeti hayatının en büyük gayesi olarak gören bir düşünce sahibi olmasıdır. Şam’da vefat eden Selahaddin, Emevi Camisinin yakınındaki mezara defnedildi.
Akkoyunlu ve Karakoyunlular da bölgede bir süre egemenlik kurmaya çalıştılar. Bu bölge, XII. Yüzyılın ortalarında Moğol Hükümdarı Hülagu’nun ve XV. Yüzyılın başlarında Timur’un orduları tarafından istila edildi. Bu istilalar sırasında çok büyük can kayıpları yaşandı. Şehirlerde büyük tahribat meydana getirildi. Kısa bir dönem süren Akkoyunlu egemenliğinden sonra, bölge Safevilerin eline geçti. Şah İsmail kısa sürede bütün bölgede hâkimiyeti ele geçirdi. Bazı şehir ve köyleri savaşarak ve bazılarını da savaşmadan barış yolu ile topraklarına kattı. Bölgeyi tamamen hâkimiyeti altına aldıktan sonra Sünni- Kürt Müslümanlarını çok rahatsız eden icraatlara başladı. Savaşmadan teslim olan bazı şehirleri yerle bir etti ve çok sayıda insan öldürdü. Mezhep taassubu sonucu, Sünnilere ait birçok türbe, zaviye ve mescitleri yıktırdı.
Cizre direnince, burayı uzun bir kuşatmadan sonra ele geçirdi ve şehri tam bir harabeye çevirdi. Çoluk-çocuk, Müslüman-Hristiyan demeden halkı kılıçtan geçirdi. Kendisi ile görüşmek isteyen Kürt Beylerini tutuklayarak zindana attırdı. Bütün bu olaylar Kürt halkında büyük bir tepki ve nefret uyandırmaya başladı. Bu şekilde bölge halkının nefretini kazanan Şah İsmail, bir yerde kendi sonunu kendi elleriyle hazırladı. Tutuklanan Kürt Beylerinden Hasankeyf Emiri ve aynı zamanda Şah İsmail’in kız kardeşi ile evli olan Halil Eyyubi (Xalilê Çav Sor) Tebriz zindanından kaçmayı başardı ve Şah İsmail’e karşı Kürt direnişini örgütlemeye başladı.
Bin yıla yakın bir süre ile Anadolu coğrafyasında Türkler ve Kürtler ciddi hiçbir çatışma içine girmeden kardeşçe yaşadılar. Bu kardeşliği çatışmaya çevirecek boyutta önemli sosyal hadiseler meydana gelmedi. Meydana gelen bazı ufak çaplı olaylar da o zamanlar çok canlı olan İslam Kardeşliği kalkanına çarparak büyümeden bertaraf edildi.
Bu birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının en önemli nedeni İslam’ın getirdiği ‘’müminler arasında mecburi kılınan kardeşlik ruhu’’ ile ‘’husumetin ve ırkçılığın yasaklanması’’ hükümleri idi. Bunlar birçok Kur’an ayeti ile açıkça ifade edilmiş ve sağlam bir dini geleneğin var olduğu bu topraklarda, sosyal hayatın en önemli şiarları haline gelmişti.
İttihad-ı İslam idealini hayat felsefesi haline getiren Yavuz Sultan Selim Doğu seferine çıkarken aynı inancı paylaşan insanlar arasında kalıcı bir kardeşlik ve beraberliğin tesisi için büyük gayret gösterdi. Bu konunun Kürt aşiretleri arasında anlatılması ve kabulü yönünde önemli Kürt bilginlerinden olan İdris-i Bitlisi ile görüş birliğine vardı. Kürt aşiretlerinin de maksadı bu idi. İttihad-ı İslam düşüncesi her iki tarafın da benimsediği bir ideal olarak ortaya çıkınca anlaşmak hiç de zor olmadı.
Yavuz Sultan Selim, bu aşiretleri kendi iç işlerinde serbest bıraktı. Bu büyük bölgesel desteği yanına alan Yavuz Sultan Selim, Safevi Sultanı Şah İsmail’e tarihinin en büyük yenilgisini yaşattı. Bu bölgede yaşayan Kürtler, kendi kimliklerini rahat bir şekilde ve hiçbir müdahaleye maruz kalmadan yaşadılar. Bugünkü anlamda federal sistem diyebileceğimiz bir yönetim modeli gerçekleştirildi. Kürt aşiretleri sefer zamanında kendi güçleri nispetinde Osmanlı Ordusuna asker gönderdiler. Vergilerini verdiler. Dışarıdan herhangi bir saldırı söz konusu olacaksa, bu bölgenin de güvenliği Osmanlı Devletinin güvencesi altında bulunmaktaydı. Yüzyıllar süren bir kardeşliğin temeli böyle sağlam bir zeminde ve karşılıklı güven ve saygı esasları içinde atıldı. Bu birliğin gerçekleştirilmesi sonucu Safeviler zayıfladı ve Doğu Anadolu bölgesinden tamamen silindiler. Orta Doğu ve İslam Âleminin Osmanlı topraklarına katılması için yapılacak seferler, bu beraberlik sağlandıktan sonra daha da kolaylaştı.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında, bu antlaşma hükümleri yenilendi, Kürtlere yeni haklar verildi. Kürt Beyliklerinin (Hükümet-i Ekrad) yetkileri arttırıldı. Klasik Osmanlı Sancağı Beylikleri için yapılan atama düzeni, Hükümet-i Ekrad için uygulanmadı. Kürtler kendi Beylerini diledikleri gibi atamada serbest bırakıldı. Doğuda sağladığı bu rahatlık ve karşılıklı güven esasına dayanan yönetim anlayışı neticesinde, Kanuni Batı seferlerine ağırlık verdi, başarıdan başarıya koştu.
1639 yılında Osmanlı Devleti ile İran Safevi Hükümdarlığı arasında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Kürt bölgesinin büyük bir kısmı Osmanlı Devletinde kalmak üzere bir kısmı Safevilere bırakıldı. Bu bölünme durumu, bazı Kürt aşiretlerinde hoşnutsuzluk meydana getirmişse de çok büyük olaylar meydana gelmedi.
Tanzimat Fermanı ve Sonrasında Kürtler
Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi arasında mutabakatın sağlanması ve buna hemen hemen bütün Kürt aşiretlerinin katılmasından sonra, yaklaşık üç yüz elli yılı aşkın bir süre ile bu topraklarda tam bir birlik ve beraberlik rüzgârları esti. 1789 yılında patlayan Fransa Büyük İhtilali ile birlikte dünya milletleri içinde gelişmeye başlayan eşitlik ve hürriyet düşünceleri, Osmanlı Devletinde yaşayan gayrı Müslim milletlerde, ayrı devletler kurma eğilimi oluşturmuştur. Bu gayrı Müslim milletlerde uyanan milliyetçilik düşüncesi, devlete sahiplenme düşüncesiyle İttihat ve Terakki mensubu bir kısım Türk aydınlarında da gelişmeye başlayınca, asırlarca İslam kardeşliği ile sadık bir millet olarak Osmanlı Devleti bağlı olarak yaşayan bazı Kürt aydınlarında da aksülamel olarak ‘’Kürt Milliyetçiliği’’ fikri oluşmaya başlamıştır.
19. yüzyılın başlarından itibaren, bütün Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinin arttığı ve ırkçılık fikriyatının neşv ü nema bulması için büyük gayretlerin gösterildiği bir döneme girilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunu bölüp parçalamak için en iyi yolun bu olduğunu düşünen Avrupalı yöneticiler, bu maksatla hummalı ve sistematik bir çalışma içine girdiler. Açılan misyoner okullarının bu faaliyetlerin merkez üssü olduğu görülmektedir.
Bu okullar bir yandan bölgenin Hıristiyanlaştırılması için çok yoğun bir şekilde faaliyetlerde bulunurken, diğer yandan da Osmanlı Devleti’ni zor durumda bırakmak için ırkçılık tohumları ekmekten ve bu amaçla propaganda yapmaktan geri durmuyorlardı. Bu menfi fikir ve cereyanlara karşı yeterli oranda aydınlanma ve eğitim faaliyetlerinde bulunulmadığı için bu menfi düşünceler ve ırkçılık fikrinin, dini duyguların çok kuvvetli olmadığı kesimlerde ma’kes bulduğu gözlenmektedir. Misyonerlerin açtığı okullar ve sonuçları ile ilgili olarak Muhammed Abduh şunları yazmaktadır:
‘’Nerede Müslüman bir bölge varsa, orada bir Amerikan okulunun veya bir başka Avrupa dini cemaatinin okulunun bulunduğunu görüyoruz. Müslümanlar çocuklarını, dünyevi refah açısından yararlı olur ümidiyle buralara gönderiyorlar. Gençlik çağının heyecanlı dönemlerinde yabancı okullara giden Müslüman çocukları, bu okullarda tahsil hayatları boyunca İslam’a ve temel esaslarına aykırı şeyler duyuyor veya yaşıyorlar. Kulaklar, babalarının inançlarına hakaret eden laflarla doluyor. Öğrenim çağı tamamlanmadan, kalpleri her çeşit İslami inançtan sıyrılıyor ve İslam adı altında yeni bir nesil ortaya çıkıyor. Bununla da kalmayıp kendilerini kirleten şeyleri, söz ve fiilleriyle cemiyet içinde de yaymaya başlıyorlar.’’[3]
Bu dönemlerde başlayan isyan ve kıpırdanmaların en önemli sebeplerinden birisi de, Osmanlı Devletinin zayıflaması, uğradığı mağlubiyetler ve kendini tam anlamıyla yenileyememesi sonucu, rakipleri karşısında zayıf konuma düşmesidir. Dışarıda zayıflayan ve cephelerden mağlubiyetlerle dönen bir ordunun ve devletin, içeride de elinin zayıflayacağı ve bazı iştahları kabartacağı inkâr edilemez. Avrupa’da ve Balkanlarda giderek gerileyen ve devamlı toprak kaybeden Osmanlı Devleti’nin düşmanları boş durmamış ve dâhili ihtilaflarla daha da zayıf duruma düşürmek için yoğun gayret göstermişlerdir.
Osmanlı Devleti, düştüğü bu hazin durumdan kurtulmak için bazı teşebbüslerde bulundu. Önce 1808 yılında Sened-i İttifak kabul edildi. Ardından Tanzimat Fermanı ve daha sonra Islahat Fermanı kabul edildi. Ardı ardına kabul edilen bu iki ferman ile Osmanlı Devleti’nde kötü gidişe dur demek için bazı çalışmalar yapılmak istenmiş, Anayasal düzene geçişin başlangıcı olarak kabul edilen bu fermanlar istenilen etkiyi yapmamış ve kötü gidişe dur diyememiştir. Tanzimat Fermanı sonunda Osmanlı İdari yapılanması yeniden düzenlenmiş, vergi sistemi değiştirilmiş, eyalet ve sancak sınırları yeniden belirlenmiştir. Merkezi otoritenin güçlendirilmesi amacıyla, Kürt eyalet ve sancaklarına verilen yetkiler azaltılmış ve bir kısmının da idari yapılanmasına son verilmiştir. Bu durum bazı Kürt Sancaklarında ve Beylerinde huzursuzluk meydana getirmiş, bazı hareketlenmeler gözlenmiştir.
