“Mariz bir asrın, Hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi veya saykalü’l-İslam, Said-i Kürdî’nin reçetesi”[1]
“Ey hürriyet-i Şer’î! Öyle müthiş amma güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir Kürdü tabaka-i gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedi ile tebşir ediyorum”[2]
Sayın katılımcılar, kıymetli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum…
Bu son derece önemli ve anlamlı sempozyumu düzenleyen ve vesile olan tüm katkı sahiplerine şükranlarımı arz ediyorum.
Yüz yıllık bir reçeteyi, tamamen müzmin hale gelen bir hastalığın tedavisinde yeniden okumak ve incelemek, kabilse uygulama imkânlarını aramak için bir aradayız. Hep birlikte bu, zaman bakımından eski, ancak kıymet-i hakikisi bakımından eskimeyen öneri ve tavsiyeleri gözden geçirip bir fikir teatisinde bulunacağız.
Böyle bir konuda yazmak veya konuşmak, hiç kuşkusuz sadece bilim adamı, akademisyen olmakla ifa edilecek bir husus değildir. Konu, içerden bakmayı,[3] daha açık bir ifadeyle Bediüzzaman’ı bir mütefekkir ve çağının hastalıklarını tedavide bir görevli gibi görmeyi ve algılamayı da gerektirmektedir. Çünkü söz konusu eserler biraz da mahremini ancak onlara açmaktadır. İçerden, aileden olmayı gerektiriyor…
Bizzat kendisinin bu konudaki şu ifadesi ne kadar anlamlıdır:
“Şu eserin nagamâtını dinlemek için, bir Kürt cesedini giymek, bir vahşi hayâlini başına takmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, ne semâ tatlı olur.”[4]
Yaklaşık yirmi yedi yıl içeriden bakmış, tabir de hata olmasın, Yunus[5] gibi ben de bu ocaktan nasip alacak gönül yok deyip yaklaşık on üç yıldır da o içerinin dışında kalıp dışarıdan bakmış bir garip Allah kulu olarak, kaldıysa şayet, biraz içerden biraz da dışardan bakarak, büyük hoşgörülerinizle başınızı ağrıtacağım…
Münâzarat’ı Okumanın Anlamına Dair
Hiç kuşkusuz yüz yıl önce ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgesiyle ilgili sorunlar, günümüzdeki mevcut haliyle olduğundan daha başkadır. Bununla birlikte, Bediüzzaman gibi nazarlarını geleceğin koridorlarında dolaştırabilen hakikatbîn âlimler, kendi dönemlerindeki sıradan virüslerin ileride ne ölçüde tehlike oluşturabileceğini, ne büyük yaralara sebep olabileceğini görürler. O da görmüş ve bize bu kıymetli eseriyle haber vermiştir. Tabii ki eser bir gelecek haberi ve kehaneti değildir. O, telif edildiği zaman da mevcut hastalığı bir reçete idi. Şimdi de…
Münâzarat bugün, “Meşrutiyetin İlanı” münasebetiyle gerçekleştirilen bir diyalog olarak değil, çağımızın en kangren olmuş derdinin ihmal edilmiş bir reçetesi olarak okunmalıdır. Cay-ı dikkat bir benzerliktir ki, bu risale Meşrutiyet ve Hürriyetin ilk kez ilanı münasebetiyle yazılmıştır. İnşallah gerçek manada uygulamaya konulması da “Yeni Sivil Anayasa’nın” yazılmasıyla olacaktır. Her iki tarihi olayında milletimiz ve ülkemiz için nasıl birer kavşak ve dönüm noktası olduğu asla göz ardı edilmemelidir.
Münâzarat Yeniden Okumada Yöntem
Biz ilahiyatçıların, özellikle de cemaat mensuplarının, “mesaj ve öğreti güncelleme sorunu” gibi hayati bir sorunumuz var. Ben bu sorunu İslam Mesajının güncellenmesi konusunda derinlemesine yaşayanlardanım. Başta kutsal kitabımız Kur’an olmak üzere, Sünnetin ve ulemanın içtihatlarının güncellenmesi ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sempozyumda ela alacağımız konu da aslında bir güncelleme sorunudur.
Akademik dilde YORUM olarak ifade ettiğimiz güncelleme, bugün sadece bizim neslimize ait bir problem değildir. O geleneğimizde de ta başından bu yana hep karşı karşıya olduğumuz bir sorun alanı idi. Ve yine sadece bizim geleneğimizin değil, Batı medeniyet ve geleneğinin de ciddi bir sorun alanı olmuş ve hâlâ da olmaya devam etmektedir. Çağdaş Sosyal Bilimler alanında Hermenötik (Yorum Bilim) olarak adlandırılan bu ilim, tarihi metinlerin anlaşılması ve yorumlanmasına ilişkin bir çabadır.[6]
Batıda 18. yüzyılı müteakiben, özellikle de İncil metinlerini yorumlamak ve anlamak üzere geliştirilen anlama ve yorum tekniklerinin ana hedefi, aramızda tarih bakımından zaman farkı bulunan metinlerin bizim için ne anlam ifade ettiğine odaklanmaktadır. Bugün yüz yıl sonra okumaya ve anlamaya çalıştığımız Münâzarat Risalesi de bizim için böyle bir anlam taşımaktadır.
Eserin müellifi bizzat kendisi; “İşte eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal” derken, eskiye ait olanın yeni için ne anlama geldiğine dair en anlamlı tepkiyi ortaya koymaktadır. Hem de geleneğin tam olarak egemen olduğu bir bölgede, tüm medrese ehline bir çağrıda bulunarak mezkûr tepkisini göstermektedir. Bütün bir Orta Çağ boyunca yerimizde sayıp, geleneğimizi güncellememenin başımıza neler açtığını en yüksek gür bir seda ile seslendiren nadir bir örnektir Bediüzzaman.
