II. Meşrutiyet Devrinde Medreselerde Reform Düşüncesi ve Bediüzzaman Said Nursi

Eklenme Tarihi: 23 Şubat 2017 | Güncelleme Tarihi: 04 Mart 2017

ÖZET

Meşrutiyet devri her açıdan olduğu gibi, eğitim reformları açısından da münbit bir dönemdir. Bu dönemde medreselerin ihtiyaca cevap veremez hale gelmesi üzerine pek çok reform projeleri hazırlanmıştır. Bu bağlamda 1910’da Medaris-i İlmiye Nizamnamesi çıkarılması, 1914’te Şeyhülislam Hayri Efendi’nin çabalarıyla Islah-ı Medaris Nizamnamesi çıkarılması, 1917’de medreseler hakkında yeni düzenlemeler yapılması bu çerçevede değerlendirilebilecek reform çabalardır. Bu resmi çabaların dışında da pek çok ulema, medreselerin nasıl düzeleceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu çerçevede Bediüzzaman Said Nursi’de görüşler ileri sürmüştür. Biz bu çalışmamızda bu bağlamdaki projeleri ve görüşleri inceleyerek II. Meşrutiyet döneminde medreselerin durumunu ve medreselere bakış açısını ortaya koymaya çalışacağız. 

Anahtar kelimeler: Eğitim, medrese, II. Meşrutiyet, Osmanlıda eğitim.

Giriş

Osmanlı medreseleri, devletin gelişmesi için uzun süre bir muharrik güç olarak vazife görmüştür[1]. Ancak, 16. Yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesi, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da sıkıntıların görülmeye başlamasına neden oldu. Medreseler, eski fonksiyonlarını yerine getiremeyerek, günden güne itibar kaybetmeye başlaması Batı tarzı modern okulların açılmasına zemin hazırladı[2]. Böylece 18. Yüzyılın başlarından itibaren eğitim, geleneksel eğitim kurumları ve Batı tarzı eğitim kurumları olmak üzere eğitim ikili yapı içinde şekillenmeye başladı.

18. yüzyıl bu ikili yapının ayrışmaya başladığı bir dönem oldu. Orduyu modernize etmek amacıyla kurulan Hendesehâne ile başlayan bu süreç, mühendishane-i Bahr-i Humâyûnve Mühendishâne-i Berri Humâyûn’un kurulması ile devam etti. Bu sırada medreseler hala güç ve etkisini sürdürmekle birlikte, modern okullar karşısında yetersiz görünmeye başlamışlardı.

19. Yüzyılın başlarında III. Selim döneminde, bir yandan modern eğitim kurumları oluşturulmaya çalışılırken, diğer yandan da medreselerin ıslahı için yapılması gerekenler üzerinde duruluyordu. II. Mahmud döneminde bu ikilik iyice ortaya çıkmaya başladı. Çünkü Sultan Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla, yeniliklere hız verirken medrese ile mektep arasındaki mesafe de derinleşiyordu.

Tanzimat Dönemi, Batı tarzı eğitim kurumlarının sayıca arttığı ve medreselerle ilgili ıslahat düşüncesinin yaygınlaştığı bir dönem oldu. Medreseler pratiğe dönük etkinliklerini de bu dönemde yitirdi. 1854’te kurulan Muallimhâne-i Nüvvab ile hukuk ve adalet sahasındaki tekelini kaybetti. Buna rağmen, 1860’lara kadar ilk öğrenimin dini karakteri hala devam varlığını hissettirdi. Bu dönemdeki yöneticiler ilk öğrenimi sadece din eğitim çerçevesinde düşünüyorlardı. Ancak 1860’lardan sonra mahalle mekteplerindeki eğitimin yetersiz olmasının anlaşılmasıyla, bazı pozitif bilimlerin ve pratik derslerin müfredata alınması yönünde somut adımlar atılmaya başlandı[3]. Bu gelişmeye paralel olarak Müslüman halk zihninde mektep ve medrese arasındaki fark şekillenmeye başlamıştı.

Bu dönemde eğitimde reform çabalarının en önemlisi hiç kuşkusuz 1869 Maarif Nizamnamesi’dir. Zamanın Fransa eğitim bakanı Jean Victor Duruy’un etkisiyle hazırlanan, yabancı etkisi açıkça görülen 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizâmnâmesi ile eğitimde merkezileşme gerçekleşirken dünyevi ilimler de ön plana çıkmaya başladı[4]. 1839-1869 tarihleri arasında eğitimde ıslahat çabaları, ferdi nitelik taşıdığı, meselenin idari, malî ve mesleki yönlerinin bir bütün olarak ele alınmadığı, bir erken dönem olarak nitelenebilir. Öte yandan 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Osmanlı genel eğitimi için yasal ve kurumsal bakımlardan kapsayıcı bir çerçeve oluşturacak ve bu durum jön Türk dönemine kadar devam edecekti[5].Bu Nizamnamede modern eğitimin pek çok yönü ayrıntılı bir şekilde yer aldığı halde, medreselerin durumunun düzeltilmesine dair hükümler yer almadı. Bu durumda bu köklü eğitim reformundan medreselerin nasip alamamasına neden oldu.

