Akıldan kalbe ve kalpten akla yolculuk

Eklenme Tarihi: 20 Şubat 2014 | Güncelleme Tarihi: 09 Ekim 2017

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, değerli rektörlerim, basınımızın değerli mensupları ve Konya’mızın güzel insanları, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bu, bulundukları çağın iki güneşinin bir arada olduğu bir toplantıdır. Bu toplantıda söz almak benim için büyük bir şereftir. Böyle iki güzelliği birleştiren bir çalışmanın programını incelediğimde, çok seviyeli ve derinliği olan bir sempozyum olduğunu görüyorum. Bir şey dikkatimi çekti; “Uluslararası Bediüzzaman ve Mevlana Sempozyumu” deniyor. Bunu, “Birinci” diye yazmak lazım. Bunun ikincisi ve üçüncüsünü de devam ettirmek gerekir. Çünkü bunlar üç beş günde değerlendirilecek bir kaynak değildir. Bunlar iki büyük ırmak ve aynı denize akıyorlar. Bulundukları çağları aydınlatmış ışıklardır. Yani onları ne kadar doğru analiz edersek, o derece yeni kuşaklarla ilgili yeni yol göstermeler önümüze çıkar. Bu nedenle bu çalışmada emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Davet için de teşekkür ediyorum.

Ben Mevlana ve Bediüzzaman’la ilgili olarak konuyu, “Akıldan kalbe ve kalpten akla yolculuk” gibi bir açıdan ele almak istiyorum. Biliyorsunuz akıl, kalp, ruh, gibi kavramalar, insanın psikolojik dinamikleridir. Bu psikolojik dinamikler insanı diğer varlıklardan ayırır. Söze, Einstein bir sözüyle başlamak istiyorum. Einstein bir barda eğlenen, hoplayan, zıplayan insanları gördüğü zaman, “Bu insanlara bu koca beyin fazla, bunlara omurilik yeterdi” diyor.

Şimdi gerçekten bakıyoruz, Mevlana ve Bediüzzaman yemek, içmek ve eğlenmekten başka gayesi olmayan modern çağın insanına yüksek idealler vermiş kimselerdir ve ikisi de öyle yüksek gayeler, yüksek hayaller koymuş ki, bulundukları çağlarda Anadolu insanının kanatlanmasına sebep olmuşlardır.

Necip Fazıl’ın güzel bir sözü var: “Sarıklı mücahitler” diyor. İşte o sarıklı mücahitlerden birisi de Bediüzzaman’dır. O istibdat döneminin yol göstericisi, aydınlatıcısı olmuş ve o dönemde Suat Hocamın da vurguladığı gibi, oradaki sarıklı mücahitlerle birlikte bütün Allah ve Peygamber karşıtlarının planlarını bozmuştur. Bu nedenle onu rahmetle anmak çok önemlidir. Bediüzzaman da Mevlana da bulundukları çağlarda bir medeniyet projesi başlatmışlardır. Bu kişileri değerlendirirken, onları bu günlere getirmek değil, yaşadıkları dönemlere gidip, o günlerin şartları içerisinde değerlendirmek gerekir.

Şimdi Mevlana’nın yaşadığı, bulunduğu güne bakıyoruz. Anadolu’da bir otorite boşluğu var. Ciddi bir kaos ve karmaşa var. Hatta o zamana fetret devri denebilir. Osmanlı öncesi fetret devri. Bir taraftan Haçlı Seferleri var. Anadolu’da kalan birçok tapınak şövalyesi, diğer taraftan Moğollar, Alamut Kalesi’ndeki fedailer ve haramiler, devamlı her tarafa baskın yapıyorlar ve her şeyi talan ediyorlar. Bir köyde koyunları ve çocukları çalınmamış bir insan bırakmıyorlar. Dahası iç çatışmalar, meslek kavgaları var. İşte Mevlana‘nın bulunduğu dönem böyle bir dönemdir. Bu nedenle insanlarda bir barış ve huzur özlemi var. Barış dolu bir hayat istiyorlar. Mevlana ile Yunus Emre çıkıyor, insanlardaki barış ve huzur özlemi için, kalplerinden hareketle insanların gönüllerini eğitiyorlar, bir rehberlik sunuyorlar ve yol gösterici oluyorlar.

