1911 TARİHLİ KÜRT REÇETESİNİN GÜNÜMÜZ KÜRT MESELESİYLE İLGİSİ

Eklenme Tarihi: 25 Ocak 2017 | Güncelleme Tarihi: 05 Şubat 2017

Giriş

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, Üstad Bediüzzaman’ın “Münâzarat” adlı eseriyle alakalı bazı soruların cevabı isteniyordu. Bir başka ifade ile 1911’de yani bir asır önce kısa adıyla “Kürt Reçetesi” olarak kaleme alınmış bir eserin, günümüzdeki “Kürt Meselesi”ne yönelik ne gibi mesajlar içerdiğinin, bu günün problemlerini çözmede nedenli yararlı olacağının isbatı ve tesbiti talep ediliyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Bu başarılı, araştırıcı, birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı hizmetlerinden dolayı Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e şükranlarımı arz ederek sorulan sorular istikametinde düşüncelerimi kaleme aldım.

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o gün için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ yazdırılmıştır.

Ben bu düşüncelerimi Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı inceleyen biri olarak söylüyorum. Benim bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Bediüzzaman’ın seksen yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümle:
Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var: “Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.”[1]

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir. Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Üstad’ın cümlesinde geçen “Değerli sahipsiz bir kavm”i ben yukarda olduğu gibi başka bir makalemde “İslam milleti ve toplumu” olarak yorumlamıştım da okuyucularımızdan biri, “hayır” demiş, o kavmin “Kürtler” olduğunu söylemişti. Biri de kalkar, onun “Türkler” bir başkası da “Araplar” olduğunu söyleyebilir.

Üstad, “kavim” demek yerine o kavmin adını da verebilirdi. Vermemiş. Neden? “Kürtlerdir.” deseydi, kendisine “Kürtçülük” yaftası yapıştırılabilirdi ki Üstad bundan münezzehtir. “Türklerdir” deseydi, Kürtleri kızdırmış olurdu. “Kavim” diyerek kavgaya mahal bırakmamıştır. Ben de bu kelimeyi tercüme ederken “İslam milleti ve toplumu” olarak tercüme ettim. Ki doğrusu da budur, kanaatindeyim. Çünkü Üstad’ın 6000 küsür sayfalık külliyatı, verdiği mücadelesi, Kur’an’a uymayı ve İslam birliğini hedef göstermesi bu yorumdan başkasına izin vermemektedir.

Şunu da söyleyeyim: “Değerli sahipsiz bir kavim” ifadesindeki kavimden maksat gerçekten   “Kürtler” de olabilir. Olsun. Bundan asla rahatsız olmayız. Bu ifadeye kim girerse girsin yeter ki hepsinin reçetesi Kur’an olsun. Kur’an’a uymak olsun. Bizim derdimiz herkesin Kuran’a uymasıdır. “Türküm” diyen, “Kürdüm” diyen herkes, Kur’an’a uysaydı 50 bin can teröre kurban gitmez, hesapsız para bomba haline getirilip de dağlara atılmazdı. Bu kadar paralarla nice yuvalar tüttürülür, nice yetimlerin başı okşanır, nice işsizler işe kavuşurdu! Tekrar ediyorum bu ifadenin içine kim girerse girsin, yeter ki Kur’an’a uysun. Kur’an’a uyan Kürd’e de kurban olayım, Türk’e de Kurban olayım, Arab’a da,  Alman’a da, Amerikan’a da kurban olayım!

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır. 1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürtlere ve Araplara ders vermiştir. “Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. Üstad Bediüzzaman’ın şu sözleri de bu hakikati teyid etmektedir: “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.”[2]

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker.[3] Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir. Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler.  İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi. Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Kısaca Yunusun ifadesiyle söyleyelim: “Yaradılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü.” Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir.[4]

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır. Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

“Arap-İslamcı” ve “Kürt-İslamcı” Kavramlarının Analizi

Peygamberimiz için “Arap-İslamcı” tabirini kullanmak ne kadar yanlış ise Bediüzzaman için “Kürt-İslamcı” tabirini kullanmak da o kadar yanlıştır. Hem bunlara ne ihtiyaç var? Peygamberimiz, Müslümanlığının yanında Araplığını da öne sürdü mü? Sürseydi, bu gün Arap olmayan milletler tarafından acaba yine bu kadar kemal-i muhabbetle sevilir miydi? Hüsn-ü kabul görür müydü?