Bedirhan Paşa ve Cizre İsyanı
Osmanlı döneminde ilk ciddi ayaklanma Bedirhan Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Bedirhan Bey 1802 yılında Cizre’de doğmuştur. Dedesi Abdülaziz Paşa Diyarbakır Valiliği yapmıştır. Babası Cizre Beyi olan Mir Abdullah’ın vefatından sonra önce amcasının oğlu Mir Seyfeddin ve ardından abisi Mir Salih Cizre Beyi olmuş, fakat her ikisi de siyasi işlerle ilgilenmeyi sevmedikleri ve daha çok sofimeşrep olduklarından dolayı kısa süre sonra görevlerinden çekilmişler ve 1821 yılında Mir Bedirhan Cizre Beyi olmuştur. 19 yaşında Cizre Emiri olan Bedirhan Bey, öncelikle çevre yerleşim yerlerinde baş gösteren otorite bozukluğunu düzeltmiş ve kısa sürede bölgenin hâkimi olmuştur. Şeyhülislamlık görevi yapan Molla Abdulkuddus çok meşhurdur. 1827 yılında yapılan Osmanlı Rus Savaşına 20 bin atlı ile katılmış ve Osmanlının zaferinde büyük rol oynamıştır.
1837 yılında meydana gelen Dergul isyanı ve Said Bey isyanlarında Osmanlı’nın saflarında yer almış ve isyanların bastırılmasında büyük emek harcamıştır. Osmanlı Devletinin en sadık beylerinden birisi olan Bedirhan Bey, 1839 yılında Nizip’te Osmanlı’nın saflarında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya karşı savaşmış ve bu yenilginin sonunda birçok yakın adamını kaybetmiştir.
Mir Bedirhan bu yıllarda Doğu ve Güneydoğu ile şimdi Suriye ve Irak sınırlarında kalan birçok aşireti birleştirerek büyük bir itibar kazandı. Cizre-Botan bölgesinde büyük reformlar yaptı. Halkın vergi yükünü büyük oranda hafifletti. Topraksız köylülere toprak dağıttı. Asayiş tam manasıyla sağlandı. Başka bölgelerden çok sayıda insan bu gelişmeler üzerine Cizre-Botan bölgesine göç etti.
Cizre Diyarbakır’a bağlı iken Musul Valisi Mehmet Bey’in isteği ve ısrarı üzerine Musul’a bağlandı. Musul Valisi ile Mir Bedirhan’ın arası iyi değildi. Musul Valisi, ısrarla bazı bahaneler ileri sürerek, Mir Bedirhan’ı birçok rapor ile merkezi hükümet nezdinde kötüleme gayretlerine girişti. Mir Bedirhan da tekrar Diyarbakır’a bağlanmak için bazı teşebbüslerde bulundu, ancak muvaffak olamadı.
Bu sıralarda 1843 yılında Hakkâri bölgesinde Nasturi Ayaklanması meydana geldi. Nasturiler Botan bölgesinin de bazı yerleşim yerlerine saldırırdılar. Nasturi Patriği Marşemun’un verdiği fetva üzerine çok sayıda Müslüman öldürüldü. Mir Bedirhan bu gelişmeler üzerine ordusunu toplayarak Nasturilerin üzerine yürüdü. Nasturi isyanı kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu çatışmalar sırasında her iki taraftan da çok sayıda insan öldü.
Nasturi Patriği Marşemun kaçarak Musul’a gitti ve İngiltere Konsolosluğuna sığındı. İngiliz ve Fransızlar bu olaydan sonra büyük bir kötüleme kampanyasına girişerek Mir Bedirhan’ın Osmanlı Devleti nezdindeki itibarının düşmesine sebep oldular. Bunu hazmedemeyen Mir Bedirhan bağımsızlığını ilan ederek adına hutbe okuttu ve para bastırdı. 1846 yılında Osmanlı Hükümeti Mir Bedirhan’ın üzerine ordu gönderdi. Yeğeni Yezdin Şer de Osmanlı Hükümeti ile anlaştı. Mir Bedirhan Cizre’den çekilerek Hevreh Kalesine sığındı. Burada komutanları ve kurmayları ile yaptığı toplantılar sonucu, âlimlerin de görüşünü alarak bu yaptıklarının İslami yönden asilik olduğu sonucuna varıldı. Mir Bedirhan bu karar üzerine, canı, malı ve ailesinin korunması karşılığında teslim olmayı kabul etti.
Bedirhan Bey ve Cizre yönetiminin elebaşları önce Samsun’a ve oradan da İstanbul’a götürüldü. Padişah Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkarıldı. Sultan Abdülmecid Bedirhan Bey’e neden isyan ettiğini sorunca O da bu soruya Ömer Hayyam’ın bir beyti ile karşılık verdi: ‘’Benim fena olan hareketime sen de karşılık verirsen aramızda ne fark kalır.’’ Bu cevap Sultan Abdülmecid’in çok hoşuna gitti. Bedirhan Bey’i affetti ve Musul Valisi’nin oyununa geldiğini anladı. Birçok ihsanlarda bulunarak maaş bağladı.
Girit adasına mecburi ikamet için gönderdi. Bedirhan Bey aile efradı ile birlikte Girit’te on sene kadar yaşadı. Şeyhülislam Abdulkuddus ve Şeyh Abdulgani de Girit’e gönderildi. Bu on yılın sonunda Girit adasında Osmanlı Devletine büyük yararlar sağladığını gören Sultan Abdülmecid, Bedirhan Bey’i affetti ve isterse İstanbul’a dönebileceğini bildirdi. Padişah, kendisine yüz elli bin kuruş ve hususi bir vapur göndererek İstanbul’a dönmesini sağladı.
Bedirhan Bey, İstanbul’da kaldığı süre içerisinde Padişah’ın emri üzerine meydana gelen isyanları bastırmak için iki sefer Girit’e gitti. Bu sırada büyük yararlılıklar gösterdi. Sultan Abdülmecid’in emri ile 1858 yılında Paşa’lık unvanı ile ödüllendirildi. Çok sayıda hediye ve ihsan verildi. Bu isyan hareketlerinin bastırılmasından sonra bir süre Girit’te ikamet etmeye devam etti. Daha sonraları Padişah’a yaptığı bir müracaatı kabul edildi. Bunun üzerine ailesi ile birlikte Şam’a yerleşti. Şam’da vefat etti ve buraya defnedildi. Ailesine mensup çok sayıda kişi ve bazı evlatları İstanbul’da kaldılar.[4]
Bedirhan ailesi sonraki yıllarda da kendisinden çok bahsettirdi. Torunu Celadet Bedirhan, Kürtçe alfabeyi ve grameri hazırladı. Kamuran Bedirhan, uzun yıllar Paris’te yaşadı ve Paris Kürt Enstitüsü’nde faaliyetlerde bulundu. Yine torunlarından Vasıf Çınar; Atatürk tarafından Milli Eğitim Bakanlığına getirildi. Vasıf Bedirhanzade’ye ‘’Çınar’’ soyadı, ‘’sizin aileniz çok köklü bir ailedir, tıpkı çınar gibidir’’ diyen Atatürk tarafından verildi. Bu ailenin önde gelen isimleri arasında Tarihçi Cemal Kutay ve Dışişleri eski Bakanlarından Emre Gönensay da bulunmaktadır.
Bu Dönemdeki Diğer Kürt İsyanları
Soran Beyi Rewanduzlu Mehmed Paşa, 1830 yılında Osmanlı İdaresine başkaldırdı. Birçok Kürt Beyini yanına alarak sınırlarını genişletti. İngilizler, İran ve Osmanlı yönetimi ile anlaşınca 1837 yılında Mehmed Paşa, Reşid Paşa tarafından Rewanduz’da kuşatıldı. Birçok Osmanlı Bey’i de Mehmed Paşa’ya verdikleri desteği geri çektiler. Halifeye başkaldırmanın haram olduğu konusundaki fetva üzerine Mehmed Paşa teslim oldu. İstanbul’a götürüldü. Görevine tekrar iade edildi. Dönüş yolunda Amasya’da bir suikast sonucu öldürüldü. Bunun üzerine kardeşi Resul Bey, Rewanduz Soran Beyliğine atandı. 1847 yılında ise bu beylik tamamen ortadan kaldırıldı.
1837 yılında Şengal (Sincar) ve Telafar bölgesinde yaşayan Yezidiler vergi vermeyi red ettiler. Sivas Müşiri Hafız Paşa, konuyu halletmek için Kürt Mehmet Paşa’yı görevlendirdi. Buraya bir sefer düzenleyen Mehmet Paşa, Yezidileri mağlup etti. Binlerce Yezidi çocuğu asker olarak yetiştirilmek üzere alaylara teslim edildi. Ordu daha sonra Cizre bölgesinde isyan eden Yezdin Şer’in dayısı Said Bey’in üzerine yürüdü. Bu operasyona Bedirhan Bey’de destek oldu. Said Bey, teslim alındı. Bu ordu, daha sonra Garzan (Kozluk-Sason) bölgesinde meydana gelen olayları bastırmak için bu bölgeye gitti. Buradaki olaylar çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu olaylar sırasında binlerce masum insan hayatını kaybetti. Bölgede meydana gelen bu olayları sırasıyla bastıran ordu, daha sonra isyan eden Amidiyeli İsmail Paşa’nın üstüne gidildi. Barzan’a sığınan İsmail Paşa canının kurtardı ve isyan bu şekilde bastırıldı. Hoşap bölgesinde isyan eden Han Mahmud’un isyanı ise, bölgede bulunan Kürt mirlerinin yardımı ile 1839 yılında bastırıldı.
Osmanlı Döneminde olan Kürt isyanları arasında Nakşibendî Tarikatının büyük Şeyhlerinden olan Şeyh Ubeydullah’ın Şemdinli’de başlayıp büyük bir alana yayılan isyanından da bahsetmek gerekir. Aslında Şeyh Ubeydullah Sultan Abdülhamid’e ve Hilafet müessesesine son derece bağlı idi. Mevlana Hald-i Bağdadi’nin halifelerinden Şemdinanlı Seyyid Taha’nın oğlu olan Seyyid Ubeydullah’ın milliyetçi bir vizyonu ve ulus-devlet kurma fikri yoktu.[5]
1880 yılında Hac vazifesini ifa etmek için gittiği Hicaz’dan dönerken İstanbul’a uğramış ve Sultan Abdülhamid ile görüşmüştü. Sultan’da büyük alaka gören ve aldığı nadide hediyelerle birlikte Van üzerinden memleketine dönerken uğradığı her yerde çok büyük ilgi görmüş ve binlerce kişi tarafından karşılanmıştı. Bütün Kürt ileri gelen ağa, bey ve şeyhlerin büyük hürmet gösterdiği Seyyid Ubeydullah hakkında bölgede birçok söylenti çıkarılmıştı. Bu söylentilerin başında Ermeni katliamı yaptıracağı sözleri geliyordu. Böyle bir durum söz konusu olmadığı gibi tamamen farklı bir olay ortaya çıktı. İran Şahı ayrıca bazı Kürt ileri gelenlerini de öldürtmüştü. Şeyh Ubeydullah-ı Nehri yönetimindeki bölgeye İran Kürtleri tarafından verilen vergiyi, İran Şahı almak isteyince, olaylar çıkmaya başladı.