Hem Batı yorum bilim (Hermenötik), hem İslami İlimler geleneğindeki Tefsir yönteminde ve özellikle geleneğimizde sahip olduğumuz yorum ve anlama metodolojisi olarak da ifade edebileceğimiz Fıkıh Usulünde; bir sözü veya metni, önce onun ortaya çıktığı “Tarihsel Bağlamında” daha sonra da o söz veya metni “Parça-Bütün” ilişkisi içinde anlamak gerektiğine dair temel bir kural vardır. Biz de Münâzarat’ı bu kural ile değerlendirmeliyiz. Yani, onu önce yazıldığı tarihsel bağlamında, daha sonra da Bediüzzaman’ın hem tüm hayatı, hem de diğer tüm eserlerinin bütünlüğü içinde anlamalıyız. Aksi takdirde doğru bir anlama gerçekleştiremeyiz. Örneğin, Nutukları ve Makaleleri göz ardı ederek Münâzarat’ı anlamak neredeyse imkânsızdır.
Asıl konumuz olan eserde o kadar değişik başlıklar yer almaktadır ki, öncelikle bunları değerlendirebileceğimiz bir anlama ve yorum usulü geliştirmeliyiz. Burada elbette genel bir metodoloji oluşturmayı teklif etmiyorum. İfade etmeye çalıştığım, Münâzarat’ta sık sık geçen; “Milliyet”, “Kürt”, “Kürtçe”, “Türk-Kürt” vs. gibi birçok sözcük ve kavramı ancak belirlenecek bir anlama ve yorum yöntemiyle doğru anlamanın mümkün olacağıdır. Ben burada öz bir şekilde bir yöntem önerip, yapacağım yorumları bu yöntem ışığında gerçekleştireceğim.
Yöntemim şudur:
Birçok eserinden sadece birisini okuyup yorumlayacağımız Bediüzzaman;
* Her zaman müspet olanın yanında yer almış ve müspet olanı seçmiştir.
* Hedefi ideal olandır. İdeal olana ulaşıncaya kadar “Ehveni’ş-şerreyni” tercih etmiştir.
* Asla umutsuz olmamıştır. Her türlü durumdan, idealine gidebileceği bir iyi cihet bulup onu geliştirmeyi başarmıştır.
Şayet bana, Bediüzzaman’ı üç başlıkta karakterize et denilseydi bunlarla onu karakterize ederdim. Yapacağım her yorum bu üç ilkeye (karaktere) uygun olacaktır. Çünkü Münâzarat’ta yer alan sözler ancak böyle bir karakterin ürünü olabilirler. Konuya giriş kısmında alıntı yaptığım eserin başındaki kendi sözleri olan; “Bu eseri anlamak için bir Kürt cesedi giymek ve bir vahşi hayalini başına takmak gerektir” derken, vurgulamak istediğim noktaya işaret ediyor. Yani; “Beni, benim karakterimle anlayıp, yorumlayın” diyor.
İşte ben de yukarıda, kişiliğini üç ana özelliğiyle karakterize etmeye çalıştığım Bediüzzaman’ın eserini iki perspektiften ele alacağım:
Birincisi, eserdeki üslubun bize ima ettikleri…
İkincisi de bizzat eserin bize sunduğu mesajdır. Ancak bu mesaj oldukça geniş bir çerçeve arz ettiği için ben konumuza ışık tutması bakımından bu mesajdan sadece “Medresetüzzehrâ” metaforu üzerinde duracağım.
C- Münâzarat’ta Üslup
Üslup bir eserin cesedidir. Onunla görünür. Mana ve mesaj ise ruhtur. Her ikisi arasındaki irtibatı göremeden onu anlamak zordur. Özellikle de Münâzarat gibi, anlaşılması için özel şartlar gerektiren bir eser olunca bu durum daha da bir ön plana çıkmaktadır.
Münâzarat Risalesinin üslubu, soru cevap şeklinde gerçekleştirilen bir diyalog ile adeta hastayı dinleyip hastalığı teşhise çalışan bir doktor örneğine benziyor. Adeta bizim bu diyalogdan hareketle bölgede ne gibi bir hastalığın olduğunu çıkarmamız isteniyor. Yani, işte hastayı dinlediniz teşhisi siz koyunuz, deniliyor.
Eserin başında; “Azametli bahtsız bir kıtanın, Şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi… Veyahut Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı” deniliyor. Yine aynı mahiyette İslam dünyasının geri kalmışlığına ve geleneksel İslam anlayışının tozunu temizleyip İslam mesajına bir cila (saykal) vurmak için yazdığı Muhâkemât adlı eserinin girişinde de şunları yazmaktadır:
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi veyahut Bediüzzaman’ın Muhâkemât’ı”
Her iki söz de aynı hakikate işaret edip aynı şeyleri gösterdiği gibi, her ikisi de “reçete” olarak nitelendirilmektedir.
Her iki ifadeyi de eşleştirirsek; azametli bahtsız kıta (Asya) coğrafyaya, mariz bir asır da zamana işaret etmektedir. Yani hem zaman, hem de coğrafya, mekân olarak bir sorun olduğuna işaret edilmektedir. İkinci cümleler; Şanlı talihsiz bir devlet (Devlet-i Osmanî), hasta bir unsur da Osmanlı Devleti şahsında temsil edilen İslam milleti (unsuru) kastedilmektedir ki aynı noktaya işaret ediyor. Sahipsiz bir kavim ile Kürtler dile getirilirken, alil bir uzuv ile de yine İslam Milleti veya Osmanlı tebaası arasındaki alil hasta olmuş kavim veya uzuv olarak Kürt toplumu gösterilmektedir.
Her iki serlevhada yer alan ifadeler ile Kürt sorununun; zaman, mekân ve millet bazında bir sorun alanı oluşturduğu gösterilmek istenmiştir. Yine her iki eserin de “reçete” olarak tanımlanması, söz konusu eserlerin tedavisi için gerekli olan çözüm önerilerini ihtiva ettiğini göstermektedir.
