KÜRT SORUNU BAĞLAMINDA KISA BİR MÜNAZARAT ANALİZİ

Eklenme Tarihi: 25 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

-“Bediüzzaman’ın Münazarat’ı, Kürt sorununa çözüm metni olarak okunabilir mi?” Konferansın konusu bu soruyu cevaplamaktır.*

Münazarat, İslam ve Osmanlı dünyasının sorunlarına çözümler içermesi yanında, şüphesiz Kürt sorunu hakkında da çözüm ve öngörüler içeriyor. Müellifi buna bizzat işaret ve ifade etmektedir.

Hürriyetin üçüncü senesinde” “meşrutiyet-i meşruayı tam bildirmek ve kabul ettirmek için aşiretlere  “verdiği dersi yirmi-otuz senedir aradığını fakat bulamadığını, birisinin matbaada basılmış bir nüshasını kendisine gönderdiğini, talebelerine yazdığı bir mektubunda ifade etmektedir. Münazarat (s. 141) ifadelerinden anlaşıldığına göre, kendisine sorulan soru vesilesiyle topluma hedefler göstermiştir. Fakat muhataplarının arasında geleceğe ilişkin ümidini kaybedenler vardır. Onlardan birisi, Bediüzzaman’ın derslerine karşı itiraz ederek,  “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Ahir zamandır; gittikçe daha fenalaşacak.” demiştir.

“O vakit, ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

“Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.” (s.142)

Çağın problemlerini ıslah ve geleceğimizi yeniden inşa için bugün temel kitap olarak Münazarat’ı okuma ihtiyacı duyuyoruz. Bediüzzaman’ın müstakbeldeki insanlarla konuşacağım dediği insanlardan olmak, herhalde müstesna bir mazhariyet olsa gerektir.

Bediüzzaman, eserinde dile getirdiği fikirleri, gerçekleşmesi imkânsız ve “hayal tevehhüm edenleri ciddiye almadı, muhatap kabul etmedi. Zira geleceğe inancını ve umudunu kaybetmişlerle bir yere varılamayacağının farkında idi.  Fikirlerinin sahiplerini bulacağına ümidi ve inancı tamdı. Ben biliyorum ki, şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir”(s.89) diyerek yazdıklarının gelecek nesillerin akıl ve kalplerinde ma’kes bulup hayata geçeceğinden emindi.

Bediüzzaman, 20. asrın başlarında Münazarat’ı telif etmekle bütün topluma verilecek en büyük müjde ve hediyenin meşrutiyet olduğunu göstermek istemişti. Eski Said kimliği ile meşrutiyetin yolunu açmaya çalışıyordu. Meşrutiyet öncesinde başlayan hastane, hapishane ve idam sehpalarının gölgesinde geçen bir kaç senelik ilk İstanbul yolculuğu bu yöndeki arayışın önemli aşamalarından birisi oldu. Doğduğu bölgeye döndüğü zaman, hemşerileri,

- “Ey Seyda İstanbul’a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” diye sormuşlardır. Bediüzzaman bu soruyu, yaşadığı tehlike ve sıkıntıları hiç dikkate almayan ümit ve iyimserlikle

- Müjde getirdim, (s. 20) diyerek cevaplamıştır.

Bediüzzaman’ın nazarında yüz yıl önceki Osmanlı toplumu için en büyük müjde, “Meşrutiyet-i meşrua temelinde bir değişim idi.

Münazarat, bu değişimin nasıl gerçekleşebileceğini gösteren öncü belgelerden birisi olarak telif ve tanzim edildi. Bu eser, masa başı nazari öngörülerden ziyade yerinde yapılmış bir alan çalışmasıdır.

Münazarat, alan çalışması özelliğiyle oldukça orijinaldir. Devrine göre ileri bir çalışmadır. Çünkü, toplumsal sorunlarla yerinde ve gerçek muhataplarıyla yüzleşerek çözümler öngörmektedir.

Ele aldığı konular itibariyle Münazarat,sadece lokal sorunların çözüm belgesi de değildir.

Bu eser, insaniyet adına sorun yaşayan İslam dünyası için tecdit anlamında bir yenilenme reçetesidir. Maddi-manevi boyutlarıyla topyekûn bir kalkınma programıdır.