Onun varislerinden biri olan, Peygamberimizi kâinatın ruhu, Kur’an’ı dünyanın aklı[5] gösteren Üstad Bediüzzaman için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ben ve benim gibiler, acaba onu yine bu kadar sevebilecekler miydi? Bırakın Kürt milliyetçiliğini, Türk milliyetçiliğini dahi öne sürseydi yine ben ve benim gibiler onu bu gün sevdikleri kadar sevmeyeceklerdi. Nitekim Kürt olup ta, Türk milliyetçiliği yapanlar olmuştur. Böylelerini biz sevmedik, sevmeyeceğiz de.

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Bediüzzaman da bunu yapmaktadır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlarda!

Nursî’nin Ermenileri Misal Vermesinin Anlamı

Üstad Bediüzzaman diyor ki: “İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti, mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür.”[6]

Üstad Bediüzzaman’ın bu ifadelerinden hiç kimse onu, Ermeni’yi örnek göstererek “Irkçılığa teşvik ediyor.” düşüncesiyle suçlayamaz. Üstad’ın bu husustaki net düşüncesi şudur: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.”[7]

Üstad bu izahıyla, hangi etnik kökene mensup olursa olsun bütün Müslümanlara sesleniyor: Ey Müslümanlar! Bir Ermeni kadar da mı olamıyorsunuz, olamayacaksınız? Elinizde Kur’an gibi bir kitap, önünüzde Hz. Muhammed (s.a.v) gibi bir peygamber varken siz bir Ermeni kadarda mı bir fedakârlık göstermeyeceksiniz?

Aynı paragrafın ilerleyen satırlarındaki şu ifadelere dikkat çekicidir:

Hâlbuki, şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayrimüslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayrimüslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayrimüslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der:

“Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut “Ben susuzluktan öldükten sonra yağmur yağmasın” manasında olan “ve in müttü atşan felanezele’l-katru” kelime-i hamkâ ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır: Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder. “Ölüm bizim nevruz günümüzdür” anlamında “velmevtü yevmü nevruzina” deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.”[8]

Nursî, 100 sene önce hürriyeti savundu, despotizmanın yıkılacağını haber verdi.

“Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle fikr-i hürriyet, Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak.

Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan, doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acip ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intaç etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu.

Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nuranîsi tecellîye başladı… Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.”[9]

1911’de söylenmiş şu cümleye tekrar dikkatlerinizi rica ediyorum: “Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.”[10]

Bir Asır Önceden Bu Günü Görme Farkı

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lütfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi. Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâpları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!”[11] Daha da ötesi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır.”[12] Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

Nursî’nin Türklere Olan Hüsn-i Zannı

“Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, “Medresetüzehrâ” namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.[13]

Üstad-ı Muhterem’ın burada kasd ettiği Kürtler ve Türkler, Müslüman olan Kürtler ve Türklerdir. Çünkü Arab’ı da, Türk’ü de, Kürt’ü de şanlandıran, şenlendiren, şahlandıran, şevklendiren Müslümanlıktır. Üstad-ı Muhterem bunun farkındadır. Hali ve kelamı bunun en büyük delili ve isbatıdır. İslamiyet’i ve onun müntesiplerine kazandırdıklarını çekin, bir tarafa alın geriye mefahir diye bir şey kalmayacaktır. Hadis’den öğrendiğimiz bir hakikat var: Allah, bir insana hangi ırktan olduğuna bakarak veya servetine-suretine bakarak değer vermeyecek, kalbindeki takvasına ve Salih amellerine yani Müslümanlığı yaşamasına bakarak değer verecektir.[14]

Bediüzzaman’ın Barış ve Kardeşlik Projeleri

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, Yirmiikinci ve Yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur. O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.