Benim yararlandığım nüsha, Elmas Neşriyatın İstanbul 2004 baskısı olan “Âsâr-ı Bedîiyye” de Münâzarat Risalesi tam olarak 146 soruya verilen cevaptan oluşmaktadır. Bu kadar çok soru sorulması ve cevap verilmesi, muayene edilen hastanın geçiştirilmeden bütün sorun alanları dinlenip ona göre reçete yazıldığının bir ifadesidir. Özellikle de yüz kırk altı sorunun ve cevabın muhteva dağılımına baktığımızda bu ifademizin ne derecede yerinde olduğu görülecektir. Muhteva dağılımını da kısaca özetlersek şöyledir:
*Bölgenin İstanbul’dan uzak olması nedeniyle ortaya çıkan “iletişim” sorunu,
*Meşrutiyetin yanlış yorumlanması ve “önyargı” problemi,
*Kürtlerin son otuz yıllık istibdattan en çok zarar gören kavim olması,
*Kendilerine güven eksikliği ve hürriyet ile elde edecekleri fırsat,
*Çözümü sadece devletten bekleme hastalığı, tembellik,
*Gayr-i Müslim tebaa ile ilgili yanlış yorumlar,
*Devlet görevinde, dindarlık-maharet ilişkisi,
*İslam Şeriatına ait sahip oldukları yanlış veya eksik bilgiler,
*En kötüsü, ölümcül hale gelmiş YE’S, ümitsizlik,
*Kendileri istemezse kimsenin onlara hürriyet veremeyeceği veya hallerini düzeltmelerinin imkânsız olacağı, TALEP sorunu,
*Üstadı aşırı iyimser bulmaları, gibi…
Eserin üslubuna yeniden dönersek, Üstad bizzat kendisi, “acele etme, dikkat et, burada şifreler var” diyor. Gerçekten de eser baştan aşağı bir şifreler yumağı gibidir. Hem lafzı, hem de manayı ona göre takip etmek gerekiyor. Neredeyse bir kitaba konu olacak kadar geniş olan bu hususu, problemimiz bağlamında ele alırsak, Münâzarat’ın “ne dediğinden” önce, onun “nasıl söylediğine” bakmamız gerekiyor. Karşılıklı kurulan bir diyalog ve soru cevap şeklinde yazılan eser, bir edebiyat türü olarak böyle yazılmamıştır. Bilinerek ve kasten böyle bir üslup kullanılmıştır. Çünkü kanaat-i âcizanem, Üstad mesajının en önemli bir kısmını bu üslup içinde bize vermektedir. Peki, üslup ile bize neler verilmek istenmiştir, şimdi de onlara bakmaya çalışalım:
Üstad irşat edeceği toplumun ayağına gitmiş onları İstanbul’a çağırmamış: Demek sorun alanına gitmek gerekiyor.
Üstad; “sorun cevaplayayım”, diyor. Demek bir sorunu çözeceksek, bir hastayı iyileştireceksek, önce hastaya derdini anlatma, soru sorma fırsatı vereceğiz. Hem derdi, hem devayı biz belirleyemeyiz. Devleti hekime, milleti de hastaya benzetmesi bundandır.
Onlar; “Bize ne getirdin?” diye soruyorlar. Demek ki bir sorunu çözmeye gittiğinizde oraya eli boş değil dolu gitmelisiniz. Hele de uzunca bir zaman ihmal edip unuttuğunuz bir yere yıllar sonra elinizi kolunuzu sallayıp gitmemelisiniz. Bilakis, size yönelecek eleştiri oklarını yumuşatacak bir değerli hediye ile gitmelisiniz.
Üstad da onlara; “Size bir müjde getirdim” diyor. Müjde tabiri ile asıl hastalığın “Ye’s”, ümitsizlik olduğuna da ima ediyor. Zira Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanlar, kendilerini unutulmuş ve geri kalmışlığa ebedi olarak mahkûm görüyorlardı. Kim bilir belki şimdi de öyle…
Bu ye’si umuda çevirecek; “Sizin ebedi olarak dirilişinize medar olacak olan meşrutiyeti, hürriyeti getirdim. Hadi şahlanın, ayağa kalkın” diyor.
Soru cevap üslubunda, “her kafadan bir ses gelmesin, aranızdan Meşrutiyete uygun olarak birkaç temsilci seçin, onlar sorsunlar ben de cevaplayım” diyor. Böylece, Güneydoğu sorununda âkil insanlardan muhatapların bulunup sorunu onlarla konuşmayı, onların da diğer halkla konuşmalarını sağlamayı öneriyor. Çünkü bölge insanı; Şeyhi, Seydayı, Mollayı, Ağayı vs. dinlemeyi seçiyor. Kendi re’yiyle hareket etmeyi değil de güvendiği ve saygı duyduğu önderlerine teslim olmayı tercih ediyor.
Her türlü soruyu sormalarına imkân veriyor. İçini dökmeyen, içinden konuşur. İçinden konuşan arkadan işler çevirir. Şeffaf olunması için her şey masaya yatırılmalıdır. Yöneticilerini, gayr-i Müslimleri, kendilerine bağlandıkları Üstad ve şeyhlerine nasıl aykırı davranacaklarını vs. her şeyi soruyorlar. “Eteğindeki taşı dökmek” kabilinden içlerini döküyorlar.
Yüzyıllardır sürmekte olan Türk-Kürt sorununu, Kürtçe anadil problemini, sürekli Türklerin idaresi altında olmanın verdiği rahatsızlığı soruyorlar. Bütün bunlara verdiği cevaplar da asla ayrımcılığa dair bir ima ve işaret bulunamaz. Israrla birlik ve beraberliğe vurgu yapmaktadır.
Hemen her sorunun cevabını, asıl problemin Kürtlük ve Türlük değil, geri kalmışlığa sebep olan şeyin her türüyle İSTİBDAT olduğunu söylüyor. Kör taklide neden olan İlmin, Şeyhin, Üstadın, Ağanın vs. dayattığı tüm istibdattan kurtulmadan kalkınma ve ilerlenmenin imkânsızlığını belirtiyor.