Kürt Aşiretleri bu vergilerini İran Şah’ına vermek istemediler ve Şeyh Ubeydullah’tan yardım istediler. Kürtlerin dini lideri olan Şeyh Ubeydullah, bu talep üzerine harekete geçti. Ermeni ve Süryanilere dokunmamak şartıyla birliklerine hareket emri verdi. Bunlara güvenlik işaret olarak evlerine asmaları için mavi bayraklar dağıtıldı. Büyük bir bölgede kontrolü sağladı. İran’daki çok sayıda Kürt aşireti de Şeyh’in kuvvetlerine katılmaya başladılar. Bu kuvvetler Tebriz’e doğru yürümeye başladı. İran Şahı, Osmanlı Devletini ve Avrupa ülkelerini protesto etti. Büyük baskılar karşısında harekete geçen Osmanlı ordusu Şeyh’in daha fazla ilerlemesine müsaade etmediler.
Bu gelişmeler üzerine Osmanlı ordusu Şeyh Ubeydullah’ın karşısında yığınak yapmaya başladı. Şeyh Ubeydullah, kan dökülmesine mani olmak için geri çekildi, teslim oldu ve İstanbul’a götürüldü. Oradan da Mekke’ye gönderilen Şeyh Ubeydullah, 1883 yılında burada vefat etti. Şeyhin vefatından sonra, oğlu Seyyid Abdülkadir’in İstanbul’a, diğer oğlu Seyyid Sıddık’ın Şemdinan’a dönmesine izin verildi.[6]
Irak’ın Barzan bölgesinde, Molla Mustafa Barzani’nin ağabeyi ve Mesud Barzani’nin amcası Şeyh Abdüsselam liderliğinde önemli ve geniş otorite sahibi bir tarikat yapılanması vardı. Barzani ailesinin Yahudi olduğuna dair, doğru olmayan, hiçbir belgeye dayanmayan ve Kürt düşmanlığı oluşturmaya yönelik bir iddia zaman zaman gündeme getirilmektedir. Böyle bir iddia kesinlikle doğru değildir. Ailenin bilinen yüzlerce yıllık geçmişinin Müslüman-Sünni-Şafii olduğu bilinmektedir. Esasında hiçbir Kürt Yahudi de mevcut değildir. Kürdistan’da yaşamış Yahudiler vardır ve bunların çok büyük bir çoğunluğu da İsrail’e göç etmişlerdir. Tıpkı Türkiye’de yaşayan Yahudiler olduğu gibi. Bunların Türkçe konuşması ve Türk kültüründen etkilenmiş olmaları onların Türk olduğunu göstermediği gibi, aynı durum Kürtler için de geçerlidir.
Barzani ailesinin büyükleri, aynı zamanda Mevlana Halid’in halifesi, Seyyid Taha’ya bağlı Barzan Nakşibendî tarikatının şeyhi idiler. Bölgedeki Kürt aşiretleri üzerinde önemli bir otoriteye sahip olan Şeyh Abdüsselam, 1907 yılında bölgedeki tüm aşiretlerin katıldığı bir toplantı yaptı. Bu toplantıda bazı kararlar alındı ve bu talepler Osmanlı yönetimine bildirdi. Bu talepler arasında; ‘’bölgelerinde Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi, mülki idarecilerin Kürtçeyi iyi konuşanlardan seçilmesi, mahkemelerde hükümlerin İslam şeriatına göre verilmesi, vergilerin de bölgenin imarı ve okulların açılması için harcanması’’ gibi maddeler vardı.
Hükümet, bu talepleri kabul etmedi ve Barzan bölgesinin üzerine asker gönderdi. Bölgedeki bazı Kürt aşiretleri de hükümet kuvvetlerini destekledi ve bunun sonucu olarak Şeyh Abdüsselam’a bağlı kuvvetler Hakkâri bölgesine çekildi. Barzani, 1908 yılında bölgeye geri döndü ve yeniden kontrolü sağladı. Bundan sonra Musul Valisi Esad Paşa’nın olumlu ve yapıcı tavrı sayesinde anlaşma sağlandı. 1913 yılında Musul’a vali olarak atanan Süleyman Nazif’in baskıları sonucu Şeyh Abdüsselam yeniden isyan etti. Hükümet kuvvetlerinin üstün gücü karşısında yenilen Şeyh Abdüsselam, İran’a sığınmak zorunda kaldı.
Gengeçin köyünde misafir olduğu bir sırada Sofi Abdullah’ın hükümet kuvvetlerine haber vermesi üzerine bir baskın sonucu yakalanan Şeyh Abdüsselam Musul’a götürüldü ve burada Vali Süleyman Nazif’in emriyle idam edildi. Musul meydanında ağabeyi Şeyh Abdüsselam’ın idam edilmesine şahit olan ve o zamanlarda 11–12 yaşlarında bulunan Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani, o günleri anlatırken, bu tabloyu gördükten sonra, hayatı boyunca hiçbir hükümet kuvvetine teslim olmama kararı verdiğini söyler. Şeyh Abdüsselam’ın idam edilmesinden sonra Barzani tarikatının başına kardeşi Şeyh Ahmed geçmiştir.[7]
Bazı Osmanlı aydınlarının gayretleri sonucu 1876 yılında II. Abdülhamit tarafından Meşrutiyet ilan edilmiş, hazırlanan Anayasa kabul edilmiş ve Meclis-i Mebusan toplanarak bir çıkış yolu arama gayretlerine devam edilmiştir. Bu dönemde 93 Harbi olarak da anılan 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşında alınan büyük mağlubiyet bütün dengeleri değiştirmiş, Meclis’te ülkenin bölünmesi yönünde talepler seslendirilince, öteden beri ülkenin böyle bir ortama hazır olmadığını düşünen Sultan Abdülhamit, yeniden bütün ipleri eline almış, anayasayı rafa kaldırmış ve Meclis-i Mebusan’ı dağıtmıştır. Osmanlı Devlet’inde 30 yıl kadar sürecek bu dönem, “İstibdat Dönemi’’ olarak adlandırılmış, bir nevi baskı ve susturma politikası ile meseleler bastırılmış, ancak sorunlar giderek büyümüş ve patlama noktasına gelmiştir.
İttihat ve Terakki Dönemi
Osmanlı döneminde bazı Kürt hareketlerinin ortaya çıktığından ve bunların bazı devlet kurma teşebbüslerinde bulunduğundan yukarıda bir nebze de olsun bahsedildi. Ancak bu hareketlerin hepsinde ırk unsurunun izleri varsa bile bunlar esas itibariyle bir aşiret ve beylik hareketleri idi. Bu teşebbüslerde ‘’Millet’’ fikrinin daha geri planda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Esas itibariyle Kürtçülük fikri, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ipleri tamamen ele geçirmesi ile birlikte, Türkçülük düşüncesinin yaygınlaşması ve bir devlet politikası haline gelmesine bir tepki olarak, bu zihniyete bir ‘’aksülamel’’ olarak ortaya çıkmıştır.
Müsavat, Adalet, Uhuvvet ve Hürriyet kavramlarını bayraklaştırarak propaganda yapan İttihat ve Terakki’nin cazibesine birçok Türk, Arap, Arnavut aydını kapıldığı gibi, birçok Kürt aydın ve ileri geleni de kapılmış ve bu cemiyete destek vererek, bu düşüncelerin Osmanlı toplumunda egemen olması için çalışmaya başlamışlardır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, devlete bütünüyle egemen olduktan sonra, başlangıçta savunduğu bazı görüşlerinden vazgeçerek, Osmanlılık kavramının yerine Türklük düşüncesini savunmaya başladı. Osmanlı Devlet’inde özellikle İslam milletleri arasındaki ayrışma, bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ile başlamıştır. İslam Milletleri arasında en birleştirici bağ olan İslam Kardeşliği düşüncesinin zedelenmeye başlaması ve bu manaları barındıran ‘’Osmanlılık’’ fikrinin ikinci plana itilerek yerine Türkçülük fikrinin kuvvet kazanmaya başlaması ile birlikte, dâhilde de kavga ve çekişmeler eksik olmamıştır. Burada İslam milletleri arasına ırkçılık fikrini aşılayarak onları birbirlerine düşman etmek ve meydana gelen bu ayrımcılık fikrinden yararlanarak ‘’hilafet’’ müessesesini yıpratmak ve kaldırmak için çok sinsi bir şekilde çalışan İngilizlerin ve diğer dış güçlerin ‘’dessasane’’ gayretlerini de unutmamak lazımdır.
Osmanlılar döneminde kurulan ilk yasal Kürt Cemiyeti 1908 yılında Diyarbakır’da kurulmuştur. Osmanlı Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti adı ile kurulan bu teşkilatın ardından yine aynı yılda İstanbul’da Seyyid Abdülkadir Başkanlığında Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kurulmuştur. Kurucuları arasında Ferik Şerif Paşa, Naim Baban, Mutkili Halil Hayali, Damat Müşir Ahmet Zülkif Paşa, Babanzade Zihni Paşa da vardı. Bu Cemiyetin kurucularından Şükrü Mehmet Sekban anılarında amaçlarını şöyle sıralamıştır: ’Kürtler için en ufak bir imtiyaz düşünmüyorduk. Altı doğu vilayetinde reform yapılması konusunda mutabık idik. Muktedir ve namuslu valiler tayin edilmesi, birkaç ana yol inşası, adaletin iyi bir şekilde uygulanması için, mahkemelerin yeniden ele alınması.’’[8]
Cemiyetin ‘’Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’’ adında bir yayın organı vardı ve yazarları arasında Süleymaniyeli Teyfik, Babanzade İsmail Hakkı, Diyarbakırlı Ahmet Cemil, Süleymaniyeli Fethi, Seyit Abdülkadir ve Malatyalı Bedri gibi isimler bulunuyordu.[9]
Bu cemiyet özellikle Kürtçe kitap hazırlayıp yayınlamaya dönük çalışmalarda bulunmuş, ancak kısa ömürlü olması nedeniyle bu çalışmaların çoğu sonuçlanmamıştır. Bu dönemde Kürt Teali Cemiyeti adı ile başka bir cemiyet de kurulmuştur. Bu cemiyet daha sonraları İttihat ve Terakki tarafından kapatılınca, 1912 yılında itibaren diğer bazı Kürt cemiyetlerinin kurulduğunu görmekteyiz.
Bu Cemiyetler arasında Roja Kurda (Kürtlerin Günü), Hetawa Kurd (Kürtlerin Aydınlığı) gibi cemiyetlerden bahsedebiliriz. 1912 yılında Balkan Savaş’ından önce kurulan Kürt Üniversite Öğrenciler Cemiyeti-Hêvi (Ümit), yüksek öğretime dönük olarak faaliyetlerde bulunuyordu. İlk şubesi Darahini’de (Genç İlçesi) açılmıştır. Yayın organı ‘’Roja Kurd’’ isimli Kürtçe-Türkçe yayın yapan bir dergi çıkarılmıştır. Derginin Türkçe yazarları arasında Babanzade İsmail Hakkı, Dr. Abdullah Cevdet, Vanlı Memduh Selim, Bitlisli Yusuf Ziya ve Kemal Fevzi bulunurken, Kürtçe yazarlar arasında ise, Kerküklü Necmeddin Hüseyin, Süleymaniyeli Abdülkerim ve Müküslü Hamdi gibi zatlar bulunuyordu.[10]
Cemiyet ayrıca “Yekbun’’ isimli bir dergi de çıkarmıştı. Hevi’nin kuruluş amaçları arasında; Kürtçe ile ilgili çalışmalarda bulunmak, İstanbul’a gelen Kürt öğrencilere yardımcı olmak ve bunlar arasında birlik ve dayanışmayı sağlamak, maddi durumu iyi olmayan Kürt öğrencilere yardımcı olmak gibi maddeler bulunuyordu. Müküslü Hamza, M. Şefik Arvasi, Muhammed Mihri ve Abdurrahim Zapsu gibi zatlar da bu cemiyetin üyeleri arasında bulunuyordu. Hevi’nin üyelerinin çoğunluğu Birinci Dünya Savaşı nedeniyle cephelere gittiklerinden faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldı.