2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.

4-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.

6-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.

8-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.

9-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.

10-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.

11-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.

12-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.

13-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “Hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.

14-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.

b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.

c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet'in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.  “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.”[15] meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.[16]

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:

Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetüzzehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetüzzehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir”.[17]

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli.[18]

Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.

Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.

Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.

Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.


d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”[19] Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.”[20]

g-Kanun-u adalet ve te'dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ'dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhiyle i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır.[21]

 Çare: Türklerle Kürtleri Kucaklaştıran Âlim

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Bitlislidir. Ama onun talebelerinin çoğu Türklerdendir. Kürtlerin içinden çıkıp, Türklerin içine seyr u seyahat etmesinde ve eserlerini Türkçe kaleme almasında, İlahî kaderin bir işareti ve hikmeti vardır; o da Allahu a’lem şu olsa gerektir: Türklerle Kürtleri bir birine bağlayacak, barıştıracak, kaynaştıracak olan en önemli faktörlerden ve en sağlam köprülerden biri Bediüzzaman Said Nursi olacaktır.

Said Nursî, Risale-i Nur denilen Kur’an tefsiriyle, sadece Türklerle Kürtleri değil, bütün Anadolu’yu, hatta bütün dünyayı bir potada eritiyor; yurt içi ve yurt dışında, her yerde ve herkesi nuruyla mayalıyor, gerçek iman ve güzel ahlaka kavuşturuyor. Allah Teala, bu Zât-ı Mualla’nın kalemine ve kelamına farklı bir etki nasip eylemiştir. Öyle ki 7 den 70’e herkesin, hatta dev şahsiyetlerin bile onun anaforuna kapılmış olduğunu, onda kemalini ve huzurunu bulduğunu görüyoruz. 

Çünkü Bediüzzaman’ın ağzından hayatı boyunca imandan, marifetten, muhabbetten, kardeşlikten başka bir şey çıkmamış, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”[22]demiş, Uhuvvet (kardeşlik) Risalesini yazmış, mümin kardeşine düşmanlık edeceğine içindeki düşmanlık duygusuna düşmanlık et, demiş, İhlas Risalesini yazmış, ihlas ve samimiyeti hedef göstermiş, Allah senden razı olduktan sonra bütün dünya küsse kıymeti yok, Allah senden razı olmadıktan sonra bütün dünya seni alkışlasa onun da kıymeti yok demiştir.

Müsbet hareketi (olumlu, ılımlı, sabırlı ve hoşgörülü davranmayı) vazgeçilmez prensip olarak sunmuş, öğrencilerini hiddetten, şiddetten uzak tutmuş. İman, ma’rifet, muhabbet, acz, fakr, şefkat, tefekkür, ikna, irşat, kavl-i leyyin (yumuşak söz) Onun usûlünün ve üslubunun esasları olmuştur.

Türkiye Bu Gün Hatırı Sayılır Bir Ülke Haline Geldiyse

Bediüzzaman,  Bediüzzaman’ın misyon ve vizyonu, 6000 sayfalık külliyatı ve hizmeti, Allah’la barışık, kendisiyle barışık, toplumla barışık, bilinçli, aydın bir ekol oluşturdu. Bu ekol bu ülkede olduğu ve hizmetine devam ettiği müddetçe Türkiye’yi parçalayıp yutmak isteyenler, hiçbir zaman Allah’ın lutf u inayetiyle bu menfur emellerine kavuşamayacaklardır. Ve Türkiye hiçbir zaman, bir Irak, bir Filistin, bir Afganistan, bir Çeçenistan bir Bosna-Hersek, bir Mısır, bir Tunus, bir Yemen, bir Somali, bir Libya ve bir Suriye olmayacaktır. Ama eğer bindiğimiz dalı kesmezsek!