Meşrutiyetin bölgede olumsuz olarak algılanmasına birçok soruyla cevap vermesinden, bölgenin menfi propagandaya kapılma olasılığının yüksek olduğuna, zamanında fark edilip doğru bir şekilde uyarılmazlarsa, bu yanlış empozenin kalıcı kanaatlere dönüşebileceğine işaret ediyor. Nitekim ihmal ede ede bugünkü hale geldik. Onları zamanında ve doğru bilgilendiremedik.
Bölgenin “Din” konusundaki hassasiyet ve duyarlılığı nedeniyle hem Meşrutiyeti, hem de hürriyeti “Şer’î” sıfatıyla tavsif ederek anlatıyor. “Meşrutiyet-i Meşrûa”, “Hürriyet-i Şer’î” gibi ifadeler kullanıyor. Böylece bölgeye sunulacak bir fikir “dinî” bir muhtevaya sahip olmalıdır.
Bölgeye gidecek olan kimselerin; gerek devleti temsil edenler, gerekse dini temsil edenler, hepsinin de onlar tarafından güvenilen kimseler olmasının şart olduğuna işaret ediyor. Zaten Bediüzzaman’ın güvenilir olması ve kendisine son derece inanılması bu diyalogu gerçekleştirmiştir. Sürekli aldanmış ve aldatılmış olanların en temel sorunları “güvendir”.
Yukarıda maddeleştirdiğim üsluptan çıkarılan ilkeler ve işaretler, Münâzarat Risalesinde birçok soru ve cevapta görünen imalardır. Bunları dikkate almadan muhtevadan yeterli mesajları çıkaramayız. Bediüzzaman eserinde gayet açıkça; kendisinin Kürt olduğunu, Kürtçe düşünüp Arapça ve Türkçe yazdığını, Türkçeyi de iyi kullanamadığını, bundan kendisinin de rahatsız olduğunu belirtiyor. Hayatının hiçbir safhasında komplekse düşmemiş, hiçbir hakikati gizlememiş olan çağın bu en ŞEFFAF insanı, en müzmin yaramıza reçete sunuyor.
Tüm sorular ve cevaplarda teşhis edilmeye çalışılan ve yine tüm bünyede kendisini hissettiren asıl MİKROP veya İLLETİN, tek kelimeyle söyleyecek olursak; İSTİBDAT olduğunu belirtmektedir. Hem eski Said, hem de yeni Said dönemlerinde Üstadın mücadele ettiği ve İslam milletinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü biricik tehlike, her çeşidiyle istibdattır. Hayatını bu derdin devasına vakfetmiştir, dersek asla mübalağa etmiş olmayız.
Bu reçete, masa başında, hastadan habersiz gelişi güzel yazılmış bir reçete değildir. Tam tersine bizzat kendisinin ifadesiyle yerinde tespit edilmiş ve hastalar tam olarak dinlendikten sonra yazılmıştır. Devleti idare edenleri hekim olarak görmekte ve onları milletin bu derdini tedaviye çağırmaktadır.
Muhtevadan Alınan Bazı Konular
Münâzarat Risalesi içinde bölge sorununa bağlı olarak ele alınan konulardan birisi de hiç şüphesiz Ermeniler meselesidir. Halkın ısrarla “Ermenilere güvenilmez, onlar düşmanlarla ittifak yapıyorlar” sorusuna ve itirazlarına karşılık Üstad;
“Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selameti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir. Fakat mütezellilane dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek musalaha elini uzatmaktır.”[7]
Ermeniler ile bile musalaha ve ittifakı öneren Üstad, görüleceği üzere tüm hayatını ve düşüncelerini “müspet” olana yöneltmiştir. Ermenilerin uyanması ve dünyaya dağılıp kısmen terakki etmelerini bölge insanına örnek gösteriyor. Onlara, Ermenilere düşmanlık etmenin fayda vermeyeceğini, bunun yerine onlar gibi uyanıp terakki yollarını aramalarını söylüyor. Hatta şayet Ermeniler size galebe çalmışlarsa bunun sebebi de şudur, diyor:
“Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet ağa ve oğlu zaruret efendi, hafidi husumet beydir. Ermeniler de bize düşmanlık etmişlerse bu üç müfsidin kumandası altında etmişlerdir.”[8]
Münâzarat içinde defaatle geçen; “hamiyyet-i milliye” gibi “milliyet” sözcüğü, onun genel anlayışı ve perspektifi açısından bakıldığında, kesinlikle menfi milliyetçilik anlamında bir unsuriyete tekabül etmez. Tam tersine bu kelime, benzerleriyle birlikte, hemen tüm nutuklarda ve makalelerde de geçtiği üzere, ya Osmanlı tebaası veya İslam Ümmeti (Milleti) anlamında kullanmıştır.
Yine Ermenilerle ilgili bir soru cevapta konumuza ilişkin çok manidar bir cevap vardır:
“Soru: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?”
“Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır.”
Aşağıdaki alıntı, yine bir Ermeni’nin hamiyet-i millisini örnek verirken söylediği “milliyet” sözcüğü ile neyi kastediyor olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir:
“Öyleyse dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti, mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Hâlbuki şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle onlar gibi temaşa etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin harikulade şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslam’ın uhuvvetlerini ve manevi yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.”
Görüleceği üzere Üstad konuyu Meşrutiyetin lehine çekmekte ve “milliyet” sözcüğünü de tüm Osmanlıyı kapsayan bir anlamda kullanmaktadır. Çünkü Ulus Devlet çerçevesinde uyanışa geçen İslam Dünyasını oluşturan unsurlar, bir bir uyanmakta ve kendilerine gelmektedirler. Bediüzzaman bu uyanışı, “milliyet” düşüncesiyle gerçekleşen hayırlı bir çırpınış olarak yorumlar. Kesin olarak bilmektedir ki, özdeki İslam mayası onları yeniden birleştirecektir. Ulus Devlet heyecanı yeni bir Devlet-i Osmanî gibi muazzam bir birliği netice verecektir. Bu meyanda şu iktibasımız son derece önemlidir:
“Soru: Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum Âlem-i İslam’ın hürriyetinin mukaddimesi olur?”