İstanbul’da o zamanlar öğrenci olan bir Kürt aydınının hatıraları, Kürtçülüğe giden yolun nasıl açıldığını göstermesi açısından ilginçtir:
“İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yegâne gayesi Türk olmayan unsurları kat’i suretle Türkleştirmek veyahut zecri tasfiyeye (zorla saf dışı etmek) tabi tutmak siyasetine matuftu. Bu sebeple Türk olmayan milletlere mensup gençler arasında Türk Devleti’ne karşı bir nefret ve itimatsızlık havası esmeye başlamıştı. Kürt gençleri arasında dahi büyük bir aksülamel husule getirilmişti. O zamana kadar Kürtçülük zihniyeti taşımayan Kürt gençleri bile çok büyük bir heyecana kapılarak Türkleri düşman bilmeye başlamışlardı.
İstanbul’da üniversite öğrencileri arasında artık bir milliyet kavga ve mücadelesi baş göstermişti. Mektepte teneffüshaneden dershaneye girdiğimizde, dershane büyük tahtasına tebeşirle pek büyük yazılarla ‘Ne mutlu Türküm diyene,’ ‘Yaşasın Türk’ yazılmış olduğunu görmekte idik. Bu vaziyet karşısında biz de tahtaya ‘Yaşasın Kürt ve Kürdistan,’ ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’ yazılarını yazmaya mecbur olmuştuk. Aynı şekilde Arap, Çerkez, Arnavut, Ermeni vb. Türk olmayan gençler arasında da milliyet kavgası artık bütün şiddetiyle baş göstermişti.’’[11] Bunun gibi çok sayıda hatıra ve olaydan söz etmek mümkündür. Özellikle Türk gençleri arasında yayılan Milliyetçilik düşüncesi, diğer bütün milletlere mensup gençler için tam bir tahrik ve teşvik unsuru olmuştu.
Babası Emin Ali Bedirhan gibi Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından ve aynı zamanda Bedirhan Paşa’nın torunu olan Celadet Ali Bedirhan, sürgün olarak gittiği Suriye’nin başkenti Şam’dan 1933 yılında Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı ve Doz Yayınları tarafından yayınlanan mektubunda, bu görüşü teyit eden ilginç bir hatırasını anlatmaktadır.
Celadet Bedirhan, Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Başkenti’ndeki Milliyetçilik faaliyetlerine ışık tutan bu uzun mektubunda konuyla ilgili hatırasında şunları yazmaktadır: ‘’Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz'un (10 Temmuz 1908, Meşrutiyet’in ilânını Rumi tarihi) ikinci sene–i devriyesi (23 Temmuz 1909) henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşı'nda bir tiyatro binasında (Ferah Tiyatrosu) mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçora Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Bu zatın ismi İsmail Gasperenski idi. ‘’
‘’Gasperenski Efendi, İstanbul ahalisince anlaşılması müşkül bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk'ten ve gayr–i Türk'ten bahsediyordu. Konferans bittiği zaman, benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti: Herkes Türk'tür, Türkiye'de Türk'ten başka millî unsur yoktur ve olmamalıdır. Bilmem nasıl bir tesadüftür ki, o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka, diğer arkadaşlarımın biri Kürt, biri Çerkez, biri Arnavut, biri Gürcü ve biri de Rum idi. Ertesi gün, mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman Gasperenski Efendi’nin konferansı mevzubahis oldu. Meşrutiyet devri ile birdenbire inkişaf eden müsavat–ı hukuk ve türlü şahsî, unsurî ve mezhebi hürriyet fikirleriyle sür'atle temasa gelen genç dimağımız, Gasperenski Efendinin nazariyatını kabul edemiyordu. Bu nazariyat, bize pek aykırı gelmiş, maneviyatımızı adeta isyan ettirmişti. O tarihte mektepte bir gazete hazırlayıp neşrediyorduk. Gazetenin riyaset–i tahririyesi (başyazarlığı) benim üzerimde idi. Gasperenski Efendi’nin konferansının bende yapmış olduğu aksülamel ile olacak, mezkûr gazetede Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetlerinden bahseyledim.’’
“Bu ve emsali konferanslar ve neşriyat ile Osmanlı hududu dâhilinde yaşayan gayr–i Türk milletlerin aleyhine olmak üzere, yeni bir Türk milliyetinin esasatı kurulmak isteniyordu. Bu şoven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabirle başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere bir bir Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca, bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi (asimile çalışması) yapılıyordu; fakat ileride göreceğiz ki, bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştiriyordu…’’
‘’Bu tarzdaki Türkçülük hareket ve teşebbüsleri, gayr-ı Türk unsurları isyan ettiriyor ve onlara Türk olmadıklarını ve hakiki milliyetlerini daha ziyade hissettiriyordu. Bu his her hizbin milli cereyanına kuvvet ve şiddet veriyordu. Türk milliyeti içinde halledilmek istenilen diğer milliyet ve unsurlar, bilakis Türk milliyetinden uzaklaştırılıyordu…. ‘’
“Burada bir vaka zikredeceğim. Umumi Harp başlamıştı. Cepheye sevk olunmazdan evvel ihtiyat zabit namzetleri talimgâhının son devresinde muallim takım zabiti idim. Devre nihayetinde takımımda bulunan efendilerin derece-i ehliyetlerine nazaran rütbelerini gösterir listeyi tanzim ederek bölük kumandanına verdim. Hararetli bir Türk Ocağı mensubu olan bölük kumandanı listeye bir göz gezdirdikten sonra hiddetle listeyi masanın üzerine attı ve bana ‘’bu nasıl liste, Arab’ı, çorabı, Kürdü A sınıfına yazmışsın’’ dedi. A sınıfı alüyyülala zabit namzeti idi. Bugün millet meclisinde aza olan bölük kumandanının nokta-i nazarınca bir adamın künyesinde Halep, Şam veya Harput, Diyarbekir’in bulunması, iyi numara almasına bile mani teşkil eylemeliydi…’’[12]
Görüldüğü gibi başlangıçta İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girerek, burada sembol haline getirilen ‘’müsavat, uhuvvet, adalet ve hürriyet’’ kavramları etrafında kenetlenerek bütün Osmanlı Milletlerinin eşitlik ve kardeşliği için mücadele eden gençler, İttihat ve Terakki’nin rota değiştirerek Türkçülükte karar kılması sonucu birer birer kendi ırklarının farkına varıyor ve bu Osmanlı pastasından kendilerine bir pay kapmanın telaşına düşüyorlardı.
Türkçülük ve buna bir tepki olarak ortaya çıkan Kürtçülüğün, iki etnik milliyetçilik olarak madalyonun iki ayrı yüzü olduğunu ifade “Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek’’ kitabının yazarı Mustafa Akyol konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Birisi diğerini doğurmuş, sonra da her ikisi birbirini körüklemiştir. Kuşkusuz Kürt milliyetçiliği terör silahına başvurduğu için çok daha büyük bir tehlikedir; ama bu tehlikeyi pasifize etmek için ötekinin de dizginlemek şarttır. Kimilerine iddialı ve abartılı gibi gelebilecek bu yorumların ‘nereden çıktığını’ merak edecek olanlara verilebilecek en iyi cevap ‘tarih’tir. Çünkü Kürt sorununun tarihi objektif olarak incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, bu sorunun temelinde, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir ulus –devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne biraz fazla radikal, devrimci ve ‘laikçi’ bir biçimde geçilmesi yatmaktadır. Sorunu daha kötü boyutlara varmaktan alıkoyan en önemli unsur ise, her türlü aksi yönde çabaya rağmen hala ayakta kalmış olan toplumsal Osmanlı mirasıdır.’’[13]
Batılılaşma düşüncesinin önde gelen simalarından Celal Nuri (1881,Gelibolu- 1938, İstanbul) ise Ziya Gökalp ile ilgili bir gözlemini şu şekilde anlatmaktadır:
“İttihat ve Terakki’nin Selanik Kongresine kadar (1912) sönük bir kişi olan Bay Ziya’ya, birdenbire bir öncülük gelmiştir. Artık Gökalp takma adını alan bu kişi, Kürtçülükten caymış, Türk, Türkçü, Turancı ve benzerleri olmuştur. Şimdiye kadar gelip geçmiş devletlerin tarihinde, hiçbir zaman böyle bulaşıcı bir çılgınlık örneğine rastlanılmamıştır.[14]
1910 yılından itibaren en yakın arkadaşlarından olan Tekin Alp’e göre; ‘’Ziya Gökalp, memleketinin tesiriyle kendisini Kürt zannediyor, bu sebeple de Kürtlük ve Kürt dili üzerinde çalışmalar yapıyordu. Selanik’e gelip yeni bir çevre ve fikir dünyası bulunca, bir Kürt kavminin olmadığı kanaatine varmıştır. Bu yüzden eskiden yaptığı çalışmaları bırakmış, o zamanki görüşlerini tamamen reddetmiştir. O, artık, bir Türkçü, Turancı, ülkücü bir Türk bilgini, sosyolog olmuştur.’’[15]
Hasan Hişyar Serdi de anılarında, 1925 Ayaklanmasında kendilerine verilen cezayı çekmek üzere gönderildikleri Niğde'ye giderken, Harput'ta eski bir kiliseden cezaevine dönüştürülen bir yerde kaldıklarını, burada Müküslü Hamza'yı ve Mehmet Şefik Arvasi'yi gördüğünü belirtir. Müküslü Hamza'nın “Mem û Zîn” Mehmet Şefik Arvasi'nin de Melayê Ciziri'nin “Divan” adlı eserleri yayınladıkları için 10 yıl hapis cezasına çarptırıldıklarını aktarır.[16]
Mehmed Şefik Arvasi, Said Nursi’nin dostu ve talebelerindendi. Van’da Horhor Medresesi’nde Bediüzzaman’a talebelik yapmış ve aynı zaman da İşaratü’l-İ’caz’ın kâtiplerindendi. 1943 yılında Denizli Hapsinde Said Nursi ile beraber dokuz ay tutuklu kalmış ve daha sonra beraat etmiştir. Uzun yıllar İstanbul Müftülüğünde Mushafları Tetkik Heyeti Reisi ve on yedi yıl boyunca Sultanahmed Camiinde baş imamlık yapmıştır. 1970 yılında İstanbul’da vefat etmiş ve Edirnekapı Şehitliğine defnedilmiştir.[17]
1928 yılında çıkan Genel Af kapsamında serbest bırakılan Müküslü Hazma, Suriye’ye giderek Şam’a yerleşmiş ve Suriye vatandaşlığına geçmiştir. Daha sonra da Cizre’ye yakın bir köy olan Endiwer’de uzun yıllar öğretmenlik ve müdürlük yapmış ve Ahmed-i Hani’nin “Mem u Zin” isimli kitabını Halep’te bastırmıştır. 1958 yılında da vefat eden Hazma Efendi, Dugir köyünde toprağa verilmiştir. Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın ablası Adalet Hanımla evlenen Müküslü (Bahçesaray) Hamza Efendi, uzun yıllar öğretmenlik yapmıştır. Bediüzzaman’ın Millet Meclisi’nde Milletvekillerine anlattığı hadisede, bazı ırkçı öğretmenlerin verdikleri eğitime tepki olarak ‘’Ben şimdi Rafizi bir Kürdü, Salih bir Türk hocasına tercih ederim’’ diyen talebesi idi. Bediüzzaman, bu talebesi ile ilgilenmiş ve bir hafta sonra eski hamiyetli haline döndürmüştü.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelesi’nde Kürtler
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile birlikte Kürtlerin ödediği fatura çok ağır oldu. Osmanlı Ordusu içinde savaşan Kürtlerin yanı sıra, Rusların Doğu Bölgesini işgal etmesiyle birlikte Kürdistan’da yaşayan halk çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı. Yeri gelmişken burada bir noktaya işaret etmekte fayda vardır. Osmanlılarda olduğu gibi Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisi’nin ilk yıllarında da, özellikle 1925 yılına kadar olan süreçte ‘’Kürt’’ ve ‘’Kürdistan’’ tabirleri kullanılmış ve bunlar çok yoğun bir şekilde tutanaklara geçmiştir. Bu kongrelerin ve Meclis’in tutanaklarında bu husus çok açık bir şekilde görülmektedir. Daha sonraki yıllarda ise bu tabirler özellikle kullanılmamış, unutturulmaya çalışılmış ve buna asimilasyon politikasının bir unsuru olarak özellikle dikkat edilmiştir. Esasında Kurtuluş Savaşı’nda Türklerden ayrılmayan ve onlara ihanet etmeyen tek millet Kürt Milleti idi ve bu savaşta cansiperane çalıştılar. Köyleri yakıldı ve yıkıldı.
