Bediüzzaman Said Nursî, İslâm âlimleri içinde nev-i şahsına münhasır bir kişiliğe sahiptir. Çocukluğundan vefat edinceye kadar da bu özelliğini muhafaza etmiş şahsiyetlerden biridir. Her ne kadar onun hayatını eski Said, yeni Said ve III. Said olmak üzere üç devreye/döneme ayrılıyorsa da “insan hayatı bir bütündür” ilkesini göz önünde bulundurduğunda Said Nursî’de de değişmeyen özellikler vardır. Onun değişmeyen özelliklerinden biri belki de en önemlisi “haksızlığa tahammül edememesi”dir. Onun Hizan’daki Şeyh Nur Muhammed’in medresesinde küçük bir öğrenci iken kendisine ikişer ikişer saldıran öğrencileri hocasına şikâyet etmesi, gençliğindeki Mirân aşiret reisi Mustafa Paşa’yı halka yaptığı zulümden dolayı uyarması ve Divân-ı Harb-i Örfî’de haksız yargılandıktan sonra “Yaşasın zalimler için cehennem” diye tepki göstermesi onun bu vasfını gösteren belli başlı hadiselerdir. Nursî’nin hayatında bunun gibi onlarca örnek gösterebiliriz. İşte bu özelliğinden dolayı ağa, şeyh, baba, padişah, devlet ya da kim tarafından yapılırsa yapılsın en küçük bir haksızlığı hazmedememiş, mümkün mertebe düzeltmeye çalışmıştır. Millet, din ve insanlık için yapılan olumlu bir davranışı da heyecanla savunmuş ve sahiplenmiştir.
Nursî’nin en çok sevindiği ve heyecanlandığı hadiselerden biri de hiç süphesiz II. Meşrutiyet’in ilan edilmesidir. Çünkü Bediüzzaman, gerek içinde doğup büyüdüğü Kürtlerin, gerek hilafeti temsil eden Osmanlıların, gerekse mensubu olduğu dinin müntesiplerinin yani Müslümanların, XIX. yüzyılda içinde bulundukları durumdan kurtulmalarının yegâne kurtuluşunu Meşrutiyette görüyordu. Bu yüzden cigeri yanmış bir fert olarak dağ taş demeden ve hiçbir fedakârlıktan çekinmeden Kürt aşiretleri arasında gezerek Meşrutiyet/demokrasi dersini vermiş. İşte Münazarât adlı eser, Nursî’nin 1911 yılında Kürt aşiretlerine verdiği derslerin kitaplaşmış halidir. Söz konusu eserde dile getirilen hastalıklar ve çözüm önerilerinin çoğu günümüzde de güncelliğini muhafaza etmektedir. Bu kısa bildiride Münazarât’ta anlatılan tüm hastalık ve tedavileri üzerinde durmak mümkün değildir. Bu yüzden Meşrutiyetten önce Sultan Abdulhamid tarafından Doğu’da kurulan “Hamidiye Süvari Alayları” ile günümüzdeki Köy Koruculuğunu değerlendirmeye çalışacağım.
Malumunuz olduğu üzere, zamanın paşalarının büyük bir kısmı karşı çıkmalarına rağmen, değişik sebepler ileri sürülerek Sultan II. Abdulhamid tarafından 20 Ekim 1890 tarihinde 233 sayılı bir yasa ile “Hamidiye Süvari Alayları” resmen kurulur. Sultan Abdulhamid’in adına izafeten kurulan “Hamidiye Süvari Alayları” hakkında pek çok tartışma yapılmış, faydaları ve zararları üzerinde çok şeyler yazılıp çizilmiştir.[1] Bu yüzden bu bildiride bunlar üzerinde durulmayacaktır.
Bediüzzaman, Münazarât adlı eserinde, Hamidiye Alaylarını şu cümle ile değerlendirmiştir: “….İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’1cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’1-mevte yardım etmek midir?”[2]
“İstibdâdın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?" sualine verilen cevapta “milletin hasta, hükümetin de hasta olan milletin dertlerine derman bulan hekim olduğunu dile getiren Nursî, her hastanın hastalığı farklı olduğu gibi her kavmin/bölgenin de probleminin ayrı olduğunu ifade eder. Oysa hükümet, bu farklılıkları gözetmeden herkese ortak reçete yazdığını söyleyerek yukarıdaki örneği verir. Said Nursî, Abdulhamid’in bölgenin sıkıntılarını, dertlerini araştırmadan Hamidiye alaylarını kurduğunu söyler. Belki bundan daha öncelikli olan fakirlik, cehalet ve husumetin bertaraf edilmesi için çözümler üretilmeliydi. İşte Nursî, Kürt aşiretleri arasında eşkiyalık ve düşmanlığın bir hastalık derecesinde var olduğunu tespit ettikten sonra Hamidiliğin bu eşkiyalık ve düşmanlığı arttırdığı görüşündedir.