Zira, özgürlükçü, katılımcı, şeffaf, sivil, çoğulcu ve temsili bir siyasi yapılanma anlamında,  Meşrutiyet’in İlanı, “Umum İslamın, Lâsiyyema Osmanilerin, Bahusus Ekradın Saadetinin Fecr-i sadık habercisidir.

Bediüzzaman, bölgede karşılaştığı hemşerilerine Meşrutiyetin iyilik ve güzelliklerini ısrarla anlatıyordu. Meşrutiyete çok geniş bir anlam ve misyon yüklüyordu. Dünyevi saadetimiz bundadırdiyerek meşrutiyete sahip çıkılmasını istiyordu.

Onun meşrutiyet hakkındaki bu ısrarını siyasi açıdan garipseyenler vardı. Bunlar meşrutiyetin ilanı ile fazla bir şeyin değişmeyeceği inancındaydı. Bu yüzden  “Meşrutiyeti pek çok i’zâm ediyorsun. Eskiden rey-i vahit idi, milletten sual yok idi; şimdi meşverettir,milletten sual edilir. Millet, “ne için?”; der; ona, “Ne dersin?” denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar ilaveyi takıyorsun?”

Bediüzzaman, adeta, “oyumuzu veririz, ötesine karışmayız diyen bu anlayışa karşı itirazını şöyle seslendiriyor:

“Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zira meşrutiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrutiyeti her vecihle uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrutiyeti tevlit eder. Hatta ulemada, medariste, talebede bir nevi meşrutiyeti intaç eder. Evet, her taifeye ona mahsus bir meşrutiyet, bir teceddüt ilham olunuyor....”(s. 31)

Bediüzzaman’a göre meşrutiyet, şekil ve isim değişikliği değildir. Meşrutiyetin özgürlükçü ortamında, kimse reyimi verdim, işim bitti deyip köşeye çekilemez. Herkes kendi meselesinin, iddia ve ihtiyaçlarının bizzat takipçisi ve denetçisi olmak zorundadır. Farklılıkları koruyarak tartışmak ve böylece yeni terkip ve sonuçlara ulaşmak meşrutiyetin gereğidir. Bu da, toplumun bir bütün olarak yönetime katılması, denetleyici olmasıyla mümkündür. Aksi takdirde yenilik ve değişim görülmeyecek, eskinin taklidini yapmaktan öte bir iş yapılmış olmayacaktır. Rejimin adının meşrutiyet olması hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu sebeple Bediüzzaman, meşrutiyeti gereksiz yere ilaveler yap”ıp, i’zam et”miyordu. Yaptığı iş, meşrutiyetin gerçekçi anlam haritasını detaylarıyla ortaya koyup hayata geçirmekti. Bugün demokrasinin bütün kural ve kurumlarıyla işler hale getirilmesine duyulan ihtiyacı, yüz yıl evvel gerçekleşmesi gereken bir hedef olarak görüyor ve gösteriyordu.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    Bediüzzaman, meşrutiyetin hayata geçebilmesi için öncelikle meşrutiyete bağlı ve saygılı yönetici ihtiyacını öne çıkarmakta ve bu yöneticinin nitelik profilini çizmektedir:

Bir büyük adam, hakka istinad ile aklı istimal edip muhabbetle milleti kendisine rabt, zîrdostânının omuzları üstüne çıkmaz, altına girer, yükseltir, şevklerini uyandırır, bir iyilik olursa, manen millete tevzi eder, herkese bir parça namus düşmekle şevki arttırır, hak yerini bulmak için milleti ziya-i marifete karşı tutar, gonca misal olan o milletin hissiyatına zülal-i muhabbet ve aklı gönderir, neşv-ü nema verirse, “halkın efendisi ona hizmet edendir” hadis-i şerif(indeki) meşrutiyetli reise misal-i müşahhas olur. Meşrutiyeti gözle görmek istiyorsanız, işte şu aynaya bakınız.”(s. 25)

Kısaca Bediüzzaman’a göre, devlet adamının büyüklüğü kılıcı keskin olmasında değil, aklı keskin, kalbi millet için fedakâr olmasındadır. İdeal yönetici, halkına hizmet arzusuyla dolu olup, halkına dayanan ve güvenendir.