Şimdi bu çağa, günümüze bakıyoruz, benzer bir fetret devrinin yaşandığını görüyoruz. Özellikle tek parti istibdadı dönemi, Mevlana döneminde yaşanan durumdan çok da farklı değildir. O dönemde de biliyorsunuz jandarma baskısı var. Türk sanat müziği bile yasaklanmıştır. Ezanın yasaklandığı, Kur’an’ın okunamadığı ve toplatıldığı, mevlit okunurken dini telkinlerde bulunulmasın diye kapıda jandarmaların beklediği, dini telkinde bulunulursa, hemen alınıp, götürüldüğü, dini kitapların 2000 küsür defa mahkûm edildiği ve 1975’e kadar yasak olduğu bir dönemdir. İlk defa bu tarihte dini eserler ve Risale-i Nurlar basılmaya ve satılmaya başlandı. 1984’lü yıllar yanılmıyorsam resmî olarak yasak olmadığı ilan edildi. Düşünün hakkında defalarca bilirkişi kararı olan bir kitap yasaklanıyor ve insanlar beraat ettiği halde, sırf psikolojik savaş argümanı olarak mahkemeleri kullanarak insanlarda korku uyandırarak, gövde gösterisi şeklinde tutuklamalar yaparak sonuç almaya çalışıyorlar. Böyle bir zamanda Bediüzzaman hayatta olmadığı halde, eserleri ve talebeleri önemli bir sivil direniş ortaya çıkarıyorlar, meşru bir mücadele veriyorlar.

İkinci Dünya Savaşının kıtlık, Anadolu insanının yokluk dönemlerinde belirli bir bürokrat elitin oligarşisi var. Bunlar, muhtarlardan, nahiye müdürlerinden, parti ilçe başkanlarından, varlıklı ve zengin kişilerden oluşmuş ve halk üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır.

Bu dönemde sosyolojik bir baskı var. Böyle dönemlerde iki türlü tepki olur. Birinci tepki radikal tepkilerdir. Şiddet metotları uygulanır. Fakat Bediüzzaman ikinci tür tepkiye başvuruyor. Bakıyor ki, “Bin yıldır bu İslam’a bayraktarlık yapmış bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Dâhilde mücadele silahla olmaz” diyerek, manevi cihat altındaki müspet hareketi tavsiye ediyor.

Bakıyorsunuz Mevlana döneminde Moğol baskısı var. Moğollar Konya’yı işgal ediyorlar. Mevlana Moğollarla iyi geçinmek gerektiğini söylüyor. Çünkü Orta Asya’da benzer durumlar yaşanmıştır. Mevlana çocukken babasıyla birlikte Belh şehrinden ayrılırken orada şöyle bir şey yaşanıyor ve babasının göç etme sebebini şöyle aktarıyor. Belh şehrinde üzerinden atların koşabildiği derecede büyük bir sur varmış. Bu surlara güvenerek o zamanki yanılmıyorsam Harzemşah hükümdarı, Moğolların henüz Müslümanları hedef almadığı ve Çinlilerle savaştığı bir dönemde, durup dururken gidiyor, Moğollara hücum ediyor ve onlara zulmediyor. Mevlana‘nın babası da; “Eyvah burada büyük bir zulüm var. Bunlar İslam’a ve Kur’an’a uymuyorlar” diyerek, oradan göç kararı alıyor. Daha sonra, “Moğollar bu kaleyi alamaz” diyenlere karşı Moğollar Belh şehrinin etrafındaki ırmağın yönünü değiştiriyorlar. Şehri su basıyor, kale yıkılıyor ve işgal ediyorlar. Ondan sonra Moğollar Anadolu’ya kadar geliyorlar. Bu zulmün sonucu olarak kader buna müsaade ediyor. Mevlana bu durumu görmüş ve dikkatli davranmıştır. Hatta Mevlana’ya “Moğol casusu” bile demişlerdir. Fakat Mevlana Moğollarla iyi geçinerek sonuç alabileceğini düşünmüştür. O da bulunduğu zamanın müspet hareket metodunu seçmiştir. Konya’yı işgal eden ve kaleyi yıkma sözü veren Moğol komutanıyla anlaşma yapılıyor. “Kaleyi yıkma biz ne istiyorsan sana vereceğiz” diyorlar. Fakat Moğol komutanı, “Ben sözümde durmam lazım” diyor ve yalnızca çıktığı suru yıkıyor ve sözünü tutmuş oluyor. O dönemde Konya’nın büyük bir katliamdan kurtulmasına Mevlana‘nın müspet hareket etmesi neden oluyor.

Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde de Anadolu’da benzer baskılar var. Despotizm ve militarizm hâkimdir. Bu dönemlerde hep manevi cihat yoluyla iman hakikatlerini anlatmak gibi bir metot seçiliyor ve din ilimleriyle, pozitif bilimleri bir araya getirmeye çalışılıyor. Bediüzzaman’ın bu metodunu imam-hatip okulları uygulamıştır. Türkiye’de şu an Taliban gibi radikalizm hareketi olmamışsa imam-hatiplerde bu iki bilimin beraber okutulmasının, akıl ve kalbin beraber aydınlatılmasının çok büyük rolü vardır.

Bir yandan da Bediüzzaman ve talebelerinin evleri birer okul yaparak ettikleri hizmet var. Diğer manevi kahramanların, Süleyman Efendi’den tutun da Necip Fazıl’a kadar hepsinin büyük hizmetleri var. Bu hizmetlerin bir parçası olarak da Bediüzzaman ve takipçileri, doğrulardan taviz vermeden, dik durup diklenmeden, demokratik ve meşruiyet içerisinde, bir metot takip ederek günümüze kadar hakikatleri getirebilmişler.

Bu insanların elinden artık bu Kur’an hakikati alındı” denilirken, yeniden bir canlanma yaşanmıştır. Bütün bunlarda bu çileli dönemlerin, 28 senelik bir hapis hayatının çok büyük önemi vardır. Anadolu insanının kanatlanmasına sebep olmak için bir çile çekmek gerekiyordu. Hatta Yunus ve Mevlana‘nın bir karşılaşma hikâyesi vardır. Mevlana Yunus’a, “Yan ama tütme” diyor. Yunus da Mevlana’ya diyor ki: “Üstadım sen de yanıyorsun ve yandırıyorsun.”

Bakıyorum Bediüzzaman ne yapmış? Yanmış, yandırmış ve tütmemiştir. Kimseye zarar vermeden yanmış, acı çekmiş ama birçok insanın aydınlanmasına ve enerjisinden faydalanmasına neden olmuştur.

Bu peygamber yolunda, Ahmet Yesevi’den tutun da İmam-ı Rabbani’ler, Gazali’ler, Fahrettin Razi’ler, Muhittin-i Arabi’ler, hepsinin ayak izlerini takip ederek giden bir çizgi var. Hepsinin bu yolu takip ettiklerini görüyoruz. Bu nedenle bu büyük zatlara, “fetret devrini aydınlatan kişiler” demek lazımdır. Bunlar hep “bilmek, bulmak ve olmak” diyorlar. Yunus da Mevlana da böyle söylüyorlar. Kendini biliyorsun, sonra buluyorsun ve sonucunda da oluyor ve olgunlaşıyorsun. “Bilmek, bulmak, olmak yolu”nun birer yolcusu olmuşlardır. Hatta bir toplumda ahlaki teşkilat olmadan, o toplumda iktisadi teşkilat olmuyor. Tarihte bunun örnekleri vardır. Yani ahlaki dönüşüm olmadan, iktisadi dönüşüm olmuyor. Çünkü hırsızlığın ve rüşvetin yaygın olduğu yerde ekonomi büyüyemiyor, gelişemiyor. Ahlaki dönüşüm, sonra iktisadi dönüşüm, ondan sonra da siyasi dönüşüm ortaya çıkıyor. Bir bina yapılıyorsa önce temelin atılması gerekiyor. Bakıyorsunuz Mevlana da aynı temeli atmıştır. Ahlaki dönüşüm için, ahlaki teşkilat kurmuştur. Yunus da aynı şeyi yapmıştır. Mevlana ve Yunus’un vefatları Osmanlının kurulduğu yıllara denk gelir. Onların attığı tohumlar, Osmanlı çınarını meydana getirmiştir. Bu manevi hekimler olmadan maddi filizler ortaya çıkmıyor.