Yüzyıllar boyunca Ermeniler, Osmanlı Devleti’nde ‘’Millet-i Sadıka’’ olarak yaşadılar. Osmanlının hâkimiyeti altında olan bölgelerde hiçbir tedirginlik duymadan ve çok rahat bir şekilde hayatlarını sürdürdüler. Genellikle sanat ve ticaretle uğraştılar. Osmanlı Devleti’nde sanat ve ticaretin çoğunluğu Ermenilerin elinde bulunuyordu. Müslümanlar ise daha çok memuriyet ve askerlik hizmetleri ile meşgul oldular. Müslümanlar yıllarca askerlik hizmetleri ile uğraşıp ve savaştan savaşa, sınırdan sınıra koşarken, ticaret, sanat ve ziraatla meşgul olan Ermeniler, bu sayede büyük bir güce sahip oldular. Bu da Müslümanların geri ve fakir kalmasının en büyük sebepleri arasında sayılmaktadır.
Kürtlerin ve Ermenilerin iç içe yaşadığı Doğu bölgelerinde de durum bariz bir şekilde böyleydi. Aynı durum Süryaniler için de geçerliydi. Süryaniler de daha çok sanat ve ticaretle uğraşırlardı. Ancak Süryaniler sayıca çok azdı ve sınırlı bir bölgede (Diyarbekir-Urfa-Mardin-Midyat-Nusaybin-Hazak-Hasankeyf-Savur-Kerburan) yaşıyorlardı. Süryanilerin Müslüman Kürtlerle ilişkileri çok daha seviyeli ve barışçı bir şekilde sürdürüldü. Daha doğrusu Kürtler bir ihanet görmedikleri Süryanilere tarih boyunca hep hamilik yaptılar. Ermeni tehciri sırasında Süryanilere karşı da bazı istenmeyen olaylar yaşanmış olsa bile, bölgedeki Tarikat Şeyhlerinin sağduyulu davranışları ve halkın olumlu yaklaşımları sonucu bunlar fazla büyümeden engellendi. Süryanilerin korunması noktasında Midyat çevresinde bulunan Hamidi şeyhlerinin çok özel bir gayreti olduğunu da belirtmek gerekir.
Yüzyıllar boyunca bu şekilde devam eden yakın komşuluk ilişkiler 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı ile birlikte bozulmaya başladı. Bu savaşta Rusların verdikleri sözler ve yaptıkları tahrikler sonucu Ermenilerde milliyetçilik zihniyeti yeşermeye başladı. Bu savaşta Kürt bölgelerini işgal eden Ruslar, bölgede yaşayan Ermenilerden büyük destek görmeye başladılar. Esas güvensizlik işte bu savaştan sonra başladı. Fitne tohumları ekilmiş ve Ermenilerde milliyetçilik fikirleri ile birlikte devlet kurma düşünceleri yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Bazı bölgelerde Ermeniler devlet kurma düşünceleri ile Ruslara yardım etmeye başladı. Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımları da misyonerler aracılığıyla Ermeniler içinde taraftar bulmaya başlayınca 19. yüzyılın ortalarında itibaren bazı şeyler yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Bu durum özellikle Doğu bölgelerinde yaşayan Ermeniler için geçerliydi.
Rus-Ermeni işbirliğinin çok daha ileri bir boyutu I. Dünya Savaşı’nda yaşandı. I. Dünya Savaşı sırasında Doğu’daki ağırlığı Kürt olan Osmanlı güçlerine ve sivil Kürt halkına karşı tam bir Rus-Ermeni İttifakı yaşandı. Ermeniler bu ittifak sonucu bütün Ermeni ve Kürt bölgelerini içine alan bir büyük Ermenistan kurma hayaline kapıldılar. Kürtlerin bu bölgede yaşadığı dram ve uğradığı katliamlar çok büyük bir dereceye ulaştığı halde, çoğu zaman gündeme bile getirilmedi. Avrupa ve Amerika’ya göç etmiş Ermeniler, büyük bir propagandaya başladılar.
Kürt şairlerinden ve uzun yıllar Şam’da yaşamış olan Cegerxwin, bu büyük dramı şöyle anlatmaktadır:
‘’Ruslar kuzeyden ülkemizi işgal etti. Ermeni çeteleri önde, Rus ordusu arkasında, zaten perişan olan Kürt bölgesine girdiler. Köyler yanıyor, insanlar ölüyordu. Kürtler yerlerini terk ederek güneye indiler. Yağmur, kar, soğuk demeden düşmandan kaçmaya çalıştılar. Ordu ise karşı koyamıyordu. Şeyhler ve ağalar gönüllü askerler topluyor, kendileri de başında savaşa, İslam dini için çarpışmaya ve ölmeye gidiyorlardı. Çok sayıda Kürt soğukta, kışta, karda yitip gitti. Sayısız kadın kocasız, sayısız çocuk babasız ve sahipsiz kaldı. Bu olaylar Kürt halkının yüreğine çok büyük bir Rus ve Ermeni düşmanlığı yerleştirdi. Onlara karşı ölmek; İslam dini için ölmek, namus için ölmek olarak görülüyordu. Herkes her şeyini feda etmeye hazırdı. Kars, Ardahan ve Hasankale’de çok kanlı savaşlar oldu. O zamanlar dervişler Hasankale üzerinde ağıtlar söyler, ağlatırlardı.’’[18]
Rus ve Ermeni birliklerinin saldırıları karşında çok sayıda Kürt ailesi Batı ve Orta Anadolu bölgesine göç etmek zorunda kaldılar. Bu şekilde göç eden Kürt sayısının 600–700 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Büyük sıkıntılar içinde yollara düşen Kürtlerin yarısı kadarı, o zamanın savaş şartları, açlık, soğuk ve diğer olumsuz şartlar yüzünde yolda iken hayatını kaybetti. Şark cephesindeki orduların büyük bir çoğunluğu Kürtlerden oluşuyordu. Bu arada Ermeni çetelerin yaptığı tahribat ve verdikleri zarar çok büyük oldu. Ruslarla birlikte hareket eden ve onlardan güç alan Ermeniler, bağımsız bir Ermenistan kurma hayali ile Müslüman Kürt ahaliye çok büyük zarar verdiler.
Birinci Dünya Savaşında Kürt önde gelenleri, çok sayıda milis kuvveti oluşturarak, bu kuvvetlerin başında savaşa katıldılar. Kürtlerin efsanevi kahramanlarından ve gözünün görebildiği her şeyi vurmakla ün yapan Kurtalanlı Pencinera Aşireti Reisi Bışarê Çeto, aşiretine mensup yüzlerce kişi ile bu savaşta Ruslara karşı çarpışırken şehit oldu. Nakşibendî Tarikatının bölgedeki en önemli Şeyhlerinden ve ‘’Hazret’’ lakabıyla büyük şöhret kazanan Şeyh Muhammed Ziyaeddin Norşini de bir gönüllü alay kurarak Ruslara karşı savaşlara katıldı. Bu savaşta kolunu kaybetti ve kardeşi Muhammed Said şehit oldu.[19] Said Nursi de bir gönüllü alay kurarak talebeleri ve gönüllüler ile Ruslara karşı kahramanca savaştı ve çok büyük yararlı hizmetlerde bulundu. Çok sayıda değerli talebesini ve yeğeni Ubeyd’ı bu savaşta şehit veren Said Nursi, Ruslara esir düştü. 2,5 sene esaret hayatından sonra Rusya’da meydana gelen Komünist ihtilalin kargaşası sırasında firar ederek Avrupa üzerinden İstanbul’ a geldi. Bu savaş ve kıyımlar, bölgeyi bir kan gölüne çevirdi.
Damat Ferit Paşa, sadrazamlıktan istifa etmek zorunda kaldıktan sonra hükümeti kurma görevi Sultan Vahideddin tarafından 2 Ekim 1919 tarihinde Milli Harekete yakınlığı ile bilinen Ali Rıza Paşa’ya verilmiştir. Bu kabinede Milli Mücadeleye yakınlığı ile bilinen çok sayıda bakan görevlendirilmiştir. Bu hükümet ile Kuvayı Milliye arasında 20 Ekim 1919 tarihinde Amasya’da çok önemli bir görüşme yapılır. Bu görüşmeye kabine adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve Padişah Yaveri Albay Naci (Eldeniz), Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, Rauf ve Bekir Sami beyler katılmıştır. İki gün süren görüşmeler sonucunda üçü açık, ikisi gizli olmak üzere beş protokol imzalanmıştır. Bu gizli protokolün önemli maddelerinden birisi şu şekildedir:
“Milli sınırlar, Osmanlı Devleti’nin Türkler ve Kürtlerle meskûn olan arazisidir. Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkânsızdır. Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması dahi desteklenmek ve yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılan tezviratın, dedikoduların önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması uygun görüldü’’[20]
Bu gerçekten çok önemli bir taahhüttü ve uygulanması halinde gelecekte kurulacak Türkiye Cumhuriyet’inin huzuru için çok önemli bir tespitti. Fakat daha sonraki yıllarda ‘’Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması’’ düşüncesi unutulmuş, Türk ırkının üstünlüğü ve egemenliği ile Kürtlerin inkârı düşüncesine dayanan bir politika uygulanmıştı.