Halkını seven, onun hissiyatına saygılı ve fedakârca hizmet öncelikli bir yönetim anlayışı Münazarat’ın asırlık bir yönetim öngörüsüdür. Çözüm bekleyen sorunlar için bu yönetici profiline olan ihtiyaç, halen fazlasıyla devam ediyor. Özellikle Kürt sorununun çözümünde halkın, hissiyat ve düşüncesine saygılı, onlarla bütünleşmesini bilen bürokrat kimliğinin önemi inkâr edilemez. Teslim edilmelidir ki, bu yönetici modelinin eksikliği, sorunun zaman içinde kangren haline gelmesinde önemli paya sahiptir.                          

Bediüzzaman Münazarat’ında, hakkı yücelten, akıl ve marifet ışığında tartışan, sorgulayan, hür bir toplum öngörüyordu. Fakat bu topluma ve meşrutiyete ulaşmanın engelleri vardı. Meşrutiyetin yolunu, İslamiyet’le telifi mümkün olmayan örfi gelenekler kapatıyordu. Kuvvete istinad ile iş görme anlayışı ailede pederşahi yapıya, toplumda ise, feodal yapıya dönüşmüştü. Toplumda kuvvetin ve otoritenin  istibadı vardı. İlmi vasıta edip garip namlar altında yapılan tahakkümler istibdadın tezahürü idi. (s. 33) Tartışma ve itiraz kabul etmeyen yanlış bir itaat kültürü toplumda hükmediyordu. Yönetimler, insanları vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakıyordu. Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal eden ve halkı “vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bak”an bu anlayış, mutlaka terki ve tedavisi gereken bir yönetim hastalığı idi. Bediüzzaman’ın terkini öngördüğü tarihten bir asır sonra bugün belli bir tasfiye sürecine girmiş olsa da, vesayetçi yönetim anlayışı, hala kalıtsal bir hastalık gibi direniyor.                        

Bediüzzaman’ın nazarında aşılması gereken diğer zaaf, insani ve toplumsal ihtiyaçları ihmal ederek, Hamidilikte, çözüm arayan güvenlik odaklı yönetim anlayışı idi. Kürt sorununu uzun yıllar bir güvenlik sorunu olarak gören yaklaşım ne yazık ki, 20. asrın sonuna kadar ısrarla devam etti. Bediüzzaman’a göre sorunlara güvenlik odaklı baskıcı yaklaşım,  toplumsal ve siyasi sorunların tedavi”sine yeterli olamazdı. Hatta bu yönetim algısı geri kalmışlığa kaynaklık ediyordu. İnkiraza mahkûm bu algının geleceği yoktu.  Çünkü çağın hakka, akla, kanuna ve bilgiye dayalı, gelişmeye açık yönetimleri hızırvari bir ömre mazharolacaktı. (s. 33-35)                               

Bediüzzaman, Münazarat risalesini, “marifet ve faziletten demiryolu yap”manın herkes için uygulanabilir reçetesi olarak telif ve teklif etti. Bu reçetenin bir asır evvel yeterince kullanılabildiği söylenemez. Telifinden bu yana aradan geçen bir asrın, toplum ve yönetim katında biriktirdiği maddi ve manevi sorunları çözmek için Münazarat, otantik bir reçete olarak kendisine başvurmayı bekliyor.

 Bediüzzaman, Münazarat’ında toplumsal ve siyasi sorunlara gerçekçi ve uygulanabilir yaklaşımlar öngörmektedir. Yönetimdeki aksaklıkların ülkenin siyasi bütünlüğünü tehdit boyutlarına taşınmaması gerektiği inancındadır. Meşrutiyetin getirdiği özgürlüğün bozguncu amaçla kullanılamayacağı görüşündedir. Meşrutiyetin ilan edilmiş olmasıyla gelen özgürlük ortamı, ona göre, “muhtariyet ve adem-i merkeziyet” taleplerinin gerekçesi yapılamaz. Meşruti ortamı fırsat bilen, “öyle herzegülerin arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizadesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye”dir. Bediüzzaman, meşrutiyetin ilanını kendileri için bağımsızlık ve adem-i merkeziyet gibi taleplerle ortaya çıkan Ermenileri, “herzegü”lük yapmakla yani

saçmalıkla suçlamaktadır. Bediüzzaman, adem-i merkeziyeti gerekli gören Prens Sabahattin’e yazdığı mektupta da, adem-i merkeziyet” fikrinin, bizim toplumsal dokumuz ve tarihi şartlarımız bakımından benimsenemeyeceğini ifade etmiştir. Bugün ciddi bir toplumsal dayanağı olamayan marjinal nitelikli bir “özerklik” talebinin Bediüzzaman’ın düşüncelerinde meşruiyetini bulmak mümkün değildir. (s. 70)