Gerçekten de başlangıçta iyi niyetlerle kurulmuş olan[3] “Hamidiye Süvari Alayları” bölgedeki aşiretler[4] arasında uzun yıllar etkisini devam ettiren düşmanlıklara, aşiret arası çekişmelere, güç gösterilerine sebep olmuştur. Bu yüzden Hamidiye Süvari Alayları fazla devam etmemiş İtithat ve Terakki zamanında bazı düzenlemeler yapılmış ve 1913 yılında lağvedilmiştir. Aşiret kültüründe esas olan güç, servet, statü ve hegemonya olduğuna göre devlet tarafından kendilerine verilen yetki ve silahlarla bu aşiretler bu yetkileri pervasızca kullanmışlardır.
Hamidiye Süvari Alaylarının kurulduğu dönemde yapılan en önemli faaliyetlerden biri de bütün askerî okulların kapısının aşîret çocuklarına açılmış olmasıdır. Hatta bölgedeki aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için “Mekteb-i Aşîret-i Hümayun” adıyla 21 Eylül 1892 tarihinde bir mektep açılır. Burada birçok aşiret çocuğu yetiştirilir. Bu sevindirici bir durumdur. Ancak açılan aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve 1906 yılında kapatılmıştır.[5] Bediüzzaman aşiret mektebinin kapatılmasının Kürt çocuklarının sevincini söndürmüş ve ümitsizliğe düşürmüştür görüşündedir. Bu da Osmanlıya sadık olan Kürtlerin sadakatlerinin sarsılmasına sebep olmuştur.[6] Bu okuldan mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine askerî ve mülkî makamlara tayin edilmişlerdir.
Bu bir yönüyle güzel olmakla birlikte bir yönüyle de aşiret ağalarının halk üzerindeki etkisini arttıran bir durum ortaya çıkarmıştır. Yakın yıllara kadar, bölgenin nüfuz sahipleri olan ağalar ve şeyhler çocuklarını eğitim ve öğretim için İstanbul, Ankara gibi büyük kentlere veya yurtdışına gönderirken halka da “Çocuklarınızı okutmayın, okutup da ne olacak? Okuyanların çoğu da ya komünist ya da dinsiz olup gittiler.” şeklinde telkinde bulunduklarına şahit olanlarınız vardır.
Hamidiye Süvari Alayları’nın bir benzeri olan Köy Koruculuğunun[7] da olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Olumlu yönünün başında, bugün toplam sayısı 80.000 civarında olan Köy korucularının aldıkları korucu maaşının yörenin ekonomisine sağladığı katkıdır. Köy korucu maaşı alan ailelerle, almayan aileler arasında ekonomik olarak belirgin bir fark vardır. Kaldı ki aynı ailede olup da birden fazla korucu maaşı alanların sayısı dikkat çekicidir. Hatta istihdam edilen köy korucusu kadrolarının nasıl peşkeş çekilerek para karşılığı dağıtıldığını ya da aşiretler arasındaki siyasi güç gösterisine dönüştüğü ilgilenenlerin dikkatinden kaçmayacağı bir husustur.
Yukarıda Bediüzzaman Said Nursî’nin Hamidiye Alayları için kullandığı “anarşilik ve düşmanlığı” attırdığı tezi, günümüzde devam eden Köy koruculuğu için de geçerli olduğu görüşündeyim. Gerçekten de köy koruculuğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aileler, köyler ve aşiretler arasında düşmanlığı derinleştirmiş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Örgütle devlet arasında ya da örgütle aşiretler arasında kalan zavallı vatandaş işin ceremesini çekmektedir. Hatta yıllar önce dış politikacı K. İnan şöyle demişti: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da geceleyin örgüt hâkim, gündüz de asker.”
Korucu başlarının devlet gücünü elde etmek için yaptıkları ihlaller ve zulümler ulusal medyada yankı bulmuştur. Tabii bunu söylerken tüm köy korucularını elbette kastetmiyoruz. Özellikle nüfuz sahibi aşiretler, aralarında husumet ve kan davaları bulunan aileler için koruculuk bir fırsat olmuştur. Köy korucularının bölgede yaptıklarının haddi hesabı yoktur. İçişleri Bakanlığı’nın 1996'da “Hizmete Özel” diye hazırladığı belgelere göre, her üç köy korucusundan birinin suç işlediği ortaya çıkmıştır. Sadece 1986 ile 1996 arasındaki 10 yıllık sürede 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verilmiştir. Yine 1996’da Başbakan Necmettin Erbakan, MİT raporunu kaynak göstererek, "Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor” demiştir.
Yine İçişleri Bakanlığı, 2006'da korucuların işledikleri suçların bir dökümünü yayımladı. Buna göre 5.000 korucunun suç işlediğini belirledi. İşledikleri suçlar şöyle: “Terör suçlarıyla ilgili 2.384, mala karşı işlenen suçlarla ilgili 934, şahsa karşı suçlarla ilgili 1234, kaçakçılık suçlarıyla ilgili 420 olmak üzere, toplam 5.000 civarında geçici köy korucusu suç işledi; 853 geçici köy korucusu tutuklandı.” Bu oranın bugün daha fazla olduğu muhakkaktır.