“Cevap: Bizde olan İstibdat, Asya’nın hürriyetine zulmani bir set çekmiş idi. Ziya-yı hürriyet o zulmetten geçemez idi ki gözleri açsın ve kemâlat göstersin. İşte bu seddin tahribiyle fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır… Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslam’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azim ve inkılab-ı acip ve terakki-i fikri ve teyakkuz-u tam intaç etmiştir ki, bahasına yüz yıl verse idik yine de ucuzdu. Zira hürriyet milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslamiyet’in cevher-i nuranisi tecelliye başladı. İslamiyet’in ihtizazını ihbar etti ki, her bir Müslim cüz’ü fert gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebat-ı mütedahile-i mütesanideden bir cüzdür…”
Bu paragraf çok açık bir şekilde Üstadın “milliyet” fikrini, İslamiyet cevheri taşıyan bir durum olarak resmetmektedir. Böylece onun terakkiye bir vesile olarak anladığı “milliyet” İslamiyet ile mezc olmuş ve İslamiyet’ten beslenen bir hakikat olduğudur. Bu nedenle de Üstad, “milliyet” fikrini ve duygusunu İslam âlemini geri bırakan İstibdattan kurtulmak için bir fırsat olarak görüyor ve bu kurtuluşa vesile olan şeyin de Hürriyetin ilanı olduğunu belirtiyor. Onun, “hürriyeti” herkesten ziyade alkışlaması ve ilanına sevinmesi de bu yüzdendir. Nitekim yüz yıl sonra biz bu sonucu görünce onun haklılığını daha iyi anlıyoruz. Ancak, anlıyoruz anlamasına da hâlâ onun kadar cesur bir şekilde sorunları çözmede sahip olduğumuz imkânları kullanamıyoruz.
Yazmış olduğu eserlerin mahiyetini ifade etmek için kullandığı teşbih ve mecazi dil oldukça ilginç ve anlamlıdır.
“Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Arap’tır. Güya her bir eser Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürt’tür”
Önce eserlerin bizzat kaynağı olarak kendi öz kimliğini, ana dilini tespit ediyor ve “Kürt’tür” diyor. İkinci olarak ise; “aynı halde Türk ve Arap’tır” ifadesini kullanmaktadır. Dikkat edelim ki bu üç ırka vurgu yapıp onların cesetleri ayrı ayrı olsa da mahiyetlerinin bir olduğunu ifade etmekte ve ne yapılırsa yapılsın bu üç milletin birbirlerinden asla ayrılıp kopamayacağını ima etmektedir. Cümlenin ikinci şıkkı daha da anlamlı bir teşbih içeriyor. Bu defa sıralamayı tersinden yapıp; “Güya her bir eser, Arap elbisesini ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürt’tür.”
Yani bu üç millet öyle bir bütün ve daire oluşturmaktadır ki, adeta birini diğerine öncelemek veya sıralamayı değiştirmekle, birini diğerine üstün kılmak imkânı yoktur. Onlar bir daire gibidir. Dairenin her noktası hem başlangıç hem de bitiştir. Konunun tam da burasında yıllar önce izlediğim, Siyah-Beyaz ayrımcılığını işleyen bir filmden, kısa bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Birisi zenci, diğeri beyaz iki mahkûm başka bir hapishaneye nakledilirken arabaları kaza yapıyor ve mahkûmlar kaçıyor. Ancak bu mahkûmların birer elleri birbirlerine kelepçelidir. Yaklaşık bir metre kadar bir zincirle bağlılar. Uzunca zaman öyle kaçıyorlar ve bir an önce kelepçeden kurtulup ayrılmak istiyorlar. Çünkü her ikisi de birbiriyle bağlı olmaktan nefret ediyor. Ama her ne zaman ayrılmak için bağlarını kesecek bir fırsat bulsalar, polis enselerinde kelepçeden kurtulamıyorlar… Günler süren kovalamacadan sonra en nihayet kelepçelerinden kurtulamadan sıkıştırılıp yakalanıyorlar. Siyah adam beyaza şöyle diyor:
“Günlerce şu lanet bağdan kurtulmak için uğraştık. Her bulduğumuz fırsatta bir aksilik oldu ve kurtulamadık. Bak dostum (bu arada birbirlerini daha iyi tanıyıp dost oluyorlar), Kaderin (Allah’ın) bağladığını kimse çözemez. Bizi kader bağlamış, boşuna uğraşıyoruz…” diyor.
Kaderin ve Hikmet-i Ezelînin büyük bir davaya hizmet etmeleri için, hem coğrafya olarak hem de tarih olarak kaderlerini bir ve birleşik olarak belirlediği Arap-Kürt ve Türk bu üç millet birlikte var olmaya ve birlikte büyük medeniyet kurmaya mahkûmdurlar. Birlikteliklerinde muhteşem bir kuvvet ve azamet, ayrılıklarında ise büyük bir hüsran vardır. Takdir-i İlâhîye karşı çıkmayı “başı örse vurmaya” benzeten Üstadın o uyarısını burada hatırlatmak istiyorum: “Başını örse vuran başını kırar” ama örse bir şey olmaz…
Son olarak, Kürt-Türk konusunda bir alıntı üzerinde daha durmak istiyorum. Üstadın Kürtleri ikaz edip kendilerini sürekli geri planda görmelerini terk edip ön plana çıkmalarını, havuzda değil, pınarın başında oturmaları gerektiğini işaret ediyor ki, hem soru, hem de cevap çok manidardır:
“Sual: Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zira hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.
“Cevap: Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân-ı hâkimdir; hükûmet hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.