Amasya Protokolü’nde bulunan taahhüt ve konuşmaların benzeri Cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam etmiş, bu şekilde Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na büyük bir kuvvet ve tam bir bütünlük içinde destek vermeleri sağlanmıştı. 24 Nisan’da Meclis’in açılışının 2. gününde uzun konuşmalar yapan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’teki üyeleri tanımlarken şu ifadeleri kullanıyordu:
“Yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir fakat hepsinden mürekkep bir anasır-ı İslamiyedir. Vatandaştırlar, birbirlerine karşılıklı hürmetle bağlıdırlar ve diğerinin her türlü hukukuna, ırki, sosyal, coğrafi hukukuna daima riayetkârdırlar.” [21]
Mustafa Kemal Paşa’nın Kürt ağa, bey, şeyh ve ileri gelenleri ile yaptığı yazışma ve görüşmelerde, özellikle dini kavramların ve ‘halifelik’’ kurumunun ön plana çıktığı görülmektedir. Büyük Şeyhlerden “Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine” yazdığı mektup, bunun çok canlı bir örneğidir:
‘’Cenab-ı Hakkın avn-ü inayeti ve Peygamber-i Zişan’ımızın feyz-ü şefaati ile umum milletimizin bir noktada müttehid (birleşmiş) olduğunu ve hukukunu muhafaza ve müdafaaya kadir bulunduğunu cihana göstereceğiz.’’
Yine Malatyalı Kürt ileri gelenlerinden Hacı Kaya Ağa ve Mustafa Ağa’ya 15 Eylül 1919 tarihinde çekilen telgrafta, Milli Harekete desteklerinden ve vatanperverane hizmetlerinden dolayı teşekkür ediliyor ve şöyle deniyordu:
‘’Sizler gibi din ve namus sahibi büyükler oldukça Türk ve Kürt’ün yekdiğerinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamakta devam edeceği ve Makam-ı Hilafet etrafında sarsılmaz bir vücut halinde iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak, mesainizi meşkûr eylesin.’’
Hazro eşrafından Mehmet Beyefendi’ye gönderdiği 24 Ağustos 1920 tarihli mektup, Mustafa Kemal’in din, ümmet, hilafet gibi kavramları kullanarak ‘’bütün kuvvetleri birleştirmek’’ şeklindeki stratejisini yansıtan örneklerden biridir:
‘’Zat-ı âlileri gibi vatanperver dindaşlarımızın vatani ve fedakârca yardım ve hizmetleriyle vatanımızın ve Hilafet makamının kurtarılmasına yönelik meşru çalışmalarınızda er geç muvaffakiyete nail olacağımız hakkındaki kanaatim sarsılmazdır. Yakında İslam ümmetinin Avrupalı istilacılardan kurtarılması hususundaki başarı haberlerini zat-i âlinize inşallah tebliğ ederim…’’[22]
Kurtuluş Savaşı’nda yüzlerce Kürt ağa, aşiret reisi ve ileri gelenleri kendi imkânları nispetinde milis kuvvetleri kurarak, bilfiil çatışmalara girmiş ve büyük yararlar sağlamıştır. Doğu’nun savunmasında ve Batı’ya asker gönderilerek Kuva-yı Milliyeye büyük destek sağlayan bu kuvvetlere, tarikat şeyhlerinin çok büyük destekleri ve teşvikleri olmuştur. Güneydoğu’dan 16 müftü, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde başkan veya üye olarak görev almıştır. Bediüzzaman’ın yakın dostu Şeyh Masum Efendi, Van Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanı idi. Şeyh Masum Efendi, hiçbir alakası olmadığı halde Şeyh Said hadisesinden sonra Bediüzzaman ile birlikte Batı bölgesine sürgün edilenler arasında bulunuyordu.
Bir Ulus Devlet Olarak= Türkiye Cumhuriyeti
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, artık her şey değişmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelesi sırasında sürekli canlı tutulan ümmet ruhu ve İslam kardeşliği mefhumları unutulmaya ve yerine sistematik ve planlı bir şekilde yeni kavramlar yerleştirilmeye başlandı. Bu kavramlar da ‘’Türk ve Türklük’’ kavramları idi. Devlet yönetimini eline alan kadro, bir ‘’Ulus Devlet’’ inşa etmek için kolları sıvamaya başlamıştı. Bununla ilgili bütün çalışmalar tedrici olarak uygulama sahasına konuldu. Bu konu ile ilgili olarak bu çalışmada çok uzun bilgilere yer vermeyi gerekli görmüyoruz. Bunlar, birçok çalışmada detaylı olarak belirtilmiştir.
Kürt Meselesi esas itibariyle bir “Ulus Devlet’’ inşa etme çalışmaları ile başlamıştır. Çünkü yoğun olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, Kurtuluş Mücadelesinde birçok sözlere ve vaatlere muhatap olan Kürtler, yeni uygulamalar ile tam bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Halifeliğin kaldırılması, İslami sembol ve uygulamaların devlet hayatından tamamen dışlanması, dini kurum ve kuruluşların birer birer kapatılmaya başlanması, din adamı kimliği ile bilinen şahsiyetlerin husumete hedef olmaya başlaması, bu hayal kırıklığının boyutlarını büyük ölçüde arttırmıştı. Esas itibariyle bu dönemde meydana gelen olayların büyük bir çoğunluğunda en belirleyici faktör ‘’din’’ idi. Bu bölümde Cumhuriyetin kurulması ile başlayan dönemde, Kürt Meselesi ile ilgili olarak gelişen olayları ele almaya çalışacağız.
‘’Kürdistan İstiklal ve İstihlas Komitesi”, 1923 yılında Erzurum’da kuruldu. ‘’Kürdistan Bağımsızlık ve Kurtuluş Komitesi’’ anlamına gelen bu teşkilat, halk arasında kısaca ‘’Azadi’’ olarak biliniyordu. Muş ve Hınıs taraflarında yaşayan Cibran Aşireti’nin lideri Albay Halit Bey tarafından kurulduğu tahmin edilen bu örgüt ile ilgili ilk bilgeler, Şeyh Said ayaklanması sonrasında Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinde yapılan sorgular sırasında ortaya çıkmıştır. Diyarbakır’da yapılan bu duruşmalar sonunda da lider kadrosunun büyük bir çoğunluğu idam edilmiştir.
1925 yılındaki Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek ülkemizde çok katı ırkçı ve Türkçü politikalar uygulanmaya başlandı. Meselenin biraz daha yumuşak yöntemlerle hal edilmesini isteyen Fethi Okyar başkanlığındaki hükümet düşürülerek sert önlemler alınmasından yana olan İsmet Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Musul’a gönderilmek için hazırlanan ve yola çıkmaları beklenen bütün askeri kuvvetler hadise bölgesine sevk edildi. İngilizler, bu olaydan sonra Musul ve Kerkük Petrolleri meselesinde rahatladı. Kanunda yapılan değişiklik sonucu İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararların Meclis tarafından onaylanmasına gerek kalmadan hemen infaz edilmesinin yolu açıldı.
Şeyh Said ve 47 arkadaşı İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak 29 Haziran 1925 tarihinde idam edildi. Cenazeleri toplu olarak büyük bir çukura gömüldü ve kepçelerle üzerleri örtüldü. Bu olay bahane edilerek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Başlangıçta iki yıllık bir süre için çıkarılan bu kanun anti demokratik hükümler içerdiği ve güvenlik kuvvetlerine ve hükümete çok geniş yetkiler verdiği için o günün şartlarında bile Millet Meclisinde ancak 79’a karşı 82 oy ile kabul edilebildi. Bu kanun daha sonra iki yıllık bir süre ile uzatıldı. Bu kanun muhalefeti ve muhalif basını susturmak için çok katı bir şekilde uygulandı. Aykırı bir tek sesin çıkmasına bile müsaade edilmedi. Birçok gazete kapatıldı, çok sayıda gazeteci ve yazar hapislere atıldı.
İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak hakkında idam kararı verilen ve hemen infaz edilenler arasında Dersim Milletvekili Hasan Hayri de bulunuyordu. Hasan Hayri, 1. Meclis’te bulunan 72 Kürt milletvekilinden birisiydi. Lozan Barış Görüşmelerinin TBMM’nde müzakere edildiği sırada konu ile ilgili görüşlerini açıklayan Hasan Hayri, Türklerle Kürtlerin bir ve beraber olduklarını ve asla ayrılamayacaklarını savunmuş ve konuyu tarihi seyri içinde ikna edici bir tarzda anlatarak dikkatleri üzerine çekmişti.
Bu konuşmasından dolayı kendisini kutlayan Mustafa Kemal, ertesi gün Hasan Hayri’nin Meclis’e Kürt milli kıyafetleri ile gelmesini istemişti. Bunun üzerine Hasan Hayri de birçok Kürt milletvekili arkadaşıyla beraber, bu şekilde giyinerek Meclis oturumuna katılmışlar ve Lozan Konferansına telgraflar çekerek, Kürtlerin Türklerden ayrılamayacaklarını bildirmişlerdi.[23]
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulunca, Hasan Hayri bu partiye geçmiş ve parti çalışmaları yapmak amacıyla Elazığ’da bulunduğu bir sırada Şeyh Said hadisesi patlak vermiş, halka olaylara karışmamaları için sükûnet tavsiye etmiş, ancak buna rağmen yakalanarak Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve idama mahkum edilmiştir. Mahkemede ‘’niçin Meclis’e Kürt milli kıyafeti ile geldin’’ sorusun da muhatap olan Hasan Hayri, Şeyh Said hadisesini yatıştırmaya çalıştığı halde, o sıralar hâkim zihniyete muhalif olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi için çalışmalar yapmak amacıyla Elazığ bölgesinde bulunduğundan, fırsattan istifade ile Mahkeme Başkanı Ali Saip tarafından darağacına gönderilmiştir.[24]
Bu dönemim önde gelen özelliklerinden birisi de, devlet yönetimine egemen olanların çok katı milliyetçi ve ırkçı zihniyetleridir. Kafatasçılık, resmi bir ideoloji gibi uygulanmış, bütün eğitim sistemi bu esas üzerine şekillendirilmiştir. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından ve soyadını kendisinin verdiği Adalet Bakanı Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihinde Milliyet Gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylüyordu: ‘’Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir:
“Saf Türk olmayanların, Türk anavatanında sadece bir tek hakları vardır: HİZMETKÂR OLMA HAKKI, KÖLE OLMA HAKKI.”[25]
Bu dönemin ırkçı uygulamalarının en çarpıcı örneklerinden birisi de, 1934 yılında çıkarılan ‘’İskân Kanunu’dur. Bin yıldan fazla bir zamandır bir arada ve kardeşçe yaşayan Türkler ile Kürtler arasına ayrılık tohumları eken ve birliği sağlama iddiasıyla ortaya çıkıp bölücülüğü körükleyen bu kanun ile faşist zihniyetin en zalimane örnekleri verilmiş, insanlar yerlerinden yurtlarından edilerek, başka yerlerde yaşamak zorunda bırakılmışlar ve bu şekilde asimile edilmek istenmişlerdir. Bu kanunun gerekçesinde aynen şöyle denilmekteydi: ‘’Yine dâhili iskân safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmayan nüfus terakümlerinin (yığılmalarının) menni’ne ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.’’ 27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatasında ise şunlara yer verilmekteydi:
‘’… Maksat, bunların süratle anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir. ’Bu kanun uygulamaya konularak insanlar köylerinden uzaklaştırılmış, akrabaları ile bir araya gelmeleri engellenmiş, memleketlerinden çok uzak ve yabacısı oldukları yerlere gönderilerek süratle anadillerini unutmaları sağlanarak Türkleştirilmeye çalışılmış ve böylece bütünüyle ırk hâkimiyetine dayalı bir düzen kurulması amaçlanmıştır. Bu kanunu savunan Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, şunları söylüyordu: ‘’Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.’’[26]
Bu kanunun bütünü bir ibret belgesi olarak arşivlerde yerini almış olsa bile, buna dayanılarak doğunun çeşitli bölgelerinde oturan, özellikle eşraf sayılan ağa, bey, seyyid, molla ve şeyhler, aileleri ile birlikte ve bazen de aileler parçalanarak Batı Anadolu’nun farklı bölgelerinde mecburi iskâna tabi tutulmuşlar, köyleri ve toprakları ellerinden alınmış, yerleştikleri bölgelerde de büyük maddi ve manevi sıkıntılara maruz kalarak yaşamak zorunda bırakılmışlardır.
