Av. Emrullah BEYTAR'ın Münazarat ve Milliyet Fikri Konferansı Tebliğidir
Soru
Bir müntehab(seçilmiş) adam yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; (daü’l-cehl ile baş ağrısı) yazılıdır. Ben dahi fen afyonunu –İbtida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek- veriyorum…
Bu sorunun doğru ve sağlıklı bir zeminde tartışılıp cevaplandırılması için öncelikle yapmamız gereken üstadın bu konudaki düşüncesini bir bütün olarak masanın üzerinde koymamız gerekir. Risale-i Nur’lar bir bütün olarak el alınmadığı takdirde sağlıklı anlamlar çıkartmak çok mümkün olmadığı düşüncesindeyim. Bu anlamda Nursi’nin kişiliği, ortaya koymuş olduğu mücadele ve insanlığa, ümmete ve Kürtlere yüklediği misyonu ile ilgili birkaç tespit yaptıktan sonra Nursi’nin anadil/anadille eğitime bakış açısını ve bununla bağlı olarak anadil ile resmi dil arasındaki ilişki üzerine dünyadaki uygulamalardan örneklerle birkaç kelam etmek istiyorum
Nursi’nin Kişiliği ve Mücadelesi
Katıksız bir ümmetçi ve evrensel bir İslam düşünürü, gerçekçi olmayı göz ardı etmeyen bir İttihad-ı İslam savunucusu olan Said Nursi, Monarşi, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri yaşamıştır.
Osmanlı imparatorluğundan birer birer ayrılma ve kopma yolunu tutan değişik kavimlere karşı Said Nursi tavrını, birlik ve beraberliği muhafaza etmekle birlikte, her kavmin kendi milli kişiliğini ve bu kişiliğini sembolize eden lisanını, kendine özgü örf ve adetlerini koruması gerektiğini söylemektende geri kalmamıştır.
Bu anlamda Said Nursi’yi mücerret bir kürt milliyetçisi biçiminde takdim etmek, yanlış olduğu kadar, onu Kürtlükten arındırarak Kürt sorunundan habersiz ve bigane bir şekilde sunmakta o kadar yanlış ve hatalıdır.
Said-i Nursi’nin yazmış olduğu “Münazarat” veya “ Reçetetü’l Ekrad” müceddidlik sıfatından ziyade alim sıfatının gerekliliğinden neşet etmiş, mensup olduğu kavmin sorunlarıyla spesifik çaptada olsa bir yüzleşme ve bu yüzleşmede Kur’an eczanesinden aldığı yardımla sorunları çözmeye yol gösterici bir reçete veya siyasi bir manifesto niteliğine haiz olduğu düşüncesindeyim.
İnanç değerleri üzerinde kurulmuş bir kimlik Said Nursi gibi bir Müceddid için elbette tartışmasız bir önceliğe sahiptir. Nursi’ye göre dini kimlik, asla etnik kimliğe yönelik bir tehdit içermez. Müslüman toplumların sahip olduğu dini kimlikler onlara ait etnik kimlikleri asimile edici bir tarzda inşa edilmemeli, bu iki kimlik arasında bir imtizaç kurulmalıdır. Bu imtizaçta dikkat edilmesi gereken nokta evrensel niteliğe sahip olan İslam dinin herhangi bir etnik kimliğin inhisarına sokulmaması, bir başka deyimle herkesin müşterisi olduğu dinin sadece bir ulusun malı haline getirilmemesidir.[1]Nursi’ye göre; dini, milliyetle(etnik kimlikle) takviye etmek ne kadar zararlı ise milliyeti İslamiyet’le aşılamak da bir o kadar yanlıştır.[2]
Nursi bu sentezci yaklaşımın yanlışlığına ““İslam milliyetini ifsad ettiği gibi unsuriyet milliyetini dahi ıslah ve ibka edemeyeceğini”[3] sözleriyle işaret eder.
Nursi’ye göre dinin yerine göz dikmeyen, dinin terbiyesini kabul eden, din gibi algılanmayan, ötekine tecavüz etmeyen bir etnik kimlik gerekli ve faydalıdır.[4] Hucurat süresi 13. ayetin tefsirini yaparken bu noktalar işaret eder.