II. Meşrutiyete Girerken Medreselerin Durumu

19. Yüzyılın son çeyreğinde mektep medrese ayrımı belirginleşmeye başlayınca, Maarif-i Umûmiyye Nezâreti sadece kendine bağlı modern eğitim kurumlarına maliyeden geniş destekler alırken, buna karşılık medreseleri yöneten Meşihat[6] ve Ders Vekâleti[7] aynı başarıyı gösterememişti. Üstelik medreselerin mali kaynakları konumunda olan Vakıfların bazılarına Maarif Nezareti el koymuş, bazıları da taşrada şunun bunun elinde kalmıştı. Medreseler en sıkıntılı dönemlerini II. Abdülhamid yönetiminin son17-18 yıllık döneminde yaşamışlardır. “Askerlikten muafiyet” gibi medreselere verilen bazı "imtiyaz"lar buralara ilgiye çok arttırmış, askerlikten kurtulmak isteyen herkes İstanbul medreselerine koşmuştur[8]. Buraya gelen öğrenciler bir medreseye kaydolmuşlar, bir han köşesinde bir oda kiraladıktan sonra 8-10 yıl böyle sürünmüşlerdir. Bunun arkasından hiç bir ödeneği olmayan virane bir medresede bir oda kapmışlar, Ders Vekâletinden bu odanın sahipliğini tescil ettirebilmek için de sekiz yıl "aç bî ilâç" beklemişlerdir. Yâni İstanbul'a medrese öğretimi yapmaya gelen bir kişi aşağı yukarı 18 yıl, hükümetin hiç bir yardımı olmadan "yaşıyordu" sekiz yılda bitebilecek bir medrese öğretimi, 18 yılda ancak başlayabiliyordu.

Medrese öğretiminde ders kitabı olarak izlenen kitaplar da çok eskiydi. Örneğin İlm-i Hesap, Cebir, Eşkal ("Hendese"den), Küre Risalesive Şerh-i Çağminî ("Hey'et"ten), Şerh-i Kadımi ve haşiyeleri ("Hikmet-i Tabiiye"den), Şerh-i İşâret gibi bazı ders kitapları Yunan bilginlerinden kalmış, onlardan Arapça'ya çevrilmiş eserlerdi. İlm-i Kelâm kitapları yüzyıllar öncesinden kalma idi. Tabii bilimler medreselerde yer almamaya başlamıştı.

Medreselerde öğretim metodu adına hiç bir şey izlenmemekteydi. Bu hususta her müderris kendi başına bırakılmıştı. Zaten çoğu müderrislerde müderrislik özellikleri yoktu. Hiç maaş ve ödenek almayıp, başka işlerinden boş kalan zamanlarda bu işi "Allah rızası için" yapan müderrisler, mevcudun büyük bir kısmını meydana getiriyorlardı. Ders Vekâleti ve Meşihat İdâresi'nin sözü İstanbul dışında geçmiyordu. Zaten bu kuruluşların taşradaki medreseler, müderrisleri, medrese öğrencileri ve medrese vakıflarıyla ilgili hususlarda o yerlerle bağlantıları ve sayısal bilgileri bile yoktu.

Medrese öğrencileri, diğer bakımlardan olduğu gibi sağlık bakımından da tamamen kendi başlarına bırakılmışlardı. Han köşelerinde, medrese odalarında her işlerini kendileri yaparak, sefilâne bir hayat yaşıyorlardı. Bu öğrencilerin yıllık geçimlerini sağlayacak para ve diğer malzemeyi toplamak ve köylüleri aydınlatmak için  “Üç aylar”da düzenledikleri "cerr" gezileri de onlar için pek çok sorunları beraberinde getiriyordu.

Bütün bunlara rağmen bir eğitim kurumu olarak medrese, XX. Yüzyıl Osmanlı toplumunda gene de çok önemli roller oynuyordu. Yönetim örgütünün birçok çarkları hâlâ medrese çıkışlılar tarafından çevriliyordu. Maarifin okullarında bile öğretmen ve öğrenci ihtiyacının büyük bir bölümünü medreseler karşılıyordu. Devletin medreseleri tamamen ihmal etmesine, bütün ilgisini ve desteğini batı örneğindeki okullara göstermesine rağmen, ülkenin gene de en yaygın, en etkili, en görkemli eğitim kurumu medreselerdi. Ama ne kadar görkemli olursa olsun, medreselerin çökmekte olduğu da gün gibi açıktı. Artık medreseler ve medrese zihniyeti sert eleştirilere uğruyor; fazlalığından, Fransa'daki Cizvit okulları gibi kapatılmaları gerektiğinden bile bahsediliyordu[9].