Cumhuriyet Tarihimizin en dramatik sayfalarından birisi de, Dersim’de yaşanan hukuk ve insanlık trajedisidir. Bu konu ile ilgili olarak yaşanan facianın bütün yönlerinin ortaya çıkmasına izin verilmemiş ve hadise tarihin sisli sayfaları arasında bırakılmıştır.
1928 yılında merkezleri Diyarbakır, Erzurum, Trakya ve Elazığ olmak üzere dört adet ‘’Umumi Müfettişlik’’ kuruldu. Bu müfettişliklerin esas amacı devletin otoritesini yerleştirmek ve bunun için de gerekli teşkilatlanmayı sağlamaktı. Dört müfettişlikten üçü Doğu illerinde kurulmuş ve bunlar da, halkın “Türkleştirilmesini’’ esas gaye edinmişlerdi. Bu maksatla, bu müfettişlikler tarafından bu illerde yaşayan, ağa, bey, hoca, şeyh, müftü, seyit ve bütün ileri gelenler, bir yolu bulunup Batı illerine sürgüne gönderildi. Bu tehcir sırasında binlerce insan yollarda öldü ve büyük sıkıntılar yaşandı. Sağ salim yerleştirilecekleri bölgelere ulaşan insanlar ise buralarda çok büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Bu icraatlar bölgeyi karıştırmaktan başka bir işe yaramadı.
1929 yılında Elaziz Valiliğine Fahri Paşa atandı. Deli Fahri Paşa olarak nam salan bu şahıs, bölgede büyük bir baskı ve terör uygulayarak halkı sindirmeye çalıştı. Dersim’in ileri gelen şahsiyetlerinden Seyit Rıza, bu baskı ve zulümler çeşitli yollarla Ankara’ya ulaştırmaya çalıştı. Fahri Paşa’nın üç yıllık valiliği bütün baskı ve zulümlere rağmen başarısızlıkla sonuçlandı. 1932 yılında bölgeye Sivas Valisi Vehbi Bey atandı. Aynı zamanda dört yıl boyunca 1. Bölge Müfettişi olarak görev yapan Dr. İbrahim Tali Öngören de vazifeden alındı.
25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan ve 2 Aralık 1936 tarihinde yürürlüğe giren bir kanun ile Dersim Bölgesi’nde, “Tunceli Vilayeti’’ kuruldu. Bu kanun ile bu ilin vali ve diğer yöneticilerine, diğer illerde bulunmayan olağanüstü yetkiler verildi. Buna göre, İlin Valisi ve Kumandanı uygun gördüğü kişileri, il içinde başka yerlere sürgün edebiliyor, hatta il sınırları dışına çıkarabiliyordu. Yine aynı kanuna göre verilen idam kararlarının gecikmeden infaz emri de, Vali ve Kumandanın yetkisine bırakılıyordu. Bu anti demokratik kanun ile büyük su-i istimaller ve zulümler yaşandı. Bu icraatlar ile halktaki tepki her geçen gün büyüdü. Dört yıllık süre için çıkarılan bu kanun, öngörülen maksat gerçekleşmeyince, iki yıllık süreler halinde üç sefer uzatıldı ve 31 Aralık 1946 tarihine kadar yürürlükte kaldı.
Daha sonra Dersim’e Vali ve Kumandan olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan tayin edildi. Genel bütçeden büyük miktarda ödenek ayrılarak bölgede; kışla, karakol, köprü, hükümet konağı, okul, lojman ve yol yapımına büyük bir hız verildi. Bu hareketlilik, büyük bir operasyonun habercisi idi. Halktaki tedirginlik gözle görülür derecede arttı. Vali Alpdoğan, halktan 200 bin tüfeğin kendilerine teslim edilmesini istedi. Bu gerginlik ve tahriklerin sonucu 1937 yılının baharında bazı aşiretlere silah ve vergi toplama bahanesiyle karşı başlatılan operasyonlarda bazı sürtüşmeler yaşandı. Esas kıvılcım, Yusufan aşireti üzerine gönderilen bir müfreze de bulunan bazı askerlerin, bir köylü kıza tecavüz etmesiyle parlamıştı. Bunun üzerine bazı aşiret mensupları müfrezeye hücum etmişler ve böylece Mazgirt bölgesinde çatışmalar başlamıştı. Hozat bölgesinde ise Seyir Rıza’nın oğlu İbrahim, Vali Alpdoğan’ın yakın adamı Kurmay Binbaşı Şevket tarafından hazırlanan bir suikast sonucu öldürüldü. Aşiretler, operasyonlara gelen askeri birliklere karşı koymaya başladılar. Karakollara bazı baskınlar yapıldı. Bu şekilde bütün bölgeye yayılan olayların üzerine çok sert bir şekilde gidildi. Toplu katliamlar yapıldı. Basına çok şiddetli bir sansür uygulandı. Bölge ve olaylarla ilgili hiçbir haberin yayınlanmasına izin verilmedi. Olaylarla birlikte tenkil olayları büyük bir hız kazandı. Köylerinden alınan insanlar Ege ve Trakya bölgelerine gönderildiler. Tekrar dönmelerinin önünü kesmek için köyler tahrip edildi. Mallarına ve hayvan sürülerine el konuldu.
Dersim’deki aşiretlerin liderliğini Seyit Rıza, sevk ve idarelerini de yeğeni Alişer yapıyordu. Kurmay Binbaşı Şevket, amcasıyla anlaşamayan Seyit Rıza’nın yeğeni Rehber’i binlerce lira karşılığında elde etti. Amcasıyla arasının düzeldiği görüntüsünü vererek aralarına karıştı ve Alişer’i öldürdü. Rehber de, daha sonra Genelkurmayın emriyle kurşuna dizilmiştir.[27]
Çok yoğun askeri birliklerin karadan ve havadan yaptığı saldırılar sonucu çok sayıda aşiret mensubu ile birlikte vatandaş öldürülmüş, bölge büyük çapta kontrol altına alınmıştı. Kış mevsiminin bastırması ile birlikte Seyit Rıza Munzur dağlarına çekilmişti. Kış aylarında bölgede operasyon yapmanın zorluğunu bilen Erzincan Valisi, Seyit Rıza’ya haber göndererek orduya ateşkes emri verildiğini, Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini bildirerek Erzincan’a gelmesini talep etti. Bu şekilde iki yardımcısı ile birlikte Erzincan’a gelen Seyit Rıza tutuklandı ve burada sorgulandıktan sonra Elazığ’a götürüldü. Burada yapılan muhakeme neticesinde aralarında Seyit Rıza ve oğlu Hüseyin ile birlikte çoğunluğu aşiret reisi olan 11 kişi 18 Kasım 1937 sabahında Elazığ’da idam edildi.
1938 yılının bahar mevsimi ile birlikte harekât, geniş çaplı olarak yeniden başladı. İsmet İnönü’nün yerine Başbakanlığa da Celal Bayar atanmıştı. Bu son harekât Mareşal Fevzi Çakmak, Orgeneral Fahrettin Altay ve Korgeneral Mustafa Muğlalı tarafından bölgeden takip ediliyordu. Bu son harekât ile mesele kökünden hal edilmek isteniyordu ve çok sayıda masum insan da, bu amaçla yakılarak, bombalanarak ve kurşuna dizilerek öldürüldü. 28 Ağustos 1938’de biten Dersim Harekâtı ile birlikte, geriye çok büyük acılar ve devlete çok büyük küskünlükler kaldı. Bu olaylar esnasında ölen ve yaralanan insanların sayısı hiçbir zaman kesin olarak bilinemedi. Dersim dağlarında işinde ve gücünde olan binlerce köylünün hayatı karardı. Demokrasi tarihimizin bir kara lekesi olarak utanç sayfaları arasında yerini aldı.
Nokta Dergisi, Dersim Olaylarının 50. yıldönümü nedeniyle hazırladığı dosyada ilginç itiraflara yer veriyordu. Türkiye’nin ilk kadın pilotu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen de, Dersim Harekâtı’nda yapılan hava operasyonlarına katılanlar arasındaydı. “(Attığınız) bombalar nasıldı, tahrip güçleri neydi?’’ sorusuna muhatap olan Sabiha Gökçen ‘’Büyük tahrip gücü yoktu. 50 kiloluk bombanın ne şeysi olur?’’ cevabını veriyordu.
Köylü bir kadın olan Menez Akkaya’nın anlattıkları yaşanan dramatik olaylardaki vahşetin boyutları hakkında bir ipucu verir niteliktedir: “Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200-300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş’ın oraya götürdüler. Bize silahlarınızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştuk ki, korku diye bir şey kalmamıştı.’’[28]
Nokta Dergisi, Trabzon’daki İngiliz Temsilciliği tarafından 27 Eylül 1938 tarihinde İngiltere’ye gönderilen bir belge yayınladı. Bu belgenin son bölümünde şu görüşlere yer verilmekteydi: “Kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere binlerce Kürt katledildi. Pek çok kişi de Fırat Nehri’ne atıldı. Daha az kötü muameleye tabi tutulan bölgelerde yaşayan binlercesi ise malları, mülkleri ve hayvanları alıkonularak Orta Anadolu’nun çeşitli illerine yollandı. Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.’’[29]
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Albay Hulusi Yahyagil, Dersim Harekâtı ile ilgili olarak hatıralarında şunları söylemektedir: “1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: “İmha” Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire… Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bana verdiler. ‘Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler. Müthiş bir hüzün ve ıstırap içinde idim. Hz. Üstad benim hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdulmecid vasıtasıyla gönderiyordu: ‘Hulusi’nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur’un şakirtlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himaye ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’ Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlahiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.’’[30]
İsyan olarak nitelenen fakat bazı devlet görevlilerinin kötü yönetimlerinden kaynaklanan olaylara örnek olarak, Sason da meydana gelen çok trajik olaydan bahsedilebilir. Sason’da yaşayan insanlara çok büyük zulümler yapılmış, yegâne geçim kaynağı olan ‘’keçilerinden’’ bile vergi alınmış, bir süre sonra bu mıntıkalar tehlikeli bölgeler ilan edilerek sakinleri başka yerlere sürgün edilmeye başlanmıştır. 1930’lu yıllarda iki yıl süre ile Siirt bölgesinde görev yapan Cemal Madanoğlu’nun anlatımına göre olaylar şu şekilde cereyan ediyor: Sason da bir aileye misafir olan ve ağırlanan bir yüzbaşı, evde erkek olmadığı bir sırada ona yemek hazırlayan evin gelinine tecavüz etmeye kalkışıyor. Kadın direnip bağırmaya başlayınca yüzbaşı kaçıyor ve o sırada başka bir evde ağırlanan kaymakam ve beraberindekiler, bu tecavüz ile alakalı zan edilerek öldürülüyor. Kaçan ve kurtulan yüzbaşının hazırladığı yalanlarla dolu rapor üzerine bölgede geniş çaplı bir operasyon başlatılıyor. Üç yıl süren kanlı olaylar yaşanıyor. Bu olay devlet kayıtlarına “Sason İsyanı’’ olarak geçiyor.