Nursi ve Anadil’in Fıtriliği
Genç ve inkarcı cumhuriyetin henüz doğmadığı bir dönemde, Kürdistan medreselerin de yetişmiş ve Ahmet Ramiz’in “yaradılışının nadir eserlerinden sayılan, ateş parçası bir zeka” olarak tarif ettiği Said-i Kurdi’nin 1906 lı yıllarda yazmış olduğu “iki mekteb-i müsibetin şehadetnamesi” isimli eserinde anadilde eğitim ve öğrenimin önemini, ahlaki ve dini gerekliliğini, “ İnsan da kaderin sikkesi (mührü) lisandır. İnsaniyetin sureti ise sahife-i lisanda nakş-ı beyan tersim ediyor. Lısan-ı maderzad (anadili) ise tabii olduğundan, elfaz (lafızlar, kelimeler) davet etmeksizin zihne geliyor. Alış-veriş yalnız mana ile kaldığından zihin çatallaşmaz ve o lisana giren maarif (kültür, eğitim, ilim)–nakşun ale’l hacer- (taş üzerine nakış yapma, yazı yazma) gibi baki kalır”[5] sözleriyle dile getirir.
Nursi’ye göre anadil;“Milli duyguların parıltısı, edebi ürünlerin ağacı, eğitim ve öğretime hayat veren su, olgunlaşmamızın ve kıymetimizin ölçüsü, herkesin vicdanına karşı menfez(pencere) açan ışın demeti”dir.[6] diyerek anadilin önemine vurgu yapar.
Said-i Nursi, “her kavmin mabihi”l bekası olan adat-ı milliye ve lisan-ı kavmiye” diyerek anadilin her ırkın onunla devam edeceği temel unsurlardan olduğunu beyan etmektedir. O, göre anadil; milli duygulara ait parıltıların yansıma alanı, edebiyat ürünlerini meyve veren bir kelime ağacı, eğitim ve öğretim hayatımızın damarlarında dolaşan kanı, bir milletin kıymet ve gelişmişliğin ölçütü, doğrudan doğruya vicdanlara yol bulup anlamları radyum ışınları gibi zihne yerleştirdiği için öğrenmede en etkili yol olarak niteler.[7]
Nursi bu yaklaşımına paralel modern dünya, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesinin 17.29 ve 30 maddelerinde “Her bireye kendi anadilini okulda ve/veya okul dışı kurumlarda en üst düzeyde öğrenme hakkı tanınmalıdır” şeklinde bir düzenleme ile anadille eğitimi uluslar arası düzeyde bir teminata bağlamış ve Türkiye devleti bu maddeye çekince koymuştur.
Nursi ve Kürt Dili
Said Nursi’yi mücerret bir Kürt milliyetçisi biçiminde takdim etmek, yanlış olduğu kadar, onu Kürtlükten arındırarak, Kürt sorunundan habersiz ve bigane bir şekilde sunmakta o kadar yanlış ve hatalı olduğu düşüncesindeyim. Nursi, anadilde eğitimin ahlaki ve fıtrilik boyutunu dile getirdikten sonra anadili olan Kürtçenin içine düşmüş olduğu durumu “şecer-i tuba gibi bir şecerenin tecellisine müstaid(elverişli) iken, böyle kurumuş ve perişan kalmış ve medeniyet lisanı olan edebiyattan nakıs kalmış olduğundan, lisan-ı teessüfle lisanınız sizden hamiyet-i milliyeye arz-ı şıkayet ediyor”[8]diyerek Kürt dilinin gelişimi yönünde gayret göstermeyen Kürt toplumunu bu şekilde uyarırken, Kürt dili ve edebiyatı alanında yaptığı çalışmalardan dolayı Mutkili Halil Hayali efendiyi över ve Kürt toplumuna örnek gösterir.
Nursi bir taraftan anadilinin insan hayatındaki önemine vurgu yaparken diğer taraftan da anadili olan Kürtçenin yeniden eğitim ve öğretimin dili olması noktasında bir gayret ve çabanın içerisine girmiştir.
Nursi’yi Van dan alıp İstanbul’a götüren asıl saiklerden biriside Kürdistan’daki eğitimsizlik hastalığının izalesi için hazırlamış olduğu reçeteyi uygulanır kılmak ve İngiliz sömürgeler bakanın İslam toplumu üzerindeki sinsi planını akim bırakmak idi. Nursi, bu hayalini gerçekleştirmek ve o sinsi planın akim kalması için hapishane ve tımarhaneye girmeyi dahi göze almış katıksız bir ümmetçidir.