Said Nursi 1907’de İstanbul’da geldiği zaman, medreseler bu durumdaydı. Nursi, İstanbul’a gelir gelmez şarkın eğitim sorunlarının çözümü için padişah II. Abdülhamid’e tekliflerini içeren bir rapor verdi. Bu sırada Meşrutiyeti destekleyen yazılar yazdı. Tabi olarak padişahın istibdadını desteklemeyen Said Nursi, destek görmedi. Hatta onu İstanbul’dan atılması için tedbirler bile alındı. Bu sırada II. Meşrutiyet ilan edilince Said Nursi padişah II. Abdülhamid’in hışmına uğramaktan kurtuldu[10].

Bu sırada toplumun bütün kesimlerinin olduğu gibi, Said Nursi’nin de Meşrutiyet’ten büyük beklentileri vardı. O İslam toplumunun içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtuluşunu hürriyete bağlamıştı. Meşrutiyetten beklentisi olan, hiç kuşkusuz sadece Said Nursi değildi. Meşrutiyetin ilk aylarında Mir’at-ı Maarif gazetesi, eğitimle ilgili beklentilerini şöyle özetliyordu: “Sabık istibdadın hunin-i pençeleri arasında feryad eden zavallı muallimler! Hürriyet! Hürriyet! Yaşasın hürriyet diye bağrışmaya, sevinmeye, çırpınmağa, sizi sevk eden neydi? Heyhat ki, emelleri münhasif, çehre-i inşirah sönük, hal ve istikbal karanlık… Devr-i sabık Maarif Nazırı mektepleri çürüttü, hercümerc etti. Muallimleri kapucu maaşı ile istihdamdan sıkılmadı. Maarifin temeline darbeler indirdi, harab etti. Biçare muallimler derd-i maişetle zırladı. Çare bulunamadı”. Gazetede, II. Abdülhamid dönemindeki bu şikayetler ifade edildikten sonra, durumun II. Meşrutiyet döneminde de henüz değişmediği belirtiliyor, öğretmenlerin sabırsızlıkla reform beklediği ifade ediliyordu[11]…

Meşrutiyet Devri’ne Girerken Medreselere Dair Tartışmalar

Medreseler üzerine yapılan tartışmalarda, konunun çeşitli boyutlarına dair değerlendirmelerde bulunuluyordu. Bir kısım insanlar medreselerin tamamen ömrünü tamamladığını, artık tamamen lağvedilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu kişilerden Batı hayranı kişiliği ile tanınan Hemedânizâde Ali Naci Softalar ve Medreseler adlı eserinde, medreselerin ilim üretemediğini iddia ederek, kapatılması gerektiğini belirtiyordu. Ali Naci, medreselerin ülkeye hiçbir katkısının olmadığını belirterek, buraya harcanacak parayı Avrupa’ya öğrenci göndermek için harcanması gerektiğini belirtiyordu. Abdullah Cevdet, çıkardığı İctihad dergisinde, Batı medeniyetinin yüksekliğinden söz ederek medreselere saldırıyordu. Hatta sadece medreselere değil İslam dini de onun hedefleri arasında idi. Kılıçzâde Hakkı ise, kendi deyimi ile softalığa ve dervişliğe “ilan-ı harb” etmişti[12].

Said Nursi ise eğitim kurumlarına karşı köktenci bir yaklaşımla değil, ıslahçı bir tavırla yaklaşıyordu. Bu bağlamda medreselerin günün şartlarına uygun hale getirilmesi gerektiğini istiyordu. Üç eğitim kurumu olan mektep, medrese ve tekkenin ıslah edilerek olumlu tarafları birleştirilerek sinerji oluşturulması öneriyordu[13]. Islah taraftarı olanlardan birisi de ılımlı bir Batıcı olan Celal Nuri’ydi. O, medreselerin kapatılmasının yanlış olacağını ifade ederek, “ıslah her halde daha kolaydır, daha ziyade semere verebilir” diyordu. Medreseler Darülfünûn modeline göre yeniden yapılandırılmalıydı. En büyük dârülfünûn Mekke’de açılmalıydı. Böylece Mekke İslam dünyasının sadece dini değil, maarif kültür ve medeniyetinin de merkezi olacaktı[14]. Medreselerin ıslahını savunan önemli entelektüellerden birisi de Şeyh Alizâde Hoca Muhyiddin’di. 1897’de yazdığı Medreselerin Islahı adlı risalesinde, medreselerin genel eğitim sistemine entegre edilmesini ve biri orta dereceli okullara, diğeri yüksek okula denk statüde iki kısımlı eğitim kurumları haline getirilmesini öneriyordu[15]. Bu iki kısımlı eğitim, II. Meşrutiyet devri fikir adamlarından Ziya Gökalp de benimsemişti. Gökalp, II. Meşrutiyetten önce yazdığı yazılarında medreselerin bir araya toplanıp “Medrese-i Külliye” adı altında örgütlenmesini ve orta dereceli ve yüksek dereceli olmak üzere iki kısımdan oluşması gerektiğini yazmıştı[16].

