ISPARTA’NIN RİSALE-İ NUR İKLİMİ

Eklenme Tarihi: 09 Mayıs 2017

Ben Isparta doğumluyum. Tabi Isparta kahramanı olamadık. Tabi inşallah dua ederseniz Isparta kahramanı inşallah oluruz. İlkokulumu ve imam-hatip lisesini Isparta’da okumak nasip oldu. Daha sonra Marmara İlahiyatı bitirdik. Eğitim teknolojilerinde masterim var. Dost TV den simaen tanıyorsunuz.

Eğitimciyim, Öğretmenliğimiz devam ediyor.

İlahiyatçı olmamız münasebetiyle ben Rasullah aleyhisselatü vesselam döneminde ki vahşet ve cumhuriyet döneminin ilk zamanlarında ki uygulamanın paralelliğini nazara vererek ona nasıl mukavemet edildiğini ve bu küfre karşı nasıl direnildiğini kısaca tasvir etmek istiyorum. Tabi bizim konuşmalarımız belki ummanda bir katre, güneş şuası içerisinde bir ışık olsa gerek.

Rasulullah aleyhi ve sellem henüz dünyaya gelmeden orada vahşet dorukta idi ama biz inanıyoruz ki Cenab-ı Hak arıyı bey arısız, karıncayı da bey karıncasız bırakmayan Rabbimiz, hiçbir kavmi peygambersiz bırakmaz, insanlığın her döneminde görevli büyük zatları hep gönderdi. Rasullullah zamanında vahşet dorukta idi. Kız çocuklarını diri diri çocukları toprağa gömen, zulme taraftar olan, güçlüyühaklı gören bir cemiyette, insanlar günah işlemekle o kadar iftihar ediyorlar ki, günah işledikten sonra günah elbisesini Kâbe’ninönünde çıkarıp çıplak olarak Kabe’detavaf ediliyorlardı. Bu kadar zulüm ve ahlaksızlık ileri gitmişti.

18 ve 19. yüzyılın en büyük fikir akımı pozitivizmdir. Yani bilimin tanrılaştırıldığı bir dönemdir. Pozitivizm “Ortadan ve tarafsız bakacaksın” teziyle ve bilim aracılığı ile bir nevi insanı tarafsız bakmaya yönlendirerek dinsizliği empoze etmeye çalışan bir düşünce akımıdır. Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki zamanında Abdullah Cevdet’in hayali bir devleti var. İşte o hayali devletin yansıması cumhuriyet dönemindir. Cumhuriyeti kuranların bir bir yapmış oldukları inkılâplarda onun göstergesidir. Ama böyle bir dinsizce uygulamayı görüp de buna hiç kimse göz yumamazdı. Cenab-ı Hak da Kader-i İlahi cihetiyle öyle bir dokudu ki hadiseleri, cumhuriyet döneminde evet bazı müesseseler deforme olmuştu,medresedir, tekkedir, zaviyedir.Ama bunların kapatılması İslam’ın etrafındaki surların kırılması demekti,Kader-i İlahi.

Tabi hepiniz biliyorsunuz 1876 Bediüzzaman’ın doğum yılıdır. 1926 Şeyh Said İsyanı bahane edilerek Bediüzzaman Barla’ya nefyediliyor. O zaman henüz -çok afedersiniz- merkep yolu yok. Eğirdir’den ancak kayıkla Bedre’ye sonra Barla’ya gidiliyor. Ve sıkı sıkı merkezi hükümet Bediüzzaman’la görüşmeyi yasaklıyor. Ama öyle bir yakarış ve yalvarış ki, o Çam dağında,Ulu çınarın önünde -Muhacir Hafız Ahmed’in torunu İsa karaca benim sınıf arkadaşım imam-hatipten- her gece Bediüzzaman’ın sabahlara kadar “Bu gençliğin imanı ne olacak?” diye dualarını, tesbihatlarını, zikirlerini duyuyorlar. İşte o dualar ki, ilham-ı İlahinin ibtidasına neden oluyor ve Risale-i Nur Külliyatının çoğu eserleri Isparta’da neşr olmaya başlıyor.

Cemaat ruhunun önemi ki, Bediüzzaman Hazretleri kendisine “Ben yarı ümmiyim” diyor. Evet yazısı çok güzel değil. Barla sürgününden sonra Isparta’da Bediüzzaman Hazretleri Küçük Sözleri hiç kimseyle görüştürülmediği zaman kendi el yazısıyla yazmış, sanki ilkokul talebesinin yazmış olduğu bir yazı gibi. O ilk nüshayı Said Özdemir Ağabey bastı, isteyenler oradan görebilir.

Çok önemli bir husus Rasulullah böyle bir cemiyete geldi. 35-40 yaşına kadar Hira’da Allah’a yalvardı. Hira hem Mescid-i Haram’ı, Kâbe’yi daha ileri boyutta da Kudüs’ü önüne alan bir mekândır. Oradan Hanif dini ile kendisine intikal eden namazı kılıyor, Cenab-ı Hakka yalvarıyordu. Bediüzzaman da Barla’da yüksekçe bir tepede tecrit edilmesine rağmen bütün siyasi olaylardan uzaklaştırılmış vaziyette yalvarıyordu. Bu yalvarmalar sonuç itibariyle İslamiyetin doğmasına Kur’an-ı keriminezeli kelam olarak bize lutf edilmesine neden oldu. Kaldı ki Kuran-ı Kerim kelime anlamıyla geçmişte, günümüzde ve gelecekte ikram edilen kitap manasınadır.