“Size bir misâl söyleyeceğim:
“Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürât olursa, her tarafa da sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tâbîdir. Faraza, o havuz tamamen tagayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez. Eğer pınar, pınar olursa.
“İşte, bakınız: İstibdadın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belâğbaşı idi; şikâyette hakkınız vardı. Şimdi ise hakikat itibariyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zaynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir veya bizde olmak gerektir.
“Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrutiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, marifet ve fazileti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; ta bir kemâlat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.”
Üstad yukarıda alıntısını yaptığımız ifadeleriyle, merkezi yönetimin gafleti ve hastadan habersizliği, özellikle de hastaya yaptığı kötü muamele olan İstibdat karşısında, bu hastalıktan en ziyade zarar dide olan Kürt toplumunu ve Doğu’yu uyarıyor. Devleti bir hekim olarak bu hastalığı vakit fevt etmeden tedaviye çağırıyor. Ancak birçok nedenden dolayı bu tedavi ihmal ediliyor. Bütün var gücümüzle haykırarak söyleyebiliriz ki bugün bu tedaviyi yapabilecek her türlü donanıma sahip bir hükümet vardır. Hem ehildir, hem de emindir. Tek sorun bu defa da hasta hastalığına alışmış onu sıhhat sanıyor. Burada maharet yine devlete düşüyor. O da hastayı, hasta muamelesi yapmadan tedavi etmektir. “Efendim bu nasıl olur, bu çok zordur” denebilir. Doğru, mademki tedaviyi bu kadar ihmal ettik, o halde bu zoru bir kefaret olarak başarmalıyız. Çünkü tehir edilen ve vaktinde yapılmayan her şey daha sonra kefaretiyle birlikte yerine getirilir. Bu bir kuraldır.
Bugün mevcut devletimizin samimi olarak milletin derdini tedavi etmek istediğini biliyoruz. Fakat bu defada defaaten aldatılmış olan millet ona güvenemiyor. Güven verilmesi gerekir. Yüz yıldır beklenilen tabip bugün iş başındadır ve beklenilen güveni de inşallah verecektir. Bu sorunu çözecektir. Ancak tabip bu sorunu çözebilmek için bölgeye gitmelidir. Yani, hastanın ayağına… Bunu da devleti temsil eden kurumları ve en önemlisi de bölgeyi aydınlatacak olan Üniversiteler ile gerçekleştirecektir. Yani “Medresetüzzehrâ” ile… Şimdi de bu metafordan bahsedelim.
Medresetüzzehrâ Metaforu
Münâzarat Risalesinde, Güneydoğu ve Doğu’nun sorunları için çözüm önerisi olarak sunulan en önemli hususlardan birisi de hiç kuşkusuz, Üstadın “Medresetüzehrâ” projesidir. Bu proje salt bir arzu ve heves olmayıp, gerçekçi bir taleptir. Bu projede, adeta Mısır’ın “el-Ezer” üniversitesi gibi, ancak ondan daha donanımlı ve modern bir üniversiteler zinciri önerilmektedir.
Üstad, başta Bitlis, Van ve Diyarbakır olmak üzere öncelikle bu üç vilayette bir sacayağı gibi bölgeyi üçgen içine alan bir aydınlanma ve aydınlatma pilot alanını seçmiştir. Dini ilimlerin pozitif çağdaş bilimlerle birlikte ders verildiği bu üniversitenin en önemli diğer bir özelliği de üç dilde eğitim verecek olmasıdır.
“Soru: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?
“Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kız kardeşi olan, “Medresetüzehrâ” namıyla dâru’l-fünunu mutazammın Kürdistan’ın merkezi hükmünde olan Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini… Emin olunuz biz Kürtler başkasına benzemiyoruz. Yakinen biliyoruz, içtimâî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.
Soru: Nasıl? Ne gibi? Niçin?!
Cevap: Ona bazı şerait ve varidat vardır.
Soru: Şeraiti nedir?
Cevap: Sekizdir.
Birincisi…
İkincisi: Fünun-u cedideyi ulum-u medaris ile mezc ve derç… Ve lisan-ı Arabî vacip, Kürdî caiz ve Türkî lazım kılmak.”[9]
Arapça vacip; Din dili olarak ki tüm İslam milletinin ortak dilidir.
Türkçe lazım; devletin resmi dilidir.
Kürtçe caiz; bölgenin dilidir.
Bu projenin gerekliliğine hem Osmanlı sultanlarının, hem de yeni meclisin ne derecede inanmış olduğu ayrılan tahsisattan bellidir. Demek ki o gün bu proje çok benimsenmiş ancak uygulamaya konulmamıştır. Üstad hayatı boyunca bu projenin bir gün gerçekleşeceğini bekledi. Fakat engin nazarıyla bunun ancak kendisinden yüz yıllar sonra gerçekleşeceğini anlayınca yönünü bizlere çevirmiş ve şöyle seslenmiştir:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sakitane benim sözümü dinleyen, bir nazar-ı hafi-i gaybî ile beni temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vesaireler! Size hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve demek sizlere bir borç olsun. Şu muasırlarım varsınlar beni anlamasınlar. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir bahardasınız. Şimdi ekilen tohumlar zemininizde çiçek açacaktır. Benim hizmetimin ücreti sizden şunu beklerim ki, mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Kapıcısına tembih edeceğiz. Bizi çağırınız. “Henîen leküm” sedasını işiteceksiniz.”[10]
Bugün çok şükür devletimiz, seksen bir vilayete seksen bir üniversite projesiyle doğuya üç değil on katı üniversite açmıştır. Açılan bu üniversitelere azami ölçüde destek verilmekte ve hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamaktadır. Bu üniversitelerden beklenilen semere de–inşallah- ilerde alınacaktır.