Bu ikili eğitim yapısını dönemin entelektüellerden Beyazid Dersiam Müderrislerinden Şevketîde paylaşılmıştı. Hafız Eşref Efendizâde Şevketi Mayıs 1911’de yayınlanan Medâris-i İslamiye Islah Programı adlı eserinde, öğretimi iki kısma ayırıyordu. Durûs-ı Tâlî dediği ilk kısmı sekiz yıl olacak ve liseye karşılık gelecekti. Durûs-ı Âli dediği ikinci kısım ise üniversiteye karşılık gelecekti. İlk kısımdan mezun olanlar isterlerse ikinci kısma başvurarak kayıt yaptırabileceklerdi. Ayrıca ilk kısım mezunlarsa isterlerse Maarif Nezaretine bağlı mesleki ve teknik yüksekokullara geçebileceklerdi[17].

II. Meşrutiyet döneminde medreseler bağlamında yapılan tartışmaların bir kısmı da dil üzerine odaklanmıştır. Şevketî bu konuda, “Lisan-ı resmi olarak Türkçenin, lisan-ı din ve vasıta-ı terakki bulunmak gibi ilmi ve ameli fevaid-i celileyi ihtiva eden Arabi ve Farisi ile elsine-i garbiyeden laakal birinin öğrenilmesi mebadi-i tahsildendir[18] diyordu. Aydın Mebusu Mehmed Ubeydullah, 16 Ekim 1910/3 Teşrinievvel 1326’da yayınladığı Islah-ı Medâris-i Kadime adlı eserinde, “Arapçanın bütün Müslümanlar arasında ortak bir dil olduğunu söyleyerek, Şu halde bu lisanın Devlet-i Osmaniye gibi haiz-i hilafet bir devlet-i İslamiyenin lisan-ı hilafet-i siyasisi ad olunmak zaruridir” der. Ayrıca literatürün Arapça olmasından dolayı eğitiminde Arapça verilmesi gerektiğini belirtir[19]. Said Nursi ise Medresettüzehra adını verdiği eğitim idealinde, “lisan-ı Arabî vacib, kürdî caiz, Türkî lazım” diyordu[20]. Said Nursi bu dil perspektifiyle, İslamî ilimlerin dili olan Arapça ile eğitim yapmanın gereğini, medresenin bulunduğu mahallerdeki anadillerin önemini ve resmi dil olarak Türkçe’nin zaruretini vurguluyordu.

Tartışmalarda eğitimin süresi ve yıl içindeki eğitim dönemi hakkında da öneriler vardı. Şevketi, yıl içinde eğitimin ne zaman yapılması gerektiğine dair düşüncelerini, öğrencilerin genellikle çiftçi çocuklarından oluşmasını dikkate alarak belirlemişti. Eğitim süresinin çiftçilerin çalışma zamanının dışına alınmasının uygun olacağını önermiştir. Ona göre, yaz aylarında tatil yapılacak geri kalan 9,5 ayda eğitim devam edecekti. Bu da 1 Eylülden 15 Haziran’a kadar devam eden süreyi içine almaktaydı[21]. Eğitim süresi ise, eğitim görülecek alanın özelliğine göre belirlenecekti. Genel olarak Durûs-ı Tâliye’nin süresi 8 yıl; Durûs-ı Aliye’nin süresi ise 3-6 sene olmak üzere toplam 11-14 yıl olacaktı. Ancak, Durûs-ı Aliyede Hadis ve Fıkıh gibi alanlarda eğitim 14 yılı buluyordu. Geçerli olan 12 yıllık eğitimle kıyaslanırsa, Hadis ve Fıkıhta eğitim süresi artmakla birlikte, diğer alanlarda azalma söz konusu oluyordu[22].

Bu dönemde tartışılan konulardan birisi de cer meselesidir. Bilindiği gibi medreselerin önemli bir geliri olmadığından II. Abdülhamid döneminde talebeler cer gezilerine çıkıyorlardı. Said Nursi, medrese talebelerinin bu duruma düşmelerinin ilmin izzetini muhafaza açısından çok yanlış buluyordu. Bu konuda Şevketi de benzer Kanaatlara sahipti. Ona göre, “cer namına sadaka almak şeref-i ilmi ihlal ettiğinden, hoşa gider bir şey olmadığında bu uygulamanın yasaklanması” gerekmektedir. Ancak hem kendilerini yetiştirmek hem de ahaliye faydalı olmak için gittikleri taşralarda kendilerine verilen paraları makbuz karşılığı alınarak dahil oldukları eğitim kurumlarına getirebilirlerdi[23].Medreselerin mali sorunlarını çözmek, ancak vakıfların gelirlerinin yeniden medreselere dönmesi ile olabilirdi. Eğer vakıfların gelirleri başka yerlere değil de medreselere ayrılsa, İstanbul’da 10.000 öğrenci kolaylıkla eğitim görebilir, medreselerin mali sorunları da çözülürdü[24]. Medreselerin mali sorunlarını çözmek noktasında Said Nursi’nin çözümü ise, dört ana kaynağa dayanıyordu. Bunlardan ilki vakıfların düzenlenmesiydi. Bu konuda Muhammed Ubeydullah’la aynı şeyleri düşünüyorlardı. İkicisi zekatlardır ki, bir süre medrese yaptığı hizmetle bu zekatı hak ettiğini gösterecektir. Üçüncüsü, Müslüman medresenin İslam’a hizmetini görünce nezir ve sadakasını buraya yönlendirecektir. Dördüncüsü ise Dürümualliminin gelirleridir. Medresetüzzehra idealinde Darülmuallimin ile medresenin birleşmesi sonucunda bu kurumun gelirleri de medreseye gelecektir[25].