“Van Valisi Tahir Paşa’nın yazdığı referans mektubu ile birlikte İstanbul’a gelen Said Nursi Mabeyn-i Hümayuna ikinci Abdulhamid’e sunulmak üzere bir dilekçe verir. Daha sonra Şark ve Kürdistan gazetelerinde yayınlanan bu dilekçesinde kısaca şu üç noktaya dikkat çeker.
Medeniyet ve terakki yolunda bir yarışın görüldüğü asrımızda Kürdistan’ın değişik noktalarında Hükümetin gayretiyle bir kısım mektepler inşa edilmiş olduğu şükranla görülmekte ise de bundan sadece Türkçe diline aşina olan çocuklar istifade etmektedir. Kürt çocukları ise sadece medreseleri ilim kaynağı bildiklerinden ve mektep muallimlerinin Kürtçeye vakıf olmamalaından dolayı eğitimden mahrum kalmaktadırlar.
Bu durum vahşet ve keşmekeşliğin yanı sıra Avrupa’nın gürültü çıkarmasını ve müdahalesini davet etmektedir.
Eskiden her yönden Kürtlerden geri kalmış olanlar bugün Kürtlerin duraklamaya düşmüş olmalarından istifade etmektedirler. İşte bu vaziyet ehli hamiyeti düşündürmektedir.”9
“Salisen Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekat nazırı (İngiliz sömürgeler bakanı) Kur’an’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: Bu İslamların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hakim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’an’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.
İşte bu iki fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakar, masum, hamiyetkar millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmış sene evvel bu cereyana karşı Kur’an’ı Hakimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve birde pek büyük bir Darülfünun-u İslamiye tasavvuru ile, altmış beş senedir ahiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helaketinden kurtarmaya ve akvam-ı islamiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.
Birinci vesilesi: Risale-i Nur dur ki…….
İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü’l Ezhere gitmek istiyordum. Alemi İslamın medresesidir diye bende o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Camiü’l Ezher Afrika da bir medrese-i umuiye olduğu gibi; Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslam Üniversitesi Asya’da lazımdır. Ta ki İslam kavimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkıçılık ifsat etmesin. ….Medresetül Zehra manasında Camiül Ezher uslubunda bir darülfünun hem mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi ona da çalışmışım….”[9]
Nursi’nin, İngiliz sömürgelere bakanın ifsat edici projelerini akim bırakmaya yönelik Kur’an-i hakim’den istimdat eyleyerek ortaya koyduğu iki vesileden biri olan Medresetül Zehra üniversitesinin kuruluş şartlarını bizatihi kendisi belirlemiştir. Bu kuruluş şartlarında biriside Eğitim dilinin Arapça, Kürtçe ve Türkçe olması yönündedir.
Aradan geçen bu süreye rağmen bu kurumun henüz inşa edilmemiş olması İngiliz sömürgeler bakanının projesinin ne kadar tesirli olduğunu bize göstermektedir.
Nursi’nin; Anadil ve anadille eğitimine bütüncül fotoğrafını ortaya koyduktan sonra müzakere sorumuza daha sağlık bir cevap verebileceği düşünce ve inancındayım.
Nursi; Avamın anlayabileceği bir yöntemle, Kürt’lere ideal siyaset ve yönetimin nasıl olması gerektiğini, önemli sorunlardan biri olan eğitimsizliği nasıl izale edilmesi gerektiğini izah ederken “…Bir müntehab(seçilmiş) adam yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; (daü’l-cehl ile baş ağrısı) yazılıdır. Ben dahi fen afyonunu –İbtida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek- veriyorum…”[10] cümlesi mutlak bir ifade olduğu düşüncesindeyim. Nursi, eğitimin anadilde verilmesi gerektiğini açıkça söylemektedir. Ancak açık olmayan nokta İbtida’nın hangi zamanlar dilimlerini içerdiğini veya olması gerektiği, lisan-i resmiye’nin ne zaman ve nasıl öğretilmesi gerektiğidir. Bu noktalarda belli alanlarda uzman ama aynı zamanda ehl-i vicdan olan kişilerinin ortak çalışmalarıyla belirlenecek bir durum olduğu düşüncesindeyim.