Özerklik veya başka isimlerle ayrılıkçı bir amacı gerçekleştirmek isteyen ve bu amaç için terörü seçen odak veya odakların varlığını Bediüzzaman daima dikkat çekti. Eski ve Yeni Said dönemi eserlerinde etnik temele dayalı, İslam’ın “cahiliye âdeti” ve kalıntısı olarak gördüğü görüşlerin tamamına karşı çıktı. Özgürlükçü bir ortamda Ermeni, Rum, Yahudi ve Hıristiyan bütün azınlık unsurların haklarını savunduğu halde ülke bütünlüğüne yönelik düşünce ve eylemlere hep karşı oldu. Münazarat’ta yer alan üst paragraftaki ifadelerde görüldüğü gibi bu yöndeki talepleri  “saçmalık” olarak değerlendirmekten geri kalmadı. Irkçılığın zararlarını bertaraf edecek tedbirlerin alınmasını 20.asır Osmanlı ve Cumhuriyet hükümetlerinin hepsinden istedi. En güçlü, etkili ve kalıcı tedbirin eğitim yoluyla alınabileceğini her dönemde ifade etti. Münazarat eserinde eğitim konusundaki görüşler, akılla iman, din ile bilim terkip edilmiş ve maddi kaynakların nasıl karşılanacağına varıncaya kadar detaylı olarak proje halinde ortaya konulmuştur. Böyle bir eğitim programı ona göre, öncelikle batı kaynaklı ırkçılığın İslam dünyasındaki zararlarını bertaraf edecektir.

Yirminci asrın ilk yıllarında hak ve marifet sentezine dayalı toplum modelinin adı, Bediüzzaman’ın literatüründe meşrutiyet” idi. İslama aykırı tarafı yoktu. Çünkü, meşrutiyetin ruhunun İslamiyet’ten geldiğine inanıyor ve Divan-ı Harp’te yargılanırken bile bu iddiasını isbata hazır olduğunu söylüyordu. Böyle bir meşrutiyete bir asır evvel Kürtler dâhil olmak üzere bütün toplumun ihtiyacı vardı. İsmi değişse de, esasları değişmeyen hür, sivil, şeffaf ve çoğulcu bir yönetime yüz sene sonra toplum olarak ihtiyacımız devam ediyor. Yasaklarla dolu vesayetçi bir anayasadan kurtulmaya çalıştığımız bu dönemde, Meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir diyen Bediüzzaman’ın, vesayeti tasfiye belgesi olan Münazarat’ı, sorunları meşruiyet içinde çözmede elbette yolumuzu aydınlatacaktır.

Bediüzzaman, toplum bütünlüğünü korumanın manevi harcını  “muhabbet ile akıl-kalp eksenine dayalı maarifte görmüştür. Konuyla ilgili makul ve tatbiki kabil görüşler, sadece iddiada bırakılmamış, bunları hayata geçirmenin yol ve yöntemleri Kürtler, Türkler ve İslam toplumları için en ince detaylarına varıncaya kadar gösterilmiştir.

Kişi ve toplum bazında inanç, ahlak ve yönetim boyutlu sorunlara, çözüm öngören bir içerik, Münazarat özelinde ve Risale-i Nur genelinde zengin bir doküman olarak önümüzde duruyor. Münazarat’ın telifinden bu yana yüz yıl geçmiş olsa bile onun öngörülerine duyulan ihtiyaç gerçeği değişmemiştir.

................................................................................................