Tensikat tartışmalarının yoğunca yapıldığı II. Meşrutiyet döneminde, hiç kuşkusuz önemli tartışmalardan birisi de müderrislerin durumuydu. Said Nursi, müderrislerin ehliyetlerinin ve ihtisaslarına önem verilmesi gerektiğini belirtiyordu. Her ilmi her hocanın okutması mümkün değildi. Bu konuda Şevketi de benzer fikirlere sahiptir. Şevketi, ihtisasa önem verilmesi, her dersin o dersin uzmanı öğretmenler tarafından verilmesi gerektiğini savunuyordu. Bütün derslerin tek bir müderris tarafından verilmesi ihtisas açısından uygun değildi. Ayrıca medreseler arasında da ihtisaslaşma olmalıydı.

Müderrislerin atanması konusuna gelince, müderrislerin itibarını artırmak için, bir komisyon kurulması ve müderrisleri bu komisyonun belirlemesi gerektiğini belirtiyordu. Bu uygulamalarda müderrislerin itibarını artırmak ve sorunlarını çözmek için yetmezdi. Esas yapılması gereken şeylerden birisi, müderrislerin maaşlarını artırmaktı. Maaşlarının artması durumunda müderrisler başka işler yapmak zorunda kalmayacaklar, bu durum da onların itibarını artıracaktı. Şevketi müderrislerin belli bir alanda uzmanlaşmalarını savunduğu gibi, medreselerin de ihtisaslaşması gerektiğini savunuyordu. Her bir medresenin bünyesinde bütün ilimlerle uğraşmak yerine, Tıp Medresesi, Hadis Medresesi gibi ihtisaslaşma yoluna gidilmeliydi[26].

Medreselerde derslerin içeriği meselesinde de önemli müzakereler oluyordu. Muhammed Ubeydullah, bu zamanda mekteplerde okutulan derslerin eskiden medreselerde de okutulduğunu belirtiyordu. Mektep ve medrese arasındaki en önemli fark aslında sadece medreselerin Arapça eğitim vermesidir diyordu. Ancak aradaki fark zamanla artmış, bugün medreselerde Uygulamalı Fenler, Tabii İlimler ve Riyaziyeden yoksun bırakılmıştır. Medreselerde Tıp ve Hendese eğitimi kalmamıştır[27].Muhammed Ubeydullah medreselerin geçmişinde dini ve dünyevi ilimlerin birlikte okutulduğunu söyledikten sonra, sadece dini dersler değil, aynı zamanda modern fünûn ve ulûmlar da okutulmalıydı. Dünyevi ilimleri terk etmek İslam’ın ruhuna aykırıydı[28]. Derslerin içeriği üzerine yapılan tartışmalarda Köprülüzâde Fuad yeni açılan okullarda uygulanan müfredat programının medreselerde de uygulanması gerektiğin düşünüyordu. Böylece mektep ve medrese arasındaki çatışma sona erecekti[29]. Medrese derslerinin içeriğine dair teklif getirenlerden birisi de İttihatçıların Şeyhülislam yaptığı Musa Kazım Efendi’dir. Musa Kazım, medreselerde modern bilimlerinde öğretilmesi ve bir Batı dilinin eklenmesini teklif etti. Ayrıca, Arapça öğretiminde yeni yöntemler geliştirilmesi gerektiğini söylerken, temel dini eserlerin de Türkçe’ye kazandırılması gerektiğini önerdi[30]. Şevketî, yeni derslerin konulmasıyla talebenin eksik kalan yönlerinin gelişmesine imkan sağlanacağını ve şu ana kadar var olan derslerin bile daha iyi anlaşılacağını belirtiyordu[31]. Said Nursi ise en önemli konu olarak din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulmasını önermiştir. Şevketi ve diğer pek çok entellektüelinde katıldığı bu görüş, Said Nursi’de daha açık delillendirilebilir temeller üzerine kurulmuştu[32].

Derslerin muhtevasına dönük bu önerilerin yanında, ders programlarının değiştirilmesini gereksiz görenler de vardı. Mustafa Tevfik, Avrupa’dan yeni kitap ve ders getirmenin bir çözüm olmayacağını, asıl problemin geleneklerin alt üst olması ve öğrencilerin disiplinsizliği olduğunu savunuyordu[33].