Bu gün bakıyorsunuz Necip Fazıl’ların ve günümüzün Mevlana’sı Bediüzzaman’ın ektiği tohumlar, yavaş yavaş filiz vermeye başladı diyebiliriz.

Gönülden çıkana akılla şekil vermek vardır. Bir de akıldan çıkana gönülle şekil vermek vardır. Bediüzzaman ve Mevlana’nın eserlerine baktığınız zaman iki yolu da kullanıyorlar. Akıl ve kalp arasındaki yolculuğu devam ettiriyorlar. Sadece akılla hareket edilirse, şüphe ve hile, insanlara güvenmeyen kişiler; sadece kalple hareket edilirse, taassup ortaya çıkıyor. İşte bugün radikal dini yapılanmaları; Haricileri, Selefileri, Taliban gibi hareketleri görüyoruz. Bunlar, bir kız çocuğunu, ufak bir hatasından dolayı rahatlıkla öldürebilmektedirler. Bu sadece kalp yolundan gidenin taassupla ortaya çıkardığı bir durumdur. Mevlana’nın öğretisinde ruh bir ırmağa, insan da ırmaktaki bir kayığa benzetilir. Ben bunu biraz da psikoloji bilgilerimle anlatmaya çalıştım. Mevlana, ırmağın içinden akanın duygu seli, ırmak üzerindeki çerçöpü nefis ve aklı da kayığın mecrasında gitmesini sağlayan bir unsur olarak görüyor. Duygulara, hislere karşı davranırsanız akıntıya karşı giderseniz, devrilirsiniz. Eğer kendinizi tamamen akıntıya bırakırsanız, kayalıklara çarparsınız. O halde akıntıyı arkanıza alacaksınız ama doğru dümen kullanacaksınız. Duygularla aklı dengeli olarak kullanmayı öğretiyor. “Eğer nefsin çerçöpü artarsa ırmak kirlenir. Bu duruma nefis güler, akıl ve ruh ağlar” diyor. Bu benzetmenin, akıl ve kalbin birleştirilmesi için güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Bakıyorsunuz Bediüzzaman da Mevlana da; “Akılla kalbi karşılaştırırken asıl dert Allah’ı unutmaktır, Allah’a isyandır” diyorlar. Dert ve musibet üzerinde dururken de aynı şeyi ifade diyorlar. Mevlana bulunduğu zamanın dervişlerini yetiştirmiştir. Bugüne bakıyorsunuz Bediüzzaman da ahir zaman dervişleri gibi dervişler yetişmiştir. Kimisi Ankara’da, kimisi Amerika’da, kimisi ev okullarında, kimisi dünyada Osmanlının gidemediği yerlere gidip okullar açarak mücadele ediyorlar. Sonuçta bütün bunlar İ’lâ-yı Kelimatullah ve İslam için yapılan gayretlerdir. Bunların, bu zamanın manevi elçileri gibi çalışmaları çok önemlidir.

Yunus Emre şöyle diyor: “Kibir evine giren sarhoş olur, hayret evine giren derviş olur.” Buradan hareketle dünyasal bir insanı harekete geçiren kibir duygusudur. Kibir, kendini beğenmektir. Bugün bu duygu, “özgüven” olarak yanlış adlandırılmıştır. Bu kibir duygusu, kişiye yalancı bir özgüven oluşturur. Mezarlıkta ıslık çalarak giden bir adamın ıslığı korkusundan çalması gibidir. Kibirli insanlar da yalnız kalmaktan, hayattan, övgüsüz kalmaktan, üstünlük ve hayranlık duygusunu kaybetmekten öyle korkarlar ki, özgüven rolü oynarlar. Bu onları sarhoş edici bir duygudur.