Koruculuk sisteminin Türkiye'de geldiği nokta bu durumdayken 2008'de İçişleri Bakanlığı 10 bin kişilik korucu kadrosu daha açtı. Son olarak İçişleri Bakanlığı'nın 15 Eylül 2008 tarihli oluru ile 758 geçici köy korucusunun alınmasıyla sadece Hakkari’de korucu sayısı 6.849'a ulaştı.
Mardin'de daha önce de korucuların karıştığı birçok olay yaşandı. 18 Kasım 2008'de Midyat’ın Derinkaya köyünde Mehmet (9) ve İzzettin Ersoy (13) isimli çocuklar korucular tarafından kaçırıldı ve cesetleri bir kuyuda bulundu. 28 Kasım 2008'de de Rahip Daniel Savcı kaçırıldı ve rahibi kaçıranların korucu olduğu ortaya çıktı.[8]
Mardin Mazıdağı ilçesinin Bilge köyünde yapılan ve 44 masum vatandaşın öldürüldüğü o vahşi katliamda kullanılan silahların köy korucularına ait olduğu tespit edildi.[9]
Çok ilginç bir gelişme de geçenlerde yaşandı. “17 Ağustos tarihindeki Hakkâri'nin Çukurca ilçesinde 8 askerin şehit edildiği mayınlı saldırıdan sonra teröristlere yardım ve yataklık yaptıkları iddiasıyla gözaltına alınan 22 köy korucusundan 7'si tutuklandı.”[10]
Ayrıca toplumda, silah alan korucular devlet yanlısı, almayanlar ise devlet düşmanı ya da örgüt yandaşı gibi çok yanlış ve tehlikeli bir algı hâkimdir. Ya da korucu olan kimselerin PKK ve yandaşları tarafından satılık yerel ifade ile “cahş” olarak tanımladıkları görülmektedir.
Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “Koruculuk” olarak devam eden sistemin bir anlamda Hamidiye Alaylarının taklidi olduğunu söyleyebiliriz. Bu koruculuk sistemin bir an önce hatta hızlandırılarak bitirilmesi hem devlet hem de bölge için hayırlı olacaktır.
[1] Bediüzzaman’ın bu konuda yazmış olduğu “Hamidiye Alaylarına Dair Beyan-ı Hakikat” başlıklı makalesine bakılabilir. Nursî, özetle bu yazısında Hamidiye Alaylarının lağv edilmesinden ziyade belli bir düzene, disipline sokulması gerektiğini vurgular. Daha fazla bilgi için bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönem Eserleri, Makalât, Yani Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 19.
[2] B S. Nursî, Münazarât, s. 25.
[3] “Sultan Abdulhamîd, saltanatı boyunca bütün gücüyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada kurulacak bir Ermenistan devletini engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmaya çalıştı. Ayrıca devletin askerî ve mülkî otoritesini Doğu Anadolu’da tesis etmek, Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak, büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak, Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak ve aşiretlerden askerî birlikler teşkil etmek amacındaydı.” Bkz. Ahmed Özdemir, Said Nursî’nin Hamidiye Alaylarına Bakışı, Yeni Asya gazetesi, (2010/02/27-Elif eki)
[4] Bölgedeki aşiret yapıları hakkında bkz. Şevket Ökten, İktidarın Sosyolojik Kimliği: Aşiretlerde İktidarın Biçimi ve Kaynakları, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi/Journal of Sociological Research 2010/2, s. 183-215.
[5] Daha fazla bilgi için bkz. tr.wikipedia.org/wiki/Aşiret_Mektebi (20. 09.2011).
[6] “…ve mekteb-i aşair denilen küçük bir pencereyi, kapatılmasıyla ziya-i hakikatle tenevvür eden ve o menazır-ı behiceyi seyreden ve o meyvelerden lezzet-i hakikiye-i daimeyi duyan bîçâre etfal-ı Ekrad’ın neşâtlarını söndürmekle zulmet-i me’yusiyete düştükleri için, büyük bir unsur-ı sâdıkın esas-ı sadakatlerini sarsmıştır.” B S. Nursî, Eski Said Dönem Eserleri, Makalât, s. 19.
[7] Koruculuk sistemi, “Köy sınırı içinde herkesin malını, ırzını ve can güvenliğini sağlamak için köy korucuları bulundurulur” hükmü gereğince 27 Eylül 1986 yılında İçişleri Bakanlığı tarafından Geçiçi Köy Koruculuğu yönetmeliğiyle kurulur. 1985'te 22 ilde yürürlüğe giren köy koruculuğu, 1993 yılından itibaren 13 ilde de uygulanmaya başlar ve toplam sayı 35'e çıkar.
[8] Birgün net. 06.05. 2009.
[9] Vikipedi Özgür Ansiklopedi, Bilge Köyü Katliamı. (08.092011).
[10] Zaman Gazetesi, 08, 09. 2011.