Medreselerin Düzeltilmesine Dair Kurumsal Gelişmeler

Medreselerin durumuna dair yapılan bütün bu tartışmalar devlet adamlarının da bu konu üzerine eğilmesine neden oldu. Başlangıçta, 14 Kasım 1910’da öğrencilere yemek parası yerine burs verileceğine dair bir yönetmelik çıktı[34]. Ayrıca Meşihat harekete geçerek bir 26 Şubat 1910 (13 Şubat 1325)’teMedâris-i İlmiye Nizâmnânesi’ni hazırladı. 48 maddeden oluşan bu nizamname, medrese sistemini yeniden yapılandırıyor, öğrenci kabulü, eğitim-öğretim, müfredat, öğrenci ve müderrislerin haklarını hak ve vazifelerini yeniden düzenliyordu. Bu nizamname ile Said Nursi’nin de dikkat çektiği, fen derslerine yer veriliyordu. Hendese, Coğrafya, Kimya, Cebir ve Kozmoğrafya gibi derslerde programda yeri alıyordu[35].

Bu nizamname teorik olarak da olsa Osmanlı medreselerini belli bir düzen içine almıştır. Daha belli bir kuraldan yoksun medrese eğitimi böylece düzene giriyordu. Eğitim süresi 12 yılla sınırlandırılarak, uzun süre verimsiz bir şekilde beklenmesi önleniyordu. Getirilen imtihan sistemi ile öğrenci ve öğretmenin kendini derse vermesi sağlanıyordu. Dersler yıllara göre belirleniyor, diğer modern okullardaki gibi tabiî ve sosyal bilimlerde müfredatta yer alıyordu. Dersler bundan böyle dersliklerde yapılacaktı.

Kamuoyunun büyük beklentileri sonucunda kabul edilen bu Nizamname tam olarak uygulanamamış, hükümet gerekli ödenekleri vermemiştir. Gerçi 25 adet derslik açılmış, ancak öğretmenlerin maaş alamamasından dolayı eğitim yapılamamıştır. Bunun üzerine yapılan tartışmalarda Evkaf Nazırı yeterince ödenek olmadan medreselerin ıslah edilemeyeceğini belirtmiş, Konya Mebusu Zeynelabidin Efendi ise hükümeti medreselerin elindeki vakıflara el koymakla suçlamıştır. Yine yapılan konuşmalarda medrese öğrencilerinin mekteplere kaçtığı belirtilerek hükümetin medreseleri yok etme eğiliminde olduğu belirtilmiştir. Bu eleştiriler üzerine İttihat ve Terakki mensubu bazı mebuslar, Cemiyete haksızlık edildiğini belirterek, uzun yıllar hizmet etmiş medreseleri ıslah etme düşüncesinde olduklarını belirtmişlerdir[36].

Bu dönemde medreselerdeki müderrisler de, öğrenciler de başka okullara kaçıyorlardı. Taşradaki medreselerin kesin sayısı bilinmiyordu. Ancak buralarda 30.000 kadar öğrenci olduğu tahmin ediliyordu. İkinci Meşrûtiyet’ten önce İstanbul medreselerinde 20-25.000 medrese öğrencisi varken, 1910 yıllarında bu sayı 5-6.000 civarına düşmüştü. Ancak bunlar hep taşralı öğrenciler idi. İstanbul'da yatılı İstanbullu öğrenci bırakılmamıştı[37].

Aslında bu nizamname 12 yıl önce öneri sunmuş olan Hoca Muhyiddin’in önerilerine büyük ölçüde benziyordu. Derslerin günün üç vaktine ayrılması, Fizik, Kimya ve Kozmografya gibi derslerin programa alınması, Osmanlıcanın ilk defa ders olarak kabul edilmesi, Hz. Muhammed (SAV)’in hayatı (Siyer-i Nebi) ve İslam tarihi gibi derslere yer verilmesi, Hoca Muhyiddin tarafından da önerilen hususlardı. Dolayısıyla bu taslak, Hoca Muhyiddin’in talep ve arzularının resmiyet kazandırmış ve hayata geçirmiştir[38].

Bu ıslah denemesinden sonra, medreseleri içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarmak taraftarı olan Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi, 16 Mart 1914’te şeyhülislamlığa getirilince düşüncelerini uygulamaya koydu. 1 Ekim 1914’te Islah-ı Medâris Nizamnâmesini yayımladı[39]. Bu nizamnameye göre, İstanbul’daki bütün medreseler, Darü’l-hilâfeti’l-aliye Medresesi adı altında yeniden düzenlendi[40].

Bu nizamname uyarınca oluşturulan Dâr’l-hilafeti’l-âliye, 19 Kasım 1914’te öğretime başladı. 1914-15 öğretim yılında 2.880 öğrenci aldı. Ancak bu sırada Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına katılınca, 1915-1916 öğretim yılında öğrenci sayısı 1354’e düştü. Savaşa rağmen yenilik çabası sürmüş ve 1915-1916 öğretim yılında nizamnâmenin 7. Maddesine dayanılarak Ders Vekilinin başkanlığında bir komisyon oluşturularak Fransızca, İngilizce, Almanca ve Rusça’dan biri mecburi dersler arasına girdi. Ayrıca Beden eğitimi dersi konuldu[41].