O kanlı günlerde oralarda bir yüzbaşı olarak görev yapan Camal Madanoğlu’nun yaşadığı ve bölge insanının şefkat ve merhamet duygularının çok güzel bir ifadesi olan bir hatırası da şöyledir: ‘’Bir gün bizimkiler yasak bölgede dolaşan bir Kürd’ü yakalayıp getirmişler. Baktım, zavallı bir adam. Sordum anladım ki, çoluğu çocuğu var. Ben şimdi bu adamı ne yapayım? Görevim aşağıya teslim etmek. Oradan da kim bilir nereye gönderirler? İçimde birdenbire oluşan bir duygu ile yanımdaki mavzeri aldım. Biliyorum silah boş, ama şöyle arkamı dönüp mekanizmayı kurdum, verdim Kürd’e. “Yat’’ dedim. ‘’Şu leyleğe ateş et; vurursan seni salıveririm. Leylek iki yüz metre kadar uzakta dolaşıyor. Adamı izliyorum. Kim bilir aklından neler geçiriyor? Eğer leyleği vurursa, karısına, çocuklarına, evine kavuşacak. Kolay değil durumu. Yüzünde tüm düşünceleri, kaygıları okunuyor. Kürt nişan aldı, hedefe baktı, bir daha baktı, kıvrandı, işi uzatıyor. ‘’Atsana ulan! Ne duruyorsun?’’ Yalvarır gibi bana döndü adam. İnsanlığı sanki gözlerinde toplanmıştı. Ağlamaklı bir sesle: ‘’Yüzbaşı beg,’’ dedi, ‘’Hacı leylek yahu!...’’ Çok duygulanmıştım. Elinden mavzeri aldım. ‘’Hadi git!’’ dedim. ‘’Ortalıkta görünme…’’[31]
Dersim Hadisesinin çok kanlı ve zalimce yöntemler ile bastırılmasından sonra uzun yıllar Kürt Meselesi önemli oranda gündeme gelmedi. Gözü iyice korkan Kürtler, artık ‘’Kürdüm’’ demeye bile çekinir oldular. Jandarma ve zabıtayı gördükleri yerde Kürtçe konuşmaktan vazgeçtiler. Hatta yarım yamalak kelimelerle Türkçe konuşarak kendilerini aklamaya çalıştılar. Jandarma ve devlet korkusunu iliklerine kadar hissederek hayatlarını korumak içgüdüsü ile yaşamaya devam ettiler. Devlete karşı çıkanların veya haklarını savunmak isteyenlerin başına gelen korkunç hadiseler, nesilden nesile ibret ve korku ile aktarıldı.
Çok sayıda âlim ve şeyh Suriye ve Irak’a giderek hayatlarını, dillerini ve dinlerini tanımadıkları memleketlerde yaşamaya gayret gösterdiler. Bölgede Serxet (Türkiye tarafı) ve Bınxet (sınırın öte tarafı) hikâyeleri ve hasretleri yaşanmaya başlandı. Aradan geçen yılların ardından akrabalar birbirlerine yabancı olmaya başladılar. Bu satırların yazarının Suriye-Şam’a giden ve yerleşen büyük amcaları ile önceleri ailenin çok seyrek olan ilişkileri daha sonraki yıllarda tamamen kesildi. Çocukluk yıllarında anlatılan akrabalık hikâyeleri nisyan perdesi arkasında iyice unutuldu.
Evham ve korkular yüzünden bınxete gidiş ve gelişlerde büyük zorluklar yaşandı. Yasadışı yollarla karşı tarafa geçmek isteyen çok sayıda insan, sınırlarda ya yakalandı veya bir kurşuna hedef oldu. Bölgede bu suni sınırdan ve ayrılıklardan doğan çok dramatik hadisler, hikâyeler halinde hep anlatılmaya devam edildi. Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile birlikte baskılar yavaş yavaş azalmaya başladı. CHP iktidarının zulmünden bıkan insanlar mahiyetini tam bilemedikleri halde ‘’bundan daha kötüsü olmaz’’ düşüncesiyle Demokrat Partiyi iktidara getirdiler. 27 Mayıs ihtilaline kadar bu böyle devam etti.
27 Mayıs ihtilalinden sonra, tek parti dönemi kadar olmasa da baskı ve zulümler yeniden yaşandı. Bölgenin ileri gelen insanlarının çoğu Sivas’ta bir kampta toplatılarak maddi ve manevi işkencelere muhatap edildi. Sonra 12 Mart Muhtırasının ardından yeniden hapisler ve sürgünler yaşandı. Bu hapis ve sürgünler, bazı insanların iyice bilenmesine ve konunun ideolojik zeminlere kaymasına neden oldu. 12 Mart’tan sonra ortaya çıkan ve Marksist-Leninist bir dünya görüşünü benimseyen Kürtçü örgütler, gençler arasında büyük oranda taraftar toplamayı başardı. 1970-1980 yılları arasında yaşanan kanlı olaylar ve bu dönemdeki kaotik ortam, açık–gizli çok sayıda örgütün karıştığı hadiseler olarak tarihin karanlık sayfaları arasında kayboldu.
İşin esas çığırından çıktığı dönem olarak, 12 Eylül İhtilalinin ardından yaşanan baskı ve zulümler ile Diyarbakır Hapishanesinde yaşanan işkenceler gösterilmektedir. Bu büyük oranda doğrudur. Çünkü ülkedeki anarşi ve terör olayları ile kardeş kavgasını önlemek iddiasıyla yola çıkan 12 Eylül darbesinin sebep olduğu haksızlık ve zulümler, bütün bir bölgenin ve Kürtlerin zarar görmesine ve güven duygularının sarsılmasına neden oldu. Devlet görevlilerinin eliyle ve devlet imkânları kullanılarak yapılan haksızlıklar, milyonlarca insanı bir şekilde etkiledi.
Cumhuriyet dönemi boyunca yirmi sekiz Kürt kalkışmasından bahsedilmektedir. Bunların büyük bir çoğunluğu çok küçük ve mahalli hareketler olmakla birlikte, çok kanlı ve zecri tedbirlerle bastırılmıştır. Hatta çok basit bazı asayiş ve güvenlik meseleleri de bir isyana dönüşebilir korkusu ve evhamı ile büyük askeri güç ve kapsamlı operasyonlarla bastırılmış, büyük zulüm ve haksızlıklara yol açılmıştır. Bu hadiselerin büyük bir çoğunluğunun isyan ile bir alakası yoktur. Fakat meselenin kanlı olarak bastırılmasına bir kılıf bulmak amacıyla bunlar “isyan’’ olarak nitelendirilmiş ve bölge halkı adeta canından bezdirilmiştir. “İsyan’’ karakteri taşıyan hadiseler olarak Şeyh Said, Dersim ve Ağrı hadisleri ile PKK kalkışmasından bahsedilebilir. Bu hadiseler içinde en uzun soluklu olanı da, hiç şüphesiz yirmi dokuzuncu Kürt isyanı olarak nitelenen PKK’nin başlattığı ve bugüne kadar elli bin civarında insanın ölümüyle neticelenen kanlı harekettir.
İşte daha önceleri küçük bir örgüt olarak varlığını sürdüren PKK’nin yeniden doğuşu ve büyümesi; bütün bir bölgede kendinden bahsettirmesi, bölgede Kürt örgütleri arasında inisiyatifi bütünüyle eline alan bir yapıya dönüşmesi, bu zulüm ve haksızlıklara karşı çıkma iddiasıyla giriştiği eylemler ve gösterdiği direnç neticesinde meydana geldi. 1984 yılında başlayan ve bugüne kadar devam eden yirmi yedi yıllık kanlı süreci uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bu süreç, birçok karanlık noktayı barındırmakla birlikte büyük oranda herkesin gözü önünde yaşandı. Büyük dramlar, katliamlar, göçler, köy yakmaları, karakol baskınları, sınır ötesi operasyonlar, dağlarda gezen binlerce silahlı PKK militanı, kuşak çatışmaları, köyleşen şehirler, asit kuyuları, ölüm tarlaları, toplu mezarlar, kaybedilen on binlerce genç, yüz milyarlarca dolarlık güvenlik harcamaları, on binlerce korucu, korku ve dehşet dolu bir hayat, kepenk kapatmalar, esnafın büyük dramı ve hepsinden önemlisi anaların yaşadığı büyük acılar ile bugüne kadar gelen bu kanlı sürecin, artık bir şekilde sona erdirilmesi ve tertemiz bir sayfanın açılması gerekmektedir.
[1] Tan, Altan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 43
[2] Sümer F. - Sevim A., İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, TTK Yayınları, 1971, s.34
[3] Akgündüz, Ahmet, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 46
[4] Yaşın, Abdullah, Tarih, Kültür ve Cizre, s. 377–381
[5] Akyol, Mustafa, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, s. 43
[6] Tan, Altan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 96
[7]Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 124-126
[8] Sekban, Şükrü Mehmet, Kürt Sorunu, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998, s. 26
[9] A.g.e., s. 163
[10] Mehmet Sekban, Şükrü, Kürt Sorunu, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998, s.164
[11] Dersimi, Dr. M. Nuri, Hatıratım, Roja Nu, s. 32
[12] Ali Bedirhan, Celadet, Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal'e Mektup, Doz Yayınları, s. 21–26
[13] Köprü Dergisi, Sayı 98, Bahar/2007
[14] Rohat, Ziya Gökalp’in Büyük Çilesi Kürtler, Fırat Yayınları, s. 76
[15] Vakkasoğlu, A. Vehbi, Tarih Aynasında Ziya Gökalp, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980, s. 29
[16] Serdi, Hasan Hişyar, Görüş ve Anılarım (1907–1985), Med Yayınları, Çeviri: Hasan Cunî, İstanbul, 1994, s. 291.
[17] Şahiner, Necmeddin, Son Şahitler, Nesil Yayınları, 1. Cilt, s. 53–53
[18] Cegerxwin, Hayat Hikâyem, Evrensel Basım Yayın, s. 53
[19] Tan, Altan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.158
[20] Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, s. 109
[21] A.g.e., s. 147
[22] Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, s. 163-64
[23] Dersimi, Dr. M. Nuri, Dersim Tarihi, Eylem Yayınları, İstanbul, 1979, s. 163–164
[24] Yeni Nesil Gazetesi, 3 Haziran 1989
[25] Ardıç, Engin, Sabah Gazetesi, 2 Mart 2008
[26] Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. Cilt, s. 50
[27] Nuri, Dr. Muhammed Dersimi, Dersim Tarihi, s. 222 vs.
[28] Nokta Dergisi, 25. Sayı, 28 Haziran 1987
[29] Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. Cilt, s. 94
[30] Şahiner, Necmeddin, Son Şahitler, 1.Cilt, Nesil Yayınları, İstanbul, 2003, s. 328
[31] Köprü Dergisi, Aralık 1987, 117. Sayı.