Ama mümin insanın duygusu hayret olmalıdır. Dervişlerde hakikatleri hayretle seyretmek, bundan bir ibadet gibi bir haz ve zevk almak duygusu harekete geçmiştir.

Mevlana sevgi üzerinde çok durmuştur. Sevginin insanı sarhoş edeceğini, aşkın bir su gibi olduğunu, hangi kaba girerse, o kabın şeklini aldığını söylüyor. O kabı da akıl kabı olarak değerlendiriyor. Mevlana, “Sevgi insanı âbât da eder, berbat da eder” diyor. Bu nedenle sevgi bizatihi tarafsızdır. Sevgini nesnesi önemlidir. Para, makam, şöhret, mal, mülk, neyi seviyorsak onu kutsallaştırıyoruz. Kıblemiz o demektir. Sevgi yatırımını neye yapıyorsak bizim kutsalımız odur. Onun için Hz. İbrahim de sevgiyle imtihan edilmiştir. Herkes en çok sevdiği şey ne ise, onunla imtihan ediliyor.

Yakın zamanda bir hastam olmuştu. İki çocuğunu babasız büyütmüş. Hakikaten beyefendi ve hamım hanımcık iki çocuk yetiştirmişti. İkisi de annesinin istemediği bir evlilik yapmışlar. Anne kendisini kötü hissediyor. Sonra anne şöyle bir özeleştiri yaptı ve dedi ki: “Ben çocuklarımı Allah’tan daha çok seviyorum. Onun için beni onlarla imtihan etti.” Bu da çok saygı duyulacak farkındalıktır. Bu nedenle insan, sevdiği şeyle imtihan ediliyor. Muhakkak sevgi nesnemizi iyi bilmemiz lazım. Biz neyi seviyoruz? Sevgi nesnemiz nedir? Onu için Mevlana, “Sarayı değil, sultanı ara” diyor. Yani gönlün sultanı Allah’tır. İnsanoğlu sevgi ararken sarayı arıyor. Güzelliği seviyor. Hâlbuki sevginin bizatihi kendisi amaç değildir. Allah’a ulaştırmak için bir araçtır. Eğer sevginin bizzat kendisi olursa, o bencilce bir sevgidir.

Mevlana’nın yine güzel bir benzetmesi var; “Dünya muhabbeti cebinizde olsun, gönlünüzde olmasın. Dünya bir denizdir. İnsanda bir kayıktır. Eğer denizi içine alırsan batar, almazsan ilerler gidersin” diyor. Dünya sevgisi de böyledir. Eğer içinize almazsanız gidersiniz. Bediüzzaman da buna benzer olarak diyor ki: “Üç türlü dünya sevgisi vardır. Dünyayı fiilen değil, kalben terk etmek lazımdır.”

Buradan geçmiş zamanın dervişliğine baktığımızda, “Dünyayı silmek olarak değil, dünyayı bilmek” olarak tanımlıyorlar. Biz dünyayı silmek olarak anlamışız. Hâlbuki dünyayı bilerek, dünyanın var oluş amacına uygun bir şekilde, bir müminin en iyi kıyafetleri giymesi, en güzel şekilde yaşaması, Allah’ın sıfatlarını en iyi temsil etmesi ve bununla beraber Allah’a yakın olması mümkündür. Bunun örnekleri var. Medine’ye hicret döneminde herkes malının yarısını, iki tane devesi olan bir tanesini muhacir kardeşine veriyor. Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf Hazretleri, “Bana pazarın yolunu gösterin” diyor. Pazara gidiyor ve kendisi kazanıyor. Resulullah’tan sonra bir kıtlık zamanında herkes sıkıntı içinde iken Şam’dan 700 deve ile geliyor ve herkesi sevindiriyor. O sırada Hz. Aişe bir hadisi hatırlıyor, “Abdurrahman bin Avf Cennete yürüyerek gidecek” diye. O da, “Hayır ben koşarak gitmek istiyorum” diyerek 700 devenin hepsini dağıtıyor.