Bu nizamnamenin en büyük başarısı dağınık bir durumda olan İstanbul medreselerini bir çatı altında toplanması olmuştur. O güne kadar medresenin başındaki müderrisin insiyatifinde olan medreseler artık merkezi bir kontrol sistemi içine alınmıştır. Medreselerin başındaki müdürler merkeze karşı sorumluydular ve sürekli kontrol altında idiler. Nizamnameye göre derslerde düzenlenmiş dini dersler yanında sosyal, fen dersleri konuldu. Ancak bu dersleri verecek kimse olmadığından uygulama şansı pek yoktu.

Dârü’l-hilafeti’l-âliye Cumhuriyet dönemi din ve eğitim sahasında önemli rol oynayan Elmalılı Muhammed Hamdi, Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmed Hamdi Akseki’de vardı.

1914 düzenlemesi ile Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi, meslek derslerini daha düzenli okutmayı, müsbet bilim derslerine de yer vererek medreseleri, Maarif Nezareti mekteplerine benzetmeyi düşünmüştür. Nitekim 1914 düzenlemesi ve bazı değişikliklerle adı geçen medreseye Batı yabancı dilleri, Farsça, Tarih, Coğrafya (iki derste umumi ve Osmanî), Heyet, Mekanik, Müsellesat, Hikmet-i Tabiiye, Kimya, Resim, Terbiye-i Bedeniye, Hıfzıssıhha. Usûl-ı Defteri, İlm-i İçtima, İlm-i Nefs, Felsefe, Malûmat-ı İktisadiye ve Maliye vs. gibi dersler konmuştur[42].

Medreselerle ilgili bu eğitim reformları yapılırken bir yandan da savaşlar başlamıştı. Bu sırada Seyhülislam Hayri Efendi görevden alınmış yerine İttihatçıların desteklediği Musa Kazım Efendi atanmıştı. Yeni şeyhülislam göreve gelir gelmez yaptığı şeylerden birisi, medreslerde reformdu. 1916’da Islah-ı Medaris Nizamnamesinde bazı değişiklikler yaptı. Çok geçmeden 22 Nisan 1917’de de Medaris-i İlmiye Hakkında Kanun çıkardı. Bu kanunla Dârü’l-hilâfeti’l-âliye Medresesi yeni bir teşkilata tabi tutuldu. Ancak savaşlar şiddetlenmiş medrese öğrencileri savaşa gitmişlerdi. Bundan dolayı bu dönemdeki yenilikler önemli bir fonksiyon icra edemedi.

Sonuç

Osmanlı Devleti’nin klasik çağında büyük hizmetler gören medreseler, 16. Yüzyıldan itibaren fonksiyonlarını yerine getirmede sıkıntı yaşamaya başlamışlardı. Sonraki yıllar medreseleri yeniden eski günlerine döndürmek için yapılan ıslahatlarla geçti. Bu ıslahat sürecinin önemli bir periyodu da II. Meşrutiyet dönemidir. II. Meşrutiyet döneminde içlerinde, Muhammed Ubeydullah, Şevketi ve Said Nursi’nin de bulunduğu birçok entelektüel medreselerle ilgili görüşlerini bildirmişlerdir. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı gibi genelde üzerinde durulan konular benzer niteliktedir. Ancak entelektüellerin perspektiflerinde farklılıklar dikkat çekmektedir. Medreseler konusu genellikle spesifik olarak, o günün medreselerini iyileştirme çabası içinde ele alınırken, Said Nursi geniş bir perspektif katmıştır. Medresetüzzehra dediği eğitim idealini İslam dünyasının içinde bulunduğu kargaşadan kurtulması için bir hedef olarak sunmuştur. Bu arada dönemin devlet adamları da bu tartışmalardan etkilenerek, medreselerle ilgili birçok nizamname hazırlamış ve medreselerin düzelmesi için gayret göstermişlerdir. Ancak savaşların ardarda gelmesinden dolayı bu gayret ve tartışmalar istenilen sonucu vermemiştir.

KAYNAKÇA

Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, Ankara, 1985.

Baltacı, Cahid, Osmanlı Medreseleri, İrfan Matbaası, İstanbul, 1976.

Cihan, Ahmet, Osmanlı’da Eğitim, 3F Yayınevi, İstanbul, 2007.

Düstûr, İkinci Tertib, C.II, VI.

Ergin, Osman, Türk Maarif Tarihi, C.3-4, Eser Matbaası, İstanbul, 1977.

Ergün, Mustafa, “II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.30, S.1-2, Ankara, 1982, s. 58-89.

Ergün, Mustafa, 100. Yılında II. Meşrutiyet Gelenek ve Değişim Ekseninde Türk Modernleşmesi Uluslar arası Sempozyumu, Bildiriler, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Marmara Üniversitesi yay. 2009. S.263-273.

Eşref Efendizâde Şevketî, Medaris-i İslamiye Islâhât Programı, İstanbul, 1329.

Koçer, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, (1773-1923), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1991.

Mir’at-ı Maarif, S.2, İstanbul, 1324.

Muhammed Ubeydullah, Islâh-ı Medâris-i Kadîme, İstanbul, 1328.

Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, C.I, İstanbul, 1993.

Sarıkaya, Yaşar, “Osmanlı Medreselerinin Gerilemesi Meselesi: Eleştirel Bir Değerlendirme Denemesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, S:3, 1999, s.23-39.

Sarıkaya, Yaşar, II. Meşrutiyet ve Medreseler: Geleneksel Bir Kurumun Modernleşme Sürecinde Var Olma Mücadelesi, Divân, C.13, S.25 (2008/2), s.37-73.

Somel, Selçuk Akşin, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.

Sönmez, Selim, “Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayatına Dair Bazı Belgeler”, Köprü, S.86 (Bahar-2004), s.77-89.

Şeyh Ali Efendizâde Muhyiddin, Medreselerin Islahı, İstanbul, 1314.

Zengin, Zeki Salih, “II. Meşrutiyet Döneminde Islahat Çalışmaları Çerçevesinde Medreselerin Kuruluş Sistemi ve İdarî Teşkilatı”, A.Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Sayı: 9, 1999, s.431-449.

Zengin, Zeki Salih, “II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlılarda Medreselerin Islahı Çalışmaları”, Diyanet İlmi Dergi, S:XXXIV, 1998, s.43-52.

Zengin, Zeki Salih, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, Akçağ, Ankara, 2002.

[1]Cahid Baltacı, Osmanlı Medreseleri, İrfan Matbaası, İstanbul, 1976.

[2] Medreselerde gerilemenin ne zaman başladığına dair ayrıntılı değerlendirme için bak: Yaşar Sarıkaya, “Osmanlı Medreselerinin Gerilemesi Meselesi: Eleştirel Bir Değerlendirme Denemesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, S:3, 1999, s.23-39.

[3]Selçuk Akşin Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.22.

[4]Somel, a.g.e., s.22.

[5]Somel, a.g.e., s.77.

[6] Şeyhülislamlık yerinde kullanılan bir tabirdir. Meşihât ilmiye tarikinin en yüksek makamı idi. Bab-ı Fetva dahi denilen Meşihat dairesinin en büyük memuru Şeyhülislam’dı. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1993, C.II, s.4491).

[7] Ders okutması şeyhülislamlara meşrut olan Beyazıt medresesinde bu vazifeyi vekâleten ifa etmek üzere kibâr-ı müderrisin arasından tâyin edilen zatın ünvanı idi. Sonraları medreselerde tedrisâtla ve talebeye nezâretle mükellef resmi bir memur mevkiinde kaldı. Bu vazife Osmanlıların son günlerine kadar devam etmiştir. (Pakalın, a.g.e, C.I, s.428).

[8]Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, Ankara, 1985, s.262.

[9] Mustafa Ergün,” II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.30, S.1-2, Ankara, 1982, s.61-62.

[10] Selim Sönmez, “Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayatına Dair Bazı Belgeler”, Köprü, S.86 (Bahar-2004), s.77.

[11]Mir’at-ı Maarif, “Ahval-i Maarif”, S.2, İstanbul, 1324, s.13.

[12]Hemedânizâde Ali Naci, Softalar ve Medreseler, İstanbul, 1325, s.3-6’den naklen Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.56.

[13]Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s.316.

[14] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.44.

[15] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.41.

[16] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.44.

[17]Eşref Efendizâde Şevketî, Medaris-i İslamiye Islâhât Programı, İstanbul, 1329, s.4.

[18]Şevketî, a.g.e., s.13.

[19]Muhammed Ubeydullah, Islâh-ı Medâris-i Kadîme, İstanbul, 1328, s.21.

[20] Nursi, Münazarat, s.303.

[21]Şevketî, a.g.e., s.19.

[22]Şevketî, a.g.e., s.52.

[23]Şevketî, a.g.e., s.39-40.

[24] Ubeydullah, a.g.e., s.7.

[25] Nursi, Münazarat, s.312.

[26]Şevketî, a.g.e., s.4.

[27] Ubeydullah, a.g.e., s.5.

[28]Ubeydullah, a.g.e., s.10-11.

[29] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.44.

[30] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.45.

[31]Şevketî, a.g.e., s.66.

[32] Nursi, Münazarat, s.305.

[33] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.46.

[34] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.50.

[35]Düstûr, İkinci Tertib, C.II, s.127.

[36] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.55.

[37]Ergün, Mustafa, 100. Yılında II. Meşrutiyet Gelenek ve Değişim Ekseninde Türk Modernleşmesi Uluslar arası Sempozyumu, Bildiriler, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Marmara Üniversitesi yay. 2009. S.263-273.

[38] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.52.
[39] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.60.

[40]Düstûr, İkinci Tertip, C.VI, s.1325.

[41] Sarıkaya, “Geleneksel Bir Kurumun…”, s.62.

[42] Akyüz, a.g.e., s.263.

Medrsetüzzehra Sempozyumu, Van 12-14 Ekim 2012, Merak Yayınları, Risale Akademi, Bilimsel Etkinlikler Serisi: 8, s. 495-510, Ankara. 

- Reklam -