 

*Konferansa davet mektubunda, konu takdim edilirken; “Cumhuriyetin bir ulus devlet olarak kurulmasının üzerinden 90 yılı aşkın bir zaman geçti. Asimilasyoncu eşitliğe dayalı vatandaşlık anlayışı” nitelemesi yapılmaktadır. Bu görüş, prensip olarak doğru olsa bile gerçeğin tam ifadesi değildir. Cumhuriyet dönemindeki vesayet sistemini, sadece “asimilasyoncu eşitliğe dayalı vatandaşlık” kavramıyla açıklamak yeterli değildir. Bu yaklaşım, vesayet yönetiminin sadece Kürtlerle sorunlu olduğunu akla getirir. Son derece eksik ve o ölçüde sakıncalıdır. Şöyle ki,

 Cumhuriyet ideolojisi, medeniyet temelinde radikal bir makas değiştirme hareketidir. Kendinden önceki her şeyi red ve inkâr üzerine kurulmuştur. Geçmişi tasfiyede ayak bağı olacağına inanılan her şey yıkımaalınmıştır. Dini ve etnik kimlikler başta olmak üzere diğer bütün tarihi ve sosyal aidiyetler dışlanmıştır.

Altı okta sembolleşen yeni cumhuriyet, oklarını önce kutsala yöneltti; sonra da dönemin etnik üstünlüğü kutsayan moda faşist yargılarını benimseyerek Kürtlüğü ret ve asimilasyona yöneldi. O dönemin kurucu kadroları bu konudaki niyetlerini saklamak gereğini de duymadılar. 

Cumhuriyet, güvenlik temeli üzerine kuruldu. Yönetici elit dışında kalan ve toplumun yüzde doksanından fazlasını içine alan bir “tehlike ve düşman” konsepti geliştirildi. Tehlike unsurlarının başına “dindarlar” ve “Kürtler” konuldu.

Bu sebeple Münazarat’ı sadece Kürt sorunu bağlamında değil, Cumhuriyet döneminde benimsenen ideolojik tercihler temelinde bütüncül bir okumaya tabi tutmak daha gerçekçi olur. Eserin telif maksadı kadar içeriği de böyle bütüncül bir okumayı gerektirir.

Münazarat’ın bu bütünlüğü içinde şüphesiz Kürtlerin ve bölgenin asırlık sorunlarına çözüm öneri ve projeleri vardır. Fakat esere, müellifi tarafından “Ekrat reçetesi”  nitelemesinden hareketle bu eserin sadece Kürt sorununun çözümüne odaklandığı çıkarımı yapılamaz ve bu yaklaşım eserin telif amacıyla da izah edilemez. Münazarat, Kürt sorununa çözüm öngörüsü içermesi yanında,  “şanlı talihsiz bir devlet” kavramı ile Osmanlının,  “azametli bahtsız bir kıta” kavramı ile de Asya’nın kurtuluş reçetesidir. Esere böyle bir bütünlük içinde yaklaşmanın daha gerçekçi ve kapsayıcı bakış olacağına inanıyorum.

Münazarat’ta, özgürlük, insan hakları, adalet, çoğulculuk, sivilleşme, eğitim ve yönetimde şeffaflaşma, asker-siyaset ilişkileri vb. birçok konunun ele alınmış olması ve bütüncül bir toplumsal değişim projesi olarak okunması, daha gerçekçi bir yaklaşım olarak görülmelidir. Müellifin, “eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Arap” olduğuna ilişkin ifadeleri, bizi bütüncül bir yaklaşıma davet niteliğindedir.

 Bediüzzaman, “Ekrat Reçetesi” adını verdiği Münazarat’a yazdığı Önsöz’de, ilmiye sınıfı için kaleme aldığı Muhakemat’a (Saykalü’l-İslamiyet) diyerek atıfta bulunuyor. Kendi ifadesiyle “Medine-i medeniyet çarşısına”  takdim ettiği bu iki eser, teori ve pratikte toplumsal yapılanma ve değişim projesinin esaslarını içermektedir. Bu niteliği dikkate alındığında, Münazarat’ın sadece“asimilasyoncu eşitliğe dayalı vatandaşlık” anlayışının açtığı tahribata karşı düşünülmüş bir metin olmadığı, Osmanlı ve İslam coğrafyasının sorunlarına çözüm odaklı bir metin olduğu gerçeği kendiliğinden ortaya çıkar.

- Reklam -