Dünyayı İlâhî maksat ve hedef için sevebilmek, isteyebilmek, ikisini bir arda yapabilmek Bediüzzaman ve Mevlana’nın ayak izinden gitmek olarak yorumlanabilir.

Birkaç cümle ile bitirmek istiyorum. Bediüzzaman’ın eserlerinde akıl ve kalple ilgili bazı ilginç cümleler var. Mesela akıl midesinden, kalp midesinden, insaniyet midesinden bahsediyor: “İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder.” Bunu bir mide olarak söylemesiyle bir analoji yapıyor. Bir benzetme var. Bu benzetmeyle bir mal, bir para gibi, sermaye olarak görüyor. Psikolojik sermaye, sosyal sermaye, parasal sermaye gibi sermayedir bunlar. Bunları kaynak yönetimi gibi yönetmek gerekiyor. Kaynak yönetimi gibi doğru yerlere dağıtmak gerekiyor. Bunun için, “Aklın hissesi ayrı, kalbin hissesi ayrı, ruhun hissesi ayrı” diyor. Akıl ve kalbi birbirini tamamlayıcı olarak görüyor. Bir birinin alternatifi görmüyor. Bu nedenle bazı tasavvuf anlayışlarını, tamamen dünyayı terk etmek, tamamen aklı reddetmek gibi yaklaşımları bu çizgide görmüyoruz. Yine Bediüzzaman’ın Divan-ı Harbi Örfi kitabında ilginç bir benzetme var; “İki Makteb-i Musibetin Şehadetnamesi” diyor. Biliyorsunuz iki musibetten birisi doğuda üniversite açmak için yapmış olduğu mücadele sonucunda maaş vermeleri, üniversite işini ertelemeleridir. “Maaşın tacili, üniversitenin tecili nedendir?” Diye ihsan-ı şahaneyi reddettiği için, “Aklından bir zoru var” diye müşahedeye alınıyor. Sonucunda sağlam raporu alıyor ama akıl hastanesini bir musibet mektebi olarak görüyor.

İkinci musibet mektebi de 31 Mart’ta yargılanmasıdır. Önce İzmit’e gidiyor. Daha sonra yanlış hatırlamıyorsam bir rüya görüyor. Onun üzerine geliyor ve yargılanıyor. Yargılandığında o zaman Hurşit Paşa; “Sen de şeriat istemişsin” diyor. Orada Bediüzzaman ilginç bir şey söylüyor: “Şeriat peygamber, Kur’an yoludur. Saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, ben bu yoldan vaz geçmem. Yaşasın zalimler için Cehennem.” Hurşit Paşa ona, “Sen hangi Kürt aşiretine mensupsun?” diye soruyor. O sırada dışarıda asılanlar da görülüyor. O da, “Peki sen hangi Tatar aşiretine mensupsun?” diyor ve ciddi bir müdafaa yapıyor. Bunu da mekteb-i musibet olarak görüyor. Bu musibet mekteplerinde yetişerek daha sonraki musibet mekteplerinde Risale-i Nur gibi meyveler ortaya çıkarıyor. O dönemde söylediği şöyle bir söz var: “Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmîsi olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla, aklı kuvvete mezc ederek maarifinizi kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san'at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur'âniye cevherinden yapmalısınız.”

Burada bir hadis-i şerif söylemek istiyorum. Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor: “Eğer ben kıyamete yakın gelseydim hüccet kılıcını kullanırdım.” Biliyorsunuz hüccet, delil, burhan demektir. Yani “Kanıt silahını kullanırdım” diyor. Akıl silahını kullanmak da; kanıt, ispat, burhan silahını kullanmaktır.

Ben burada sözlerimi bitirirken tekrar davet edenlere teşekkür ediyorum. Bu muhterem zatların hepsine rahmet diliyorum. Hoşça kalın efendim.

 

 

- Reklam -