Yeterince zaman kaybedilmiş bir konuda gönlümüz, daha fazla zaman kaybetmeden, planlı ve bilimsel projelerle mevcut sorunlarımız giderilsin istemektedir. Devletimizin sağladığı cömert imkânlarla bu üniversiteler çok önemli şeyleri başarabilir. Yeter ki sahip oldukları imkânları doğru ve yerinde kullansınlar. Bir zamanlar ülkemizde ciddi manada yetişmiş insan sıkıntısı vardı. Fakat bugün çok şükür her alanda yetişmiş, artık ülkesine hizmet etmeye hazır kalifiye elemanlarımız vardır. Onları yerinde istihdam etmekle hem bölge sorunlarının giderilmesinde, hem de ülkenin kalkınmasında etkili bir aktivite gösterilebilir. Bizim şimdilerde içinde bulunduğumuz en önemli sorunlardan birisi de, elimizde üzerinde iyi çalışılmış mastır planlarımızın olmayışıdır. Her nedense sıkışmayınca iş yapmıyoruz. Hâlbuki daha bugünden yarınların muhtemel sorunlarına hazır-paket çözüm önerilerimiz hatta “A” ve “B” gibi alternatiflerimiz olmalıdır. Türkiye bugün bu performansla çalışabilecek değerde bir ülkedir. Bu nedenle şu soruyu kendime sormadan edemiyorum:
Acaba bu kadar üniversite Üstadın elinde olsaydı ve bu imkânlar ona verilseydi, hem bölge sorunlarının çözümünde, hem de Türkiye’nin yeniden süper bir devlet ve güç olmasında onlardan nasıl yararlanırdı?
Bu soruya da cevap olması bakımından somut bir örnek üzerinde durmak istiyorum:
Kırk yıllık bir üniversite olarak Dicle üniversitesi bugün, 200’e yakın profesörü, bir o kadar doçent ve yardımcı doçenti, 300 kadar da öğretim elemanı ve okutmanlarıyla dev bir kadroya sahiptir. 2008 yılında yapılan “Rektör” seçiminde bendeniz de naçizane ekipte yer aldım ve seçim öncesi yaklaşık bir buçuk yıl, yine yaklaşık on beş yirmi kadar akademisyen arkadaşlar ile bu bölgede “Dicle Üniversitesi nasıl olmalıdır, neler yapmalıdır?” soruları üzerinde çalıştık. Hem yerel, hem de üniversal ölçekte üniversitemize bir misyon belirleyip bunu gerçekleştirecek bir hizmet planı ve strateji kitapçığı hazırladık. Bu stratejik planda; bölge sorunlarının çözümünden, bölgenin iktisadi kalkınmasına ve üniversitemizin Büyük Türkiye Projesine global olarak ne gibi bir katkısının olabileceğine kadar her şeye yer verdik. Şayet Allah bize üniversitenin yönetilmesi gibi ağır bir sorumluluğu yüklerse bütün bunları yapmaya söz verdik. Temel sloganımız da; “Kimse ötekileştirilmeyecek” idi. Çünkü bölgenin en temel sorunu “ötekileştirmeden” kaynaklanıyordu. Nitekim Allah bize bu sorumluluğu yükledi ve biz de üniversite tarihinde hiç görülmedik bir ölçüde ötekileştirme yaptık… (Binlerce kez maalesef ama yaptık) İşte bölge bu nedenle terörden kurtulamıyor… Böyle giderse kurtulamaz da… Çünkü güven eksik… Verilen sözler tutulmuyor…
Yönetimin ilk altı ayında, projemiz gereği halk ile üniversiteyi buluşturmak ve kaynaştırmak vardı. Bu doğrultuda, Sosyal Bilimler Enstitüsünün hazırladığı; “Bilgilerimizi Diyarbakır’la Paylaşalım” projesi çerçevesinde; ilk ve ortaokullar, liseler, hapishaneler, hastaneler, diğer devlet kurumları olmak üzere hemen her yerle ilgili konularda uzmanlar, tebliğ, konferans, panel ve seminerler vererek Diyarbakır’da çok harika bir havanın oluşmasını sağladı. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki, bizden öncekilerin hatalarına biz de düştük ve asli misyonumuzla değil de yapmamız gereken işlerle meşgul olduk ve onca güzel şeyler yarım ve akim kaldı. Umarım üniversitemiz bu gidişatını ülke ve millet yararına değiştirir.
Bu arada üniversitemizin bu yaz gerçekleştirdiği bir etkinliğin garabetinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. 2011 yılında, üniversitenin kongre merkezinde gerçekleştirdiği “Türkçe Olimpiyatları” etkinliği, bütün samimiyetimle belirtmeliyim ki bu etkinliğin kendisi bizatihi takdire şayan ve harikulade bir hizmettir, fakat “doğru zaman ve doğru yer” diye bir tabirimiz vardır. Bu yapılan etkinliğin özellikle Diyarbakır’da ve özerklik taleplerinin seslendirildiği, on yıllardır kangren olmuş Kürtlük ve Kürtçe sorununun en yoğun ve derin bir şekilde yaşandığı bir zamanda yapılması düşündürücüdür. Hükümetin “Açılım ve Demokrasi” politikasına en ufak bir katkısı olmayan bölgenin en büyük ve köklü üniversitesinin, bir de böylesine problemli bir yerde, yedi düvelden topladığı çocuklara Türkçe şarkı-türkü söyletmesinin anlaşılabilir olduğunu düşünmüyorum.
Münâzarat’taki sorulardan biri de; “Biz devlet adamlarının samimiyetine güvenmiyoruz. Şöyle, şöyle adamlara nasıl güveneceğiz” idi. Devletin tüm kurumları, hatta her memur bile bölge insanının gözünde devlet olarak görülüyor. Her kurum yaptıklarına son derece dikkat etmeli ve halk nazarında “nasıl anlaşılıyor, nasıl değerlendiriliyor” diye düşünmelidir.