Dünyadaki Benzer Toplumlardaki Uygulamalar
Çok dilli medeni toplumlar bu sorunlarını insan hakları ahlakını dikkate alarak anadille eğitimi hayatın her safhasında uygulamakta, resmi dil olarak kabul görmüş dilide resmi dil statüsünde öğreterek bu sorunlarını çözmüşlerdir.
Birçok etnisiteye ait insanları içinde barındırarak barış içinde bir arada yaşama kültürünü edinmiş toplumlardan birisi 430 yıllık geçmişiyle İsviçre toplumudur. İsviçre anayasasında Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Retoromanca’dan oluşan dört ulusal dili bulunmakta ve bunlardan üçü de resmi dil olarak kabul edilmiştir. Bu farklı dil ve etnisitelere rağmen İsviçre devleti bölünmemiş olduğu gibi bugün dünyanın en zengin ve demokratik ülkelerin başında gelmektedir.
1831 yılında kurulan Belçika devleti’nin anayasasına göre Belçika kendini “monarşi” ile idare edebilen “desantralize(yerinde yönetimlerin güçlendirilmesi) olmuş bütüncül” demokratik hukuk devleti olarak tanımlamıştır. Belçika toplumunda bugün Flemanca, Almanca ve Fransızca dan oluşan üç ulusal dil olmasına rağmen bugüne kadar bölünme riskiyle muhatap olmamıştır.
Doğu toplumları içerisinde en çok dikkat çeken Ülkerlerin başında Pakistan gelmektedir. Çünkü Pakistan 30-35 farklı dilin konuşulduğu ve halkın sadece %8 tarafında ilk dil olarak kullanan Urduca’nın resmi dil olduğu bir ülkedir. Pakistan’da en fazla konuşulan dil ise % 48 ile Pançabi ve % 13 ile Paştu dili takip etmektedir. Devlet tarafından yapılan merkezileştirme çalışmaları ve ülkede iktidar gücünü elinde bulunduran hakim elitlerin uyguladıkları baskılar, Pakistan’ı parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Pakistan’ı bölünme eşiğine getiren, birden fazla etnisite ve dile sahip bir toplum oluşu değildir şüphesiz. Pakistan’ı bölünme riskiyle karşı karşıya getiren ana saik hakim elitlerin uyguladıkları merkezileştirme ve baskı politikasının yanı sıra güvenlik bürokrasinin kendi iktidarını güçlendirme adına uyguladıkları yasakçı ve dayatmacı anlayış olmuştur. Gelinen nokta itibariyle çok dilli ve etnisiteli Pakistan toplumu da bu anlayışa isyan bayrağını çektiğini görmekteyiz. Evrensel ahlak değerleri, temel hak ve özgürlükleri muhafaza eden en etkili dinamik olduğu dünyadaki uygulamalar ve son gelişmeler bize somut bir şekilde göstermektedir.
Çok etnisiteli ve çok dilli Osmanlı imparatorluğundan, birer birer ayrılma ve kopma yolunu tutan değişik kavimlere karşı Said Nursi tavrını, birlik ve beraberliği muhafaza etmekle birlikte, her kavmin kendi milli kişiliğini ve bu kişiliğini sembolize eden lisanını, kendine özgü örf ve adetlerini koruması gerektiğini söylemektende geri kalmamış olması anadil ile resmi dilin birbirinin alternatifi olmadığı tam aksine birbirini tamamlayan değerler olduğuna işaret ettiği düşüncesindeyim.
[1]Zehra yayıncılık , Said Nursi, İctimai Dersler, Hutbe-i Şamiye, s. 63
[2]Zehra yayıncılık, Said Nursi, Mektubat s 500
[3]Zehra yayıcılık, Said Nursi, Mektubat s. 500
[4]A.g.e, s.366
[5]A.g.e, s.191
[6]A.g.e, s.191
[7]A.g.e, s.190
[8]Nubihar yayınları, vefatının 50. yılında Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu s.193, Zehra yayıncılık Said Nursi, İctimai Dersler s. 507
[9]Zehra Yayıncılık, Emirdağ Lahikası s. 449,450
[10]Zehra yayıncılık İctimai Dersler s. 85