Evet biliyoruz ki, Rasulullah’tan sonra peygamber gelmeyecek ama bu sancak da yere düşmeyecek. Nasıl olacaktı? İşte sahabe mesleği Risale-i Nur Barla’da yazılmaya başlandı ve o şartlarda Bediüzzaman’a selam vermek,ona arkadaş olmak kelleyi koltuğun altına almak demekti. Bediüzzaman’ın duası, istihdam-ı İlahi, etrafındaki Isparta kahramanları öyle bir halka oldular ki, o Risale-i Nuru işte Sav bin kalemle yazdı. Onun için bizler de Osmanlıcayı öğrenmemiz ve Osmanlıca yazmayı da herhalde bilmemiz gerekiyor. Hizmetler o dönemden bu güne kadar geldi.

İlk Osmanlıca çoğaltılan eserler, arkasından“Gençlerin imanı için yeni hurufla tabına izin verdim” dediği yeni hurufla Risale-i Nurların tabı ve bu güne kadar gelen hizmetler çok güzel. Biz tabi imam-hatip lisesinde okurken hocalarımız, dindar bir okula, imamyetiştiren bir okula geldiğimiz için bize hakaret ederlerdi. Garip Anadolu çocuğu olan bizler bütün bu hakaretlere rağmen hiçbir zaman onlara saygıda kusur etmezdik ama “Yahu nereden geldik buraya?” derdik. Ne zaman ki Risale-i Nurlarla tanıştık, onlar bize öyle bir kuvvet-i maneviye oldular.İftiharla “imam-hatip lisesinde okuyorum, ilahiyat fakültesinde okuyorum” demeyi Rabbim bize lutfetti.

Risale-i Nuru okudukça dem ve damarlarımda “Benim bu hakikatları anlatmam lazım” hissi oluşmuştu. Daima okuyarak Risale-i Nur ikliminin bu anlamda ömür boyu devam edebilmesi için herhalde Nurları hep okumak gerekiyor. Ama günümüzde ihmal edilen bir şey var. Risale-i Nur belki kırk-elli dile tercüme oldu diye iftihar ediyoruz ama külliyat tamamen tercüme olamadı. Sadece İngilizce ve Arapça dillerinde tam olarak telif edildi. Diğerleri henüz tamamlanmadı.

Günümüzde özellikle memuriyetten kaynaklanan tembellikle haftada bir veya iki defa derse gitmek iman kurtuluşu için yeterli görülüyor. Ben tabi arada bir hemen garajın oradaki alışveriş merkezlerine gittim. Binlerce insan o iman ve Kur’an hakikatlerinden habersiz. Kendime, “Ya Rabbi bu kardeşlerimize Nurları nasıl aktarabiliriz?” sorusunu sormaya başladım. Risale-i Nurun telif edildiği bu mekânlarda çok daha dolu ve teveccüh içerisinde Risale-i Nur okumalıydı” diye düşünüyorum.

Vakıflarımız, Risale-i Nurların hizmetini veren dershanelerimiz, akademik çalışmalar çoğaltılmalı, doktora yapan öğrencileri dünyanın her tarafına göndermeli, insana yatırım yapılmalı. Ta ki, Risale-i Nur iklimi yedi milyar insanı kuşatsın temenni ediyorum.

Tabiin dönemiyle bizim dönemi de kıyaslamak gerekir. Sahabe mesleği olduğu için bizler de tabiinin yansımalarıyız. Tabi sahabeye yetişmek, nübüvvet iksirini almak mümkün değil. Fakat bizim burada bir araya gelmemizde hiçbir menfaatimiz yok. Hep davamıziman davasıdır. Ama bu güzelliklerin bu Kur’an’ın, bu ebedi hayat probleminin bütün insanlar tarafından duyulması ve o insanların bu hakikatlerden haberdar olması lazım. Bunun için Bediüzzaman’ın tabiriyle bize verilen her 24 saat sermayenin saniyesini Cenab-ı Hak hesap olarak soracak. Ben hesabını veremiyorum. Ama hesap verecek mesailerin tanzimini Rabbimden arzu ediyorum.

Bir de en büyük kusurlarımızdan biri, Birinci Ağabey hep söylerdi: “Kardeşim dua ediyorsunuz. Kaç dakika? Ben en uzun Kâbe’deki duama baktım 10 dakika sürüyor. Bediüzzaman Hazretlerinin 1,5 metre eninde,5 metre boyunda bir dua listesi vardı ve bunu her gün devrederdi. O listeyi bulamadık ama peşindeyiz. Dualarımıza önem verelim.Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor ki, “Kul maya’beküm Rabbi levla duâiküm” (Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz var?) İstecib duâenleküm.

Efendim dualarda, hizmetlerde emaneti Cenab-ı Hak alıncaya kadar buluşmak temennisiyle selamünaleyküm. 

- Reklam -