Bu bakımdan tebliğimin sonunda, başta benim de mensubu bulunduğum Dicle Üniversitesi olmak üzere tüm bölge üniversiteleri ile ilgili bazı taleplerimi dile getirmek istiyorum:
*YÖK bünyesinde bir birim oluşturulmalı ve tüm yeni açılan üniversiteler için bir yol haritası ve ilerleme gelişme planlaması “Stratejisi” yapılmalıdır. Bu çerçevede bölge sorunları bu projenin ana maddesi olmalıdır. Yani YÖK açılan üniversiteleri yol haritasından takip etmeli kimin nerede olduğunu görmelidir.
*Dicle Üniversitesi bölge üniversitelerine ağabeylik yapmalı ve merkezi bir rolü olmalıdır. Özellikle projeler bazında…
*Her üniversite bünyesinde “Doğu ve Güneydoğu Araştırmaları Merkezi” diye bir birim kurulmalı ve bu birim gerçek anlamda bilimsel çalışmalarla bölge hakkında sağlıklı belgeler ve bilgiler üretmelidir. Üniversitelerin bünyesindeki Sosyal Bilimler Enstitüsü, yaptırdığı doktora ve yüksek lisans tezlerini rast gele değil de öncelikli olarak bölge sorunlarına endeksli olarak yaptırmalıdır. Bu çalışmalar, YÖK’te kurulacak olan birim tarafından değerlendirilip sorunların giderilmesinde yararlanılmalıdır.
*Vizyonumuz-Misyonumuz slogan olmaktan çıkıp gerçek anlamda bir vizyon ve misyon gerçekleştirilmelidir.
*Bölge üniversitelerinde görev yapan tüm Türk kökenli öğretim elemanlarına Kürtçe öğrenmeleri zorunlu tutulmalı ve yerel halk ile onların dilinden diyalog kurmalıdırlar. Münâzarat’ın dili Türkçe ama yapılan diyalog Kürtçe idi.
*Bölge üniversitelerine yapılacak olan rektör atamaları, üniversitelerde kadrolaşmaya yönelik değil, bölge sorunlarına çözüm üretecek donanıma sahip, özellikle de sosyal bilimcilerden seçilmelidir.
*Batı’nın doğu araştırmalarında gösterdiği hassasiyet ve ciddiyet, devlet tarafından bölge için gösterilmelidir. Gerekirse bölgeye yönelik sorunlar için müstakil bakanlık veya değişik kurumlar ihdas edilmelidir.
*Bu sorunun çözüleceğine devlet ve millet olarak inanmalıyız. Fakat benim gibi on dört yıldır o bölgede yaşayıp akademisyen olarak görev yapan birine, keşke devlet arada muhatap olsa da “neler oluyor, ne var ne yok” diye sorsa…
*Başta Diyanet İşleri teşkilatı olmak üzere, ilahiyat fakültelerinin bölge sorununun çözülmesinde son derece etkili bir yol olan DİN konusunda bölge halkının dindarlığına ehemmiyetli bir katkı sunmaları sağlanmalıdır. Bu katkının olabilmesi için, üniversiteler ve yukarıda arz etmeye çalıştığım kurumların bir plan ve projelerinin olması gereklidir.
*Bölgede bir medrese gerçeği ve medreselerin de halk üzerinde oldukça olumlu bir ağırlığı ve etkinliği vardır. Bölgeye açılan ilahiyat fakültelerinde öyle bir eleman yerleştirilmesi ve istihdamı olmalıdır ki, İlahiyat-medrese buluşmasıyla bir nevi “Medresetüzzehrâ” ümidi canlanmış olsun.
*Hızla açılan yeni ilahiyat fakültelerine aceleyle nitelikli elemanlar yetiştirilir ve istihdam edilirse, medresenin ve halkın gözünde üniversite ve devlet kurumlarının inandırıcılığı ve güvenilirliği zarar görür.
*Bu hususta YÖK çok isabetli olarak başlattığı ÖYP (Öğretim elemanı yetiştirme programı) daha ciddi çalıştırılmalıdır. Köklü ve büyük üniversiteler buralara hoca yetiştirmelidirler.
Son sözüm Allah’ın sözü olsun:
“Allah size, emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisa, 85)
[1] Muhâkemât, Serlevha.
[2] Âsâr-ı Bediiyye, Nutuklar, Hürriyete Hitap, s. 440.
[3] Özellikle cemaat yapılanmasında, her cemaatin kendine özgü bir dili ve anlaşma yöntemi vardır. O cemaatin ortak metinlerindeki ifadeler, cemaat içinden anlaşıldığı gibi, cemaat mensubiyeti olmayanlar tarafından, velev ki bunlar akademisyen olsunlar, tam olarak anlaşılamazlar. Örneğin, Şerif Mardin’in “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” adlı çalışması böyledir. Şerif Mardin’in sosyolojideki derinliğine rağmen, Risale metinlerini o metinlerden bir Nur talebesinin anladığı kadar derinlikli ve eserlerin bütünlüğüne uygun olarak anlayamamıştır. Ben bizzat bir televizyon kanalında bunu itiraf ettiğini dinledim. Fetullah Gülen hareketini Amerika’da incelediğini ama hiçbir sosyolojik jargon ile açıklayamadığını söyledi. Şerif Mardin, Toplu Eserleri 4, İletişim Y., İstanbul 1992.
[4]Nursi, Bediüzzaman Said, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 291.
[5] Yunus benzetmesi asla naçiz nefsime bir pay çıkarma iması taşımıyor.
[6]Yorum bilim konusunda bkz. Richard Palmer, Hermenötik (trc. İbrahim Görener), Anka Y., İstanbul 2002; Osman Bilen, Çağdaş Yorum Bilim Kuramları, Kitâbiyât Y., Ankara 2002; Yasin Aktay, Abdullah Topçuoğlu, Erol Göka, Önce Söz Vardı, Vadi Y., Konya 1996.
[7]Nursi, Bediüzzaman Said, Âsâr-ı Bediiyye, Münâzarat, s. 318.
[8]A.g.e., s. 319.
[9]Nursi, Bediüzzaman Said, Âsâr-ı Bediiyye, Münâzarat, s. 349.
[10]A.g.e., s. 329.