Keşke Türkiye, Bediüzzaman’ı anlayabilse ve hatta erken anlayabilseydi, keşke İslam âleminin her ülkesinde bir Bediüzzaman olsaydı, keşke Bediüzzaman’ı İslam âleminin her kentine, dünyanın her kıtasına taşıyabilseydik, keşke Bediüzzaman’ı bütün Kürt ve Türk vatandaşlarımızla tanıştırabilseydik bu gün bizi can evimizden vuran terörle ve dünya terörüyle baş başa kalmayacaktık.

Bediüzzaman Türkiye’nin, Bediüzzaman’lı Türkiye dünyanın dengesidir.

Bendeniz Bediüzzaman’ı, Türkiye’nin; Bediüzzaman’lı Türkiye’nin de dünyanın dengeli çarpan bir kalbi gibi görüyorum. Diğer bir ifade ile Bediüzzaman’ın hareketi, ifrat ve tefritten uzak dengeli bir toplum, dengeli bir kamuoyu oluşturdu. Bu dengeli kamuoyu, dengeli bir iktidar ve istikrarlı bir hükümet doğurdu. İstikrarlı hükümetin dengeli siyaseti de komşularına ve dünyaya güven verdi. Türkiye dünyada saygın bir konuma geldiyse, Arap baharı yaşanıyorsa, evvelallah bunun baş aktörlerinden biri ve birincisi Bediüzzaman ve Onun ekolüdür. Bu çığıra, bu dengeye ve bu güneş hareketine kuvvet verilmeli. Bu dengeyi bozacak davranışlardan uzak durulmalıdır. Bindiğimiz dal kesilmemelidir.

 Bediüzzaman ve ekolü, anarşi ve terörün önünde bir seddir, bir surdur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) bir gün Hz.Ömer (r.a) hakkında şöyle buyurdu: “Ömer İbn-i Hattab (r.a) hayatta olduğu müddetçe ümmetime fitnenin kapısı hep kapalı kalacaktır, (anarşi ve terör baş kaldıramayacaktır.) Ömer helak olunca fitneler birbirini takip edecektir.”[23] Gerçekten öyle oldu. Bu hadisten yola çıkarak ben de aynı şeyi Üstad Bediüzzaman için söylüyorum: Said Nursi ve eserleri okunduğu ve okutulduğu müddetçe fitne, anarşi ve terör çok fazla etkili olamayacak, bu vatanı ve bu milleti bölmek isteyen iç ve dıştaki anarşist ve teröristler muratlarına nail olamayacaklardır.

Anarşı ve terörü gerçekten yenmek, hem de kansız ve kavkasız, hem de çok az bir masrafla bitirmek isteyenler Allah’ın bu ülkeye bahş eylediği bu lütuftan, bu nurdan istifade etmelidirler. Bediüzzaman’ı ve Nur Külliyatını genellikle her yerde okumalı, özelikle de okullarda ders olarak okutmalıdırlar.


[1] Bediüzzaman Said, Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

[2] Bediüzzaman Said, Nursi, Said, Münâzarat, s. 50

[3] A.g.e., s. 16

[4] Bkz. Hucurat, 49 /13

[5] Bediüzzaman Said, Nursî, Sözler, 10. Söz, s. 110

[6] Bediüzzaman Said, Nursî, Münâzarat, s.49

[7] A.g.e., 50

[8] Bediüzzaman Said, Nursî, Münâzarat, s. 49-51

[9] A.g.e.

[10] A.g.e.

[11]Bediüzzaman Said, Nursî, Siad, Sünûhat, s.61

[12] Bediüzzaman Said, Nursî, Münâzarat, s. 39-40

[13] Ag.e., 71

[14] Müslim, Birr, 34

[15] Tevbe, 9 / 31

[16] Bediüzzaman Said, Nursî, Münâzarat, s. 39-40

[17] A.g.e.

[18] Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.


[19] Bediüzzaman Said, Nursî, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58

[20] A.g.e., s. 55

[21] Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 9-14

[22] A.g.e., s. 64-65

[23] el-Hindi, Alauddin Aliyyu’l-Müttekî b. Hüsamü’d-Din, Kenzü’l-Ummal, X1, s. 584

